27 Aralık 2009 Pazar

Kayıp Fotoğrafları Bulmak!

25 Aralık 2009 Cuma

BİR ŞİİR ve DAHASI...

SEYİR DEFTERİ

hep yanlış limanlarda bozulan
yaşlı bir gemiydi yaşam.
bense
rüzgarından nispetini almış serseri
savrulup duruyorum
kahve kokan hangarların
çilingir sofralarında.

- bir yere varacaksam
orası gözlerin olmalı-

diyorum, ıslığımı kapıp kaçıyor
hınzır bir martı.

rüyalarımda
Kızıldeniz’e bırakıyorsun saçlarını.
belki rengini ondan alıyorsun.

panamanın duvarlarına yazıyorum adını

sonra
yine ufukta kalan umutlar.
önemsediğin her şeyin
anlamını yitirişi
yoksunluk/........./

kıyısında bir Afrika limanının
şakağına dayadığın ustura korkar
çekilir geri
karaya çıkmanın vakti gelmiştir
ayakların istemsizce yürür
kaptanın son emridir

beni seyir defterlerimle gömün...


**************************************************************

Yolculuk fikri ile büyümüş, yolculuk fikri ile hayaller kurmuş ve hiçbir yere gidemeyerek ya da gittiği her yerde hayal kırıklığına uğrayarak yıllarını heba etmiş bir neslin şekilsiz adamlarından biriyim. İster istemez yazdıklarıma sirayet eden ( azıcık eskimiş olabilir dilim de benim gibi ) bir ruh hali olagelmiştir bu.

Çocukluk arkadaşlarımdan Onur'un abisi Umut'un gemilerde çalışmaya başlaması ile denizi merak etmeye başladım ben de. Küçükçekmece Gölü'nden Ambarlı sahiline doğru uzadı çocukluğum ve taptaze bıyıklarım. Sandal kiralayıp çapari ile istavrit avlayarak geçirdiğimiz ve şarabı, hiç tatmadığımız aşkı tatlandırsın diye kanımıza hızla emdiğimiz o sabahlar, öğleler ve öğleden sonralar boyunca, dolum tesislerine yanaşan gemileri sanki çooook uzaklardan geliyorlarmış gibi izlerdi cahil gözlerim...


Bir gün Barış Manço'yu gördüm televizyonda. Panama'ya gitmiş ve Panama Kanalı'nı geziyordu. Kanal boyunca tertemiz olan duvarlarda bir yerden sonra yazılar başladı. "Oflu Zihni" "Trabzonlu Mesut" Türkçe yazılar akıp gidiyordu. Hergün yüzlerce geminin geçtiği kanala yazı yazmayı bir tek Türkler akıl etmişti. Panama Kanalı imgesinin doğduğu gün, işte o gündür...


Kızıldenizi Musa'yla anamadım hiç. Musa çölde Haruna terkederken kavmini, işte orada kalmıştı aklımda. Kızıldenizi ancak bir kadının saçları yarabilirdi, ömrümü ve zamanı tam ortadan ikiye...

Şair çok önemsiz biridir, ama şiirleri asla küçük görmeyin...





20 Aralık 2009 Pazar

Gözlerimizde ne var?

"Artık hiçbir cinayeti üstümüze atamazlar..."


Herkes bir şeylerle uğraşıp duruyor ve çoğu zaman başkalarının cümleleriyle konuşup başkalarının hayalleriyle avunuyor. Bense işe yaramaz bir adam olarak aşağılanmaya devam ediyorum ve bundan başka da eğlenebilecek çok az şeyim var. Birer tane daha anne baba ve daha fazla duayla az da olsa bir şeylerin ucundan tutup kaldırabilen biri olarak anılmak istiyorum. Ev almak istiyorum. Yıllarca kredi ödeyip, kredilerim bittiğinde çocuğumu okula yazdırmak. Ferdi Tayfur'dan vazgeçip biraz Orhan Gencebay dinlemek. Daha fazla beklememek artık limanların kapılarında... Yerleşmek ve kalmak... Lale Müldür'ü ve daha önce sevemediğim pek çok şairi sevmeye başladım. Darısı İsmet Özel'in başına demekten korkuyorum mesela. Yeniden yazarken Lou Heroin'in sözlerini, kızamıyorum ona... Hatta Paul Auster'in filminde çok daha sevimli geliyor artık bana. Dolandığım bu dünyadan daha fazlasını dilenmeye hazırım ve utana sıkıla sürekli kapınızı çalıyorum... Siz de bana kızmayın... Azarlamayın beni, azıcık kenara çekilin ve bana biraz yer açın...



17 Aralık 2009 Perşembe

GÜNEYİN KRALİÇESİ

1

acıyı
her dile eksiksiz çeviriyor gözlerin

kaya mezarına kazınmış yazı
güneyin denizinden gelen rüzgarla
yankılanıyor kıyıda

-paskal burada yatıyor

kendini
sonbaharın
ilk yağmuruna
asmıştı-

2

bekliyorum
artık denizden çok uzakta
antik bir liman gibi

o kadınları ben uydurdum
hepsi birer hayalet gemiydi


Yusuf Ziya Zeybekoğlu

12 Aralık 2009 Cumartesi

PASKAL (PASLI ŞİİR)

mutsuzluğu paslaşırız
gün gelir
geri dönerim
dudakların dudaklarımda paslanırız

hepsi benim olmayacaksa
yanıt elbette hiçbiri
yine sıfıra oynarım

gün gelmez
geri dönmem
bir güney kasabasında
paskala çıkar adım

paspasa döner yüreğim
dilim ellerim pas tutar
gün gelir
geri dönerim
yakacağın bir mum
güneşin yerini tutar



Yusuf Ziya Zeybekoğlu

7 Aralık 2009 Pazartesi

FERDİ TAYFUR'DAN BRUCE SPRINGSTEEN'E...

"Hayatın sorunları karşısında, kendilerini çok
fazla güçsüz hissedenler Gencebay'ı da aşıp
Ferdi Tayfur'un müziğine yöneliyorlar...
'Yurtdışından araba getireceğim.. Ne yapayım?'
diyenlerin mektuplarında 'Lütfen bana bir Gencebay
çalın
' diye yapılıyor istekler... 'Hapse düştüm...
Haftaya mahkemeye çıkaracaklar... Tercümana
güvenmiyorum
' diyenler; 'Memlekette bıraktığım
karım..
' diyenler; 'Burada birbirimizi kırıyoruz,
en yakın arkadaşım beni ihbar etti.. Ben de..
'
diye yazanlar; 'Marsilya'dan çıkınca yakalandım,
yurda iade edildim... Sonra gene tarla satıp bu
sefer gene Marsilya'ya gelip.. bir İsrail gemisinde
tayfa olup... daha sonra...
' diye yazanlar...
'Bir Ferdi Tayfur isteğinde bulunabilir miyim?'
diye bitirmektedir mektuplarını..."


Ünsal Oskay



Her zaman bilinçli olmuyor yürüdüğüm yol ve vardığım yer... Dürüst olmak gerekirse, hep sonradan düşünüp de buluyorum anlamı ve durduğum yeri. Migrostan alınan hazır mezelerle kurulan toy rakı sofralarının geçe sarkan saatlerinde oynaşmaya başladığım Ferdi Tayfur şarkılarının sindire sindire ruhuma sinişinden hayıflanmıyorum. Utanç duyacak bir şey yok! Gencebay'ın felsefesine kurban olayım da, ezilip büzülmeden ve dahi kırılıp paramparça olmadan olmuyor kimi şeylerin idrakı... Okulun en güzel kızlarından birinin endamında tüm o rakı akşamları boyunca inim inim inleyen arkadaşımın, o kızın sevdasına mazhar olmasıyla da yalana çıkmadı onca keder. Yaşandı ve diri tutuldu hep...


Üç kadeh rakıyla bir Ferdi Tayfur şarkısını karışıtırıp ağladığımız geceler, ruhumun vazgeçişinin adımlarıydı. Sindim ve oradan Bruce Springsteen'e kadar neyi neden yaptığımı tam olarak kavrayamadım. Amerikanın Rüyasının Amerikan Rüyasını neden her seferinde çok da zorlanmayarak mağlup ettiğini gördüm ve içim ısındı. Sinen yerlerimin sızıları dindi... Atlasların hep sonsuz olduğu küçücük dünyamın ödünç ya da terle kazanılmış tüm lüksleri, bana kimsenin eliyle sunabileceği şeyler değildi. 'Bazı geceler çalıştım ve bazı geceler evde oturup televizyon izledim'

Mutlu muydum? Mutluluk ne ki!.. Ödünç alınmamış ya da terle kazanılmamışsa...



1 Aralık 2009 Salı



Bu kadar güzel kokan biri kötü biri olamaz...







26 Kasım 2009 Perşembe

Akıllı Ol!

Ede bi yat da, kolaysa adın orospuya çıkmasın! Biad et ki, seni kuma alayım...

23 Kasım 2009 Pazartesi

LOLİPOP

'Yaşamalanlarımızda bizleri rahat bırakın' mı diyordu şarkı? Yaşamalanlarımızda polisler bizleri rahat bırakmadı. Adonis'in itiraf ettiğinden(sana itiraf ediyoruz ra / gök polislerindir) çok daha fazlası ve daha da fazlası ve hep çok daha fazlası... Devletin memurlarına dil uzatmıyorum, yazıktır, onların tek derdi ekmek parası... Polis akılda tutunan bir akıl tutulmasıdır. Yani mecazı anlamayanın mermere küfrü basması. Biz biraz daha fazlasıyız sizlerden ve asla sizin kadar olamayacak hint fukarası...

Sahi ben niye kolaya kaçıp da bir kısım sülalenizle yetinip kurtulmuyorum bu yükten?! Yok, yok! Kurtuluş aklın teslimidir ancak ve akıl benim can düşmanımdır, en yakın arkadaşım... Sürülecek yer kalmayınca ve bizler ısrarla sürüye katılmayınca, cümle cemaat bizi de gütmeye başladılar ve bizler de angut olduk, katılmadığımız sürüler gutenberg!.. Anla diye anlatmıyorum ki, oku ve geç...

'Aptalsanız farkında değilmiş gibi yapın' yazıyordu nevada vaktiyle yalıkavak masalarında, marangozlarla içerken okumuştum. Şimdi lolipop babam buralar... Neyse, dangalaklık bende kalsın!.. Evlat olsam başım okşanmaz!.. Gelin kıçıma bir tekme de siz atın... Lolipop beyim, paşam bu günler... Ooooo, daha neler neler... Gelsin de başımıza gidip mekanları pohpohlayalım...

15 Kasım 2009 Pazar

ETİKETLER

Çok sonradan başladım yazılarımı etiketlemeye. Bu yüzden biraz, biraz da geçmişte huy edindiğim arada bir yayınlanmış yazıları silme alışkanlığından, pek çok kişi ve konu üstüne ya hiç yazmadığımı ya da yazdıklarımı yayından kaldırmış olduğumu görüyorum.

Örneğin "John Fante" diye bir etiket yok, Jim Jarmusch üstüne neredeyse hiç yazmamışım. Jacques Brel az da olsa görünüp kaybolmuş. Paul Auster üstüne çok az, Lukas Moodysson üstüneyse hiç yazmamışım. Reşat Nuri sadece bir alıntı olarak var, Halid Ziya da sanırım öyle...

2006 ocaktan bu yana, yani en başından beri buralarda dolanan kaç okurum var bilmiyorum ama 2006 ocak ayına o kadar kıymamış olsam da, şubat ve martı neredeyse tamamen yok etmişim. Hep iş ahlakımla övünürüm ama blog yazmayı iş görmediğimden olsa gerek 'saldım çayıra mevlam kayıra' şeklinde süregitmiş bu blog...

Eee, değişecek mi peki? Hiç sanmıyorum! Belki biraz, o da vakit bulabilirsem, hakkı yenmişlere iade-i itibar düşünüyorum.




10 Kasım 2009 Salı

İLHAN BERK

Şiirle birşey olunacağından değil de, şiire birşey olmasın diye, kendimi bildim bileli uğraşıp durdum şiirle. Şair olmak hevesini ne tam yaşayabildim ne de sıyrılıp kurtuldum ondan.

Yıllarca sevemediğim bir adamı birdenbire anlayıverince netleşti herşey. Yanlış da anlamış olabilirim!.. Bu hiç önemli değil.

Dışımdakilere birşeyler anlatabilmek şehvetini ve ukalalığını bir kenara bırakıp içimdeki denizle dalgalanmaya başladım. Huzur içinde yat İlhan Berk...

8 Kasım 2009 Pazar

İÇİMDEKİ KABA SABA ADAM: LOU REED!

- Açın gözlerinizi amcalar, teyzeler
size pipimi göstericem!



...hayata ve her şeye karşı, hep beraber büyüdük. çocukluğun sakinliğinden bunca zamandır çıkamamamızın sebebi buydu. hiç giyinemedik ki, soyunalım, soyduralım yanlarımızı... dik miydi, dik mi denk geldi başlarımız seyrine vakitsizliğin..? bilme ey kendine bilge diyen şarlatan! varız ama sayma bizi, pergellerin kuşatamaz istese bile çaresizliğimizi!

kendimi gülünç bulmazdım hiç ama öyle çok güldüler ki bana, alıştım ve gülünç bulunmakta küçük düşürücü hiçbir yan bulamadım. o halde, hep beraber gülelim!.. daha yüksek! daha yüksek! ve sekerek sekerek geçelim, bulanmayalım çamuruna zaten bu kadar kirliyken...


o orospuların hepsini sevdik, çünkü arkadaşlarımızdı çocukları ve bu yüzden parayla almadık ve ne de ödünç, gecelerden, o tertemiz ahhh!ları ohhh!ları... buyurun, buyurun sizde...

ne diyordu o emekli şair: "basit bir açıklaması var intiharımın: artık sizi sevmiyorum!" sevmedim sizi hiç.

önce eğlenceli, sonra tuhaf, en nihayetinde kaba adamlara dönüştük hiç değişmeden. kuyruk rüzgarımız güçlüydü, erken vardık bu yüzden her limana ve bu yüzden, hep boşa çıkartıldı ümitlerimiz... aldırmadık!

işte yeniden havalanıyoruz ve nereye gittiğimizi size söylemeyeceğiz...

nasılsa göreceksiniz bir gün...




"you keep hangin' round me
and I'm not so glad you found me
You're still doing things that I gave up years ago"



3 Kasım 2009 Salı

ZALİM YILLAR

Bir süre önce çocukluk arkadaşlarımın birinden bir mektup aldım. "Büyük bir yazar oldun mu?" diye soruyordu. Bundan onbeş yıl önceydi. O zamanlar, çoktan büyük bir yazar olmuştum da devasa bir yazar olmayı bekliyordum ortaya çıkmak için. "Kaç kitabın var şimdi?" diye soruyor. Hayır, dalga geçmiyor. Kitaplarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur onun. Cevap yazsam ve sıralasam olmayan kitaplarımı, farkına bile varmaz. Merak edip gidip almaya kalkmaz. Neyse... Zaten mektup da değildi yazdığı. Ben öyle olmasını isterdim. İstedim ve öyle oldu...

Birilerinin aklına gelmiş olmak bile güzel aslında. "Neden kitap yazmadım?" başlıklı bir manifesto yazdım ama hemen yırtıp attım. Otursak, iki kadeh tokuştursak karşılıklı; neden yazmadığımı mı anlatacağım sanki ona. 15 sene önce, burnumun dibini bile göremezken, ne kadar da küstah olduğumu mu anlatacağım... Hayır! Muhtemelen gece boyunca Fenerbahçe, Galatasaray, Türkiye Süper Ligi konuşacağız. Arada ekonomiden bahsedecek o. Sonra, çakırın yanına keyf denk düşünce, gidip taze ithal mallarla düşüp kalkacağız. Bizimle yattıktan aylar sonra, Kanada ya da Amerika'daki erkeklerle düşüp kalkıyor olacaklar onlar. Yıllar sonra, doğu blokunun yeni iş kadınları olarak geçecekler gözümüzün önünden... Amaaan sen de!...

Cevap olarak şöyle dedim: "Ben büyüdüm, içimdeki yazar küçüldü..."

Daha orta okuldayken, gazetelerin magazin eklerindeki bazı kadınlarla düşüp kalktığını söyler, fiyat listesi çıkarırdı. O kadar paraya değiyor mu diye sormuştum. Büyük paraydı gerçekten. Aslında sallıyor da olabilirdi.


Mail bile değil. İnternetin bize sunduğu bir hediyenin - ki birine faydası olduğunu da görmüş değilim, bu sebeple hediye midir gerçekten, emin değilim- sayesinde yazdığı bir kaç cümle yalnızca... Büyük bir yazar oldum mu? Yazar oldum mu?.. Bunlar önemsiz konular... Olmaya çalışsaydım, belki birkaç adım atardım ama yeltenmedim hiç. Ayağıma gelmesini bekledim fırsatların. Bak! Yine yalan söylüyorsun... Denedim ama beceremedim. Olmadı... N'apalım... Dünyanın sonu değil ya...

Neden yazar olmak istedim? Yani öylesine değil, büyük hatta devasa bir yazar... Bir kızı seviyordum ve onu elde edemememin en garanti yolu buydu... Mucizeler mucizeleri kovalasa bile zalim yıllar çok çok uzaklara savuracaktı zaten bizi... Ona kavuşamamanın tek yoluydu o zamanlar bu... Kıt bir hayal gücüm vardı ve aklıma sadece bu geldi... "Ben sizi çok sevmiştim bayan..." diyebilmek için bir gün umuma açık bir yayında; büyük, devasa bir yazar olacaktım. Adına ithaf edecektim en büyük yapıtımı ama içinde o olmayacaktı. Adı da değil ve ne de adının baş harfi... İlk ve son harfleri atıp kalanlardan birini seçecektim ve "G'ye..." diyecektim mesela ya da "Ü'ye..." Elime fırsat geçerse, herkesin gözünün önünde gözyaşlarımı akıtarak anlatacaktım aşkımı ama hiçbir kitabımda bahsetmeyecektim. "Bunları neden yazmadınız, yazmıyorsunuz?" diyenlere gülümseyecektim "Yazmalı mıyım sizce?.."

İÇİMDEKİ KABA SABA ADAM: LOU REED






















- Açın gözlerinizi amcalar, teyzeler

size pipimi göstericem!




I...


Benim kadar ya da benim gibi seveni var mıdır, bilmiyorum. Baudelaire'i şuraya koy, Modigliani'yi şuraya, Henri Gaudier-Brzeska'yı da şuraya... İşte tam da burada Lou Reed! Ergenliğimden ermişliğime(!) giden yolda en önemli duraklardan biridir...
Eskişehir semalarına NewYork semalarından getirip kondurduğum, çoğunu güldürdüğüm, kimini sevindirdiğim... Bu coğrafyadaki bir çocuğa gerçekten ne söylemiş olabilir?.. Erkin Koray John Lennon'ı anlatır da ben bunu kimseye anlatmam...

Puştluk değil mi, bende kalsın...


"...you keep hangin' round me..."




1 Kasım 2009 Pazar

Yanımıza alamadık... Yoktu çünkü delik ceplerimizde taşıma imkanımız!

Belli bir tarihten, belli bir başka tarihe kadar parantez içlerine aldığımız herşey ve onların zaptedemediğimiz yanları, dalları... Süresiz ama belirgin tarihlere mahkum budalalık kaçamakları... Adlarımızı silip yerlerine şarkılar, mısralar koyma uğraşları... Sonra, adlarımızı geri kazanabilmek için elden çıkarmak zorunda kaldığımız onca bilinçaltızenginlikleri...

O gün, biri birilerini gerçekten sevmiş olsaydı; bugün, dünya başka bir güneşle aydınlanacaktı... Olmadı! Olmadı! Varsın olmasın... Susalım ve bu sessizliğe inanmayanlara kırılalım...

"Aslında..." diye başladığımız her cümlede darağaçlarına çekeduruyoruz o güzel gençliği... Sıkıldığımız herşeyden vazgeçtiğimizi söylemek öyle boş ki!..

25 Ekim 2009 Pazar

CUMARTESİLERİM CUMARTESİ DEĞİL PAZARLARIM PAZAR

Akacak başka mecram olmadığı zamanlarda, bir çeşit not defteri olsun diye başladım bu blogu yazmaya. Faydasını gördüm, sıkıntısını çektim, kendimden kendime yollar çiziktirdim... Bir hevesti, başka türlüsü yoktu, yoluma devam ettim...

Üç beş kişi de geldi okudu, allah razı olsun!.. Pek çok kişiyi de başımdan savmam gerekti. Ölen öldü, kalan sağların da eceli belli...

Gün geçtikçe, biz buradakilerin sayısı azalıyor ve aslında iyi de oluyor; lüzumsuz kalabalıklar kendilerine yeni oyuncaklar buldukça, sırtımızdaki yük artık daha fazla ağırlaşmıyor...

Kaldım ya bunca zaman, bu vakitten sonra gitmek yakışmaz! Ama siz, sevgili üçler beşler; bir tek pazarı pazar bu adamın, gelip geçip de saçmalamaya başladığı vakitlerde, ona, ne dediğini bilmez sevimli bir ayyaşa yaklaşır gibi merhametle yaklaşın... Yaşayın ve başka hiçbir şeyi kafanıza takmayın...





24 Ekim 2009 Cumartesi

Yeniden

"-benim mi, ahmet gibi bir addır adım
ömrümün bir bölümünde basbayağı topalladım
saçmaydı oysa, ne gereği vardı"

Turgut Uyar



Kış yol açmaz bana ne de herhangi bir iklimi zamanın. Duruyorsam bundandır. Kapıları açmadığım yalan! Buyur ettiğim her rüzgar bir halsizlik bıraktı üstümde. Halimden sual olunan her yerde bittiğim söylendi. Madem öyle, ben de yeniden başlarım...



22 Ekim 2009 Perşembe

"TEK SUÇUMUZ SEVMEK!"

Nazım; biz bu fotoğrafı hiç çektiremeyeceğiz ve hiç çekemeyeceğiz ağırlığını, bizi geçmişte hafifleştiren şeylerin... İyisi mi sen resmini yap da tarihe karşı şerh düşelim garipliğimizi.

Zaman ellerimizden tutsun diye yalvarmadık ama merak, merak etmiyor da değil insan. Adam olamasak da insan kalalım biz yinede. Bu yüzden bu resmi sen mutlaka yap!

11 Ekim 2009 Pazar

SÜRİDEALİST ENDÜLÜS KÖPEKLERİ

Ait olamadığım çok az yer olmuştur. Öylesine uyumludur aidiyet duygum... Kirli sokakların tehlikeli solaklarından arkadaşlarım oldu (selam sana ey usta...), paylaştık göğü ve yeri ve birer imge olduğunu bilmedikleri güzel saatleri. Kolumuza takmaya uğraştıkça peşine düştüklerimizi, tökezleyip perperişan, sevdik hep ruhumuzu gömdüğümüz ucuz meyhaneleri...

Bu yüzden sevemedim hiç -uyamadım aptallıklarına- kitapları satır satır dillendirip, satır satır doğrayanları. Modernliğini Baudelaire'in, Dali'nin eroine gömülmüş sefaletini ve de amfilerde ve de çimlerinde bilimum mevkilerin; yaşamı bir kenara bırakarak yaşadığını sanan süridealist endülüs köpeklerini...

4 Ekim 2009 Pazar

DÜNÜMÜN KABUK TUTMUŞ, SİLİK, KEKEME İMGELERİ

I//Kar

Yeryüzündeki şeylerin isimlerini öğrenmeye ara verip, kendim adlandırmaya başladığım dönemlere denk gelir. Kar, aklımın alabileceğinden fazlası olmuştur hep. Ne üstünde, ne altında huzur bulabilmişimdir. Ergenliğimin ve küstah şairliğimin en çok kirlettiği imgelerden biridir. Şiire yakıştırılmış kelimelerden değildir ama sadece. Anlamaya çalışıp da akıl erdiremediğim bir cesaretsizlik halidir...

Sobanın üstünde kaynayan mısırlar, poşetlere binip yokuş aşağı kaymalar, sırılsıklam eve gelip azar işitmeler... Daha sonrası; gidememeler, kavuşamamalar, ulaşamamalar ve tabii ki kahve... Ve sonrası kanyak, ve sonrası viski, ve sonrası şarap... Öksürükler... Camın bir tarafında hapis kalmalar... En makulu intihar planlarının: 'Dışarı çık ve orada kal!..'

Vereme temas etmiş bir çocuk için öylesine kolay ki!..

Kar, kanayan bir şey olmuştur hep. İçimde ve dışımda. İçimden ve dışımdan. En büyük korkularımın bile uykusunu kaçıran. Kaçamadığım...


"korkuya yenik düşen vakitlerde

itinalı bir sadakatle
içimdeki kırık vazoyu kanatıyorum

kar, kan, küstahlaşan buhran
bu ne münasebet
aşkı şiirle aldatıyorum"



günlükler '09



Kıyas götürmüyor dizlerine koyduğum başım, içime çektiğim kokun ve tabii ki kolların, sırtımı 'benimsin' diye saran...

29 Eylül 2009 Salı

ÇİTİLENMİŞ SÖZCÜKLER

"You are the universe and god knows I'm the fool
I've journeyed round the outer worlds to return home to you
I've found a lover knows me better than myself
Sees through all my subtle lies and touches me to health"

"Here come the choices
It's consume or be consumed
Jump if you feel crazy
And jump if you're a fool"

The Shining, James

İçimden geçip geldim sana. İçimden geçirdim seni. İçinden geçtiysem eğer, ne mutlu bana! Aşk diye yazdığım, bildiğim ne varsa yırtıp attım ve aşka dair söylenebilecek hiçbir şey olmadığını, ancak sen bana öğretince anladım.

Yıllar önce "yazılınca kirlenir sözcükler" demiştim ve yıllar boyunca kirlettiğim ne varsa sabahlara dek çitiledim, yıkadım.

Geçip gidersin sanmıştım da korkudan dilimi yutmuştum. Olacağı varmış, iyi ki de olmuş! Sana hiçbir lekeli sözcükle dokunmadım.

"Aklın varsa git!" demiştim ya sana, "Deliysen, gel otur yanıma. Delirt beni de ve hiç yanından kaldırma..."



26 Eylül 2009 Cumartesi

- KENDİMDEN BAŞKA KAÇACAK YERİM YOK!

Gezi Parkı'nda, seyyar çaycıdan 75'er kuruştan birer çay alıp, iki at hırsızına hafta içi öğleden sonraları bile zar zor kucak açan barların cuma gecesi küstahlığından yakınırken ve yaşlarımızı alışlarımızı geçmişten ne kadar sık ve çok bahsetmeye başlayışlarımızla kavrayışımıza şaşa kalamayarak - çünkü herşey gibi bu da şaşırtmıyordu bizi- Yusuf'la telaşsız ve keyifli bir sohbet yaptık.

Neden 50 kuruştan kahve içip, 1 liradan tost yiyebileceğimiz ve bizi başlarından savmayacak mekanlar yok ki diye sızlandık. Tamam, bir gün elbet bizim de ellerimiz paranın bir ucundan tutacak da, bu şerefsizlere vermekten başka bir şey gelmeyecek elimizden. Eee, n'apıyım ki ben öyle parayı?!

Birkaç gün önce Yusuf bana misafir olmuştu ve hayatımızın kayıp yıllarından (yeniden doğuşlarımız ya da bitkisel hayata alışmalarımız da diyebiliriz) bir şeyler okuyup, bir şeyler laflarken, 2005 yılının günlüklerini çıkardım. "KENDİMDEN BAŞKA KAÇACAK YERİM YOK!" diye yazmışım büyük harflerle... "Kimin vardı ki?" dedi Yusuf... Güzel kaçmışız!..


[...........................................................................................
"Başlangıçtan beri size ne dedimse O'yum"
Yuhanna, 21-30

Bir hikayenin sonu olmak için güzel bir cümle.

4 mayıs 2005 çarşamba

................................................................................................]


22 Eylül 2009 Salı

After Great Pain, A Formal Feeling Comes

After great pain, a formal feeling comes--
The Nerves sit ceremonious, like Toombs--
The stiff Heart questions was it He, that bore,
And Yesterday, or Centuries before?

The Feet, mechanical, go round--
Of Ground, or Air, or Ought--
A Wooden way
Regardless grown,
A Quartz contentment, like a stone--

This is the Hour of Lead--
Remembered, if outlived,
As Freezing persons recollect the Snow--
First--Chill--then Stupor--then the letting go--




Emily Dickinson




21 Eylül 2009 Pazartesi

DESOLATION ANGELS

"... Hold together, Jack, pass through everything, and everything is one dream, one appearance, one flash, one sad eye, one crystal lucid mystery, one word -Hold still, man, regain your love of life and go down from this mountain and simply be-be-be the infinite fertilities of the one mind of infinity, make no comments, complaints, criticisms, appraisals, avowals, sayings, shooting stars of thought, just flow, flow, be you all, be you what it is, it is only what it always is..."

Jack Kerouac

19 Eylül 2009 Cumartesi

Bilmiyorum niçin?..

"Bilmiyorum niçin bana: O Yesenin rezili..
Bilmiyorum niçin bana: O şarlatan.. diyorlar?

***

Yoldan geçenlere durmadan gülümseyen
Bir sokak serserisiyim o kadar."


YESENİN

ISSIZ ADAM ve Bakir Alanlar

Yapıtlar, filmler farklı farklı okunabilir; serbest piyasa ekonomisi dahilinde, farklı bedeller biçilebilir varoluşlarına. Genel eğilim beni ilgilendirmez, ne de marjinal eğilimler... Sadece kendi düşüncelerimi dillendirebilme kabiliyetimden ibaretimdir.

Zaman zaman, bilet parasını başkası öderse, hiçbir ön değerlendirme olmaksızın, herhangi bir filme gidebilirim. Tek kriterim 'zaman' olur böyle durumlarda. O da tamamsa, herşey tamamdır.

Aslında ortalık toz dumanken konuşmak istemiştim ilk. Üstüme gelip de beni ağlatmasınlar diye (!) sustum o zaman. Şimdi, azıcık çalıştırmak istiyorum zihnimi. Artık ne kalabildiyse onda...

Issız Adam'a dair fikrim, Hitler'in Stalingrad takıntısına dair fikrimle birebir aynıdır. Dünyayı değiştirmek varken, neden kendini çok zeki sanarsın ki!..

Sanatla ilgili en temel meselelerden biri 'yenilik' meselesidir. 'Anlatılacak ne kaldı ki?' 'Anlatılmamış ne kaldı ki?..'

Kazara ya da taammüden, Çağan Irmak'ın bulduğu, azıcık ortaya atmaya çalıştığı ve televizyon zekası ile Stalingrad önlerinde donarak ölüme terk ettiği o dahiyane, dokunulmamış, bakir alan, 'Issız Adam' diye adlandırılan ve anlatılamayan 'Bugün'dü...

En azından benim gibi birkaç nihiliste yeniden ayaklanma cesareti vermesi sebebiyle bile olabildiğince büyük bir şey Çağan Irmak'ın yaptığı... Ahh! Keşke, bir de o adamı anlatacak kadar cesareti ya da çalışkanlığı ya da zekası olsaydı...





13 Eylül 2009 Pazar

DEĞME DİZELER

Vaktiyle Kayra'da bir bölüm olarak yapmıştık Değme Dizeler'i. Ben de oradan başlayayım istedim. Söyleyecek söz olmayınca, kekelemek konuşmayı unutmasını engeller insanın...



" bana bir nevresim kadar olsun katlanır mısınız?
"

( Selim Temo,Uğultular )

10 Eylül 2009 Perşembe

Ne yazık ki oradaydım

Sabah 06:30'da kalktım ve işe gitmek için giyindim. Çıkarken, babam, kalkıp şemsiye almamı söyledi. Şemsiyeyi aldım ama servis gelene kadar çoktaaan sırılsıklam olmuştum. Servise biner binmez yağmur durunca, söylenmeye başladım. Havaalanı kavşağında; polisler, İkitelli yönüne gidişi kapamışlardı, 'Kim bilir hangi kodaman geldi de uçakla, bize bu sefaleti çektiriyorlar' diye söylendim. Servis Yenibosna sırtlarından zor da olsa Halkalı'ya ulaşmayı başardı. Şirkete girerken, güvenlik görevlileri 'Duvar kenarından yürüme, yıkılabilir!' diye uyardıklarında farkettim yan tarafın tamamen su altında kaldığını. Azıcık silkelenip kafeteryaya çıktım ve bir kahve aldım. Ayamama deresinin götürdüğü arabaları, kamyonetleri, kamyonları izledim. [Korku filmlerinde en karanlık köşelere gitmesi gibi kahramanın, işte öyle mantıksız bir hareket(sizlik)ti] Gelen gidenin azlığı dikkatimi çekti ve şirketin ön tarafındaki yolun da artık bir dereye dönüştüğünü farkettim. Yavaş yavaş gerilim arttı ve genel tahliye emriyle sel sularına atladık. Niyetimiz yolun karşısına geçip Sefaköy sırtlarına çıkmaktı ama akıntı buna izin vermedi. Geri dönebilecek kadar şanslıydık ve güç bela şirket binasına dönüp saatlerce, sırılsıklam bir halde suların çekilmesini bekledik. Ne yazık ki ölen o 7 kadının cesetlerinin sudan çıkarılması izlemek zorunda kaldık. Ben izlememek ve izletmemek için çabalasam da çok da başarılı olduğumu söyleyemeyeceğim. 12-12:30 civarı servisler şirkete dönmeyi başardılar ve 13 gibi evime dönüp sıcacık bir duş aldım. Vücuduma o karanlık sulardan çok da fazla tehlikeli madde geçmemiş olmasını umdum ve bir kaç kez daha duş alarak kendimi güvene almaya çalıştım. Şu an vücudumun her zerresi sancılar içinde ama yavaş yavaş düzeliyorum... Herkese geçmiş olsun...




9 Eylül 2009 Çarşamba

Survivor

Bu sabah işe gittim ve geri dönebildim... Hayat çok tuhaf!..

7 Eylül 2009 Pazartesi

Sıradan

Nerede yakışıklı duruyorum diye bakındım durdum. Bulsam, gece gündüz orada dikilecektim. Ekilecektim belki süreklere baka baka kararan kaderimle. 'Her ne olursa olsun iade etmeyeceğim!' dedim. Çirkin değildim ve eğildiğim her su defediyordu beni başından. Sıradan bir adam, sıradan bir melodramdım. Kimse izlemiyordu beni...

6 Eylül 2009 Pazar

Özel


Özel mülkiyete geçmemle 'özel' hissetmeye başladım kendimi. Özel hissettirdin bana kendimi. Kamudan azad oluyorum ve kölelerimden ve köleliklerimden ve bileklerimden tutup da bırakmayan cahilliklerimden... Seninim ey bu gözlerin efendisi!


Bu şairi bu güraya düşman etmedin çünkü sen. Bu gürayı bu şaire peşkeş çekmedin... Soyundum ve giyerken pijamalarımı; sağ ayağa gürayı, sol ayağa şairi geçirdim. Ve sen tüm o geceler boyu ve sen gelip geçecek tüm geceler boyu öyle güzeldin ki, şairin nutku tutuldu, güray dile geldi.






1 Eylül 2009 Salı

Güray Onok Sahaf















































*** Bir zamanlar yayınlamıştım bunları da, bir de sahafa düşsünler istedim...

'Resimleri büyütmek için tıklayınız' dememe gerek yok sanırım... ***

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Ara Toplam

Aslında oturup İki Eylül günlerinden dem vuracaktım ama öylesine geçiştirmek istemedim üzerimize yapışan o yazı. Yavaş yavaş sıkıntılarımı geçmişin tozlu raflarına sıkıştırmaya başladığım şu günlerde, keyifle yorularak, umutla yoğrularak geçirdiğim zamanıma geçmişin lanetinden damlamasın diye bu konuyu bir süre daha ertelemeye karar verdim.

Gün aşırı yeni gelinlik modelleri, porselen takımlar, çatal-bıçak takımları, perdeler, halılar, yemek masaları&sandalyeler seçtirile durayım, dört nala evlilik yolunda ilerliyorum. Çok kalmadı, en geç 5-6 ay içinde bir evlilik cüzdanım olacak ve önümüzdeki yazdan itibaren de eve gitmek için çok geçerli bir nedene sahip olacağım...

Yaşımdan son bir iki rakamı almadan önce, oldukça yaşlı hissetmeye başlamıştım kendimi, artık her gün gençleştiğimi hissediyorum... Göbeğimi de akan zamana kurban edebilirsem... İşte o zaman, yıllar önceki filintayı yeniden aynada görmeye başlayabilirim...

15 Ağustos 2009 Cumartesi

KAMONDO MERDİVENLERİ'nin arkasındaki adam: AVRAM KAMONDO


* Avram Kamondo Osmanlı Devleti'nde gayrimenkul edinme izni alan ilk yabancı uyruklu kişidir.

* 19. yy'ın ilk yarısında Osmanlı Yahudileri o denli kara taassup ve cehalet içinde idilerdi ki dil-din ayrımı yapamıyor, bir yabancı dil öğreneni dahi başka bir dine geçmiş gibi görüyorlardı. Kamondo bu cehalete son vermek için; Islahat Fermanı ile başlayan reform hareketinden de cesaret alarak Türkçe, Fransızca ve İbranicenin okutulacağı modern bir ilkokul fikrini ortaya attı. Hayalini kısa zamanda gerçekleştirdi ama bazı tutucu hahamlarca kötü karşılandı. Bu tutucu hahamlar cemaat içinde öyle bir yaygara kopardılar ki sonunda onlara tavizler vermek zorunda kaldı.

* Kamondo Türkiye'de o denli sevilen ve sayılan bir kişi idi ki cenaze töreni günü (Paris'te ölmüştür, vasiyeti üzerine cenazesi İstanbul'a getirilir ve onun için hazırlanan bir anıt mezara gömülür) İstanbul'daki Yahudiler yas tutarken borsa ve finans kuruluşları işlerini tatil etti, Galata ve Haliç esnafı dükkanlarını kapattı.

Daha fazla bilgi için İstanbul Ansiklopedisi, Avram Kamondo maddesine bakınız...


14 Ağustos 2009 Cuma

Cam Perisi ( Bir zamanlar Kybele)

Kupa Galipleri Kupası (Bir zamanların Kupa 2'si)

Geçtiğimiz yıl; İstanbul, Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı'ndaki son finalle Uefa Kupası'na veda ettik. Bundan böyle Uefa Avrupa Ligi ile yola devam ediyoruz. Bu veda, dostlarımla sık sık yad ettiğim Kupa Galipleri Kupası'nı hatırlattı bana. Her ligin kupa galibinin mücadele ettiği o centilmen günleri...

Son Kupa Galipleri Kupası finali hatıralardan silineli epey olmuş. Son final 1998-1999 sezonunda Lazio ile Mallorca arasında oynanmıştı. Eminim Mallorca'yı duyar duymaz, o günler, bazılarının zihinlerinde yeniden canlanmaya başlamıştır.

TRT 3'ün zaman zaman yayınladığı "Unutulmaz Finaller"de o maçı bekleyip duruyorum ama bir türlü yayınlanmıyor. (Yoksa Show Tv. mi yayınlamıştı o finali?..)

O maçın kadrosunu ve ondan önceki birkaç finali daha listeleyeyim de isteyenler nostaljilerini yapsınlar:

Villa Park, Birmingham,

Lazio: 2 - RCD Mallorca: 1

7' 1-0 L:Vieri
11' 1-1 M:Dani
81' 2-1 L:Nedved


Lazio
1-Luca Marchegiani;
5-Giuseppe Favalli,
9-Marcelo Salas,
10-Roberto Mancini(24-Fernando Couto 90),
11-Sinisa Mihajlovic,
13-Alessandro Nesta,
15-Giuseppe Pancaro,
18-Pavel Nedved (7-Attillo Lombardo 84),
20-Dejan Stankovic (14-Sergio Conceição 56),
25-Matias Almeyda,
32-Christian Vieri

RCD Mallorca
13-Carlos Roa;
3-Miquel Soler,
4-Gustavo Siviero,
5-Marcelino,
9-Dani,
10-Ariel Ibagaza,
11-Jovan Stankovic,
12-Lauren,
14-Javier Olaizola,
22-Leonardo Biagini (21-Veljko Paunovic 73),
23-Vicente Engonga


1990-91:
Manchester United 2 - 1 Barcelona
De Kuip, Rotterdam
1991-92:
Werder Bremen 2 - 0 AS Monaco
Estádio da Luz,Lisbon
1992-93:
Parma 3 - 1 Royal Antwerp
Wembley Stadium,London
1993-94:
Arsenal 1 - 0 Parma
Parken Stadium,Copenhagen
1994-95:
Real Zaragoza 2 - 1 Arsenal
Parc des Princes,Paris
1995-96:
Paris Saint-Germain 1 - 0 Rapid Vienna
King Baudouin Stadium,Brussels
1996-97:
Barcelona 1 - 0 Paris Saint-Germain
De Kuip,Rotterdam
1997-98:
Chelsea 1 - 0 Stuttgart
Råsunda Stadium,Stockholm

6 Ağustos 2009 Perşembe

Unutmadım, unutamam...




1998-1999 Season Squad

Name GP Pts Birth Date Height Nationality

Mahmoud Abdul-Rauf 5 75 09.03.1969 1.85 United States

Mustafa Abi 30 135 02.01.1979 1.97 Turkiye

Serdar Apaydin 32 275 21.10.1966 1.95 Turkiye

Zaza Enden 29 46 28.05.1976 2.04 Turkiye

George Gilmore 22 329 1967 1.80 United States

Ermal Kuqo 22 37 12.02.1980 2.07 Turkiye

Ibrahim Kutluay 33 819 07.01.1974 1.98 Turkiye

Conrad McRae 20 216 11.01.1971 2.06 United States

Marko Milic 7 92 07.05.1977 2.00 Slovenia
Tamer Oyguc 21 77 11.01.1966 2.10 Turkiye

Reha Oz 10 5 03.04.1978 2.02 Turkiye

Baris Suer 4 2 08.04.1981 2.04 Turkiye

Zan Tabak 32 416 15.07.1970 2.14 Croatia

Levent Topsakal 6 46 09.06.1966 1.90 Turkiye

Tyson Wheeler 6 48 1975 1.78 United State

3 Ağustos 2009 Pazartesi

BANT KAYITLARI

Kalplerinin beyinlerinin babalarının
söz dinlemez çocuklarıydı

bu şehrin her tarafı delikti
ki dünya zaten delikti
fena halde yenilgi sızıyordu

dec'i mic'i dağıtan spikerler
bant çözücüleri tombalacılar
bir tek o çocukları muaf tuttular
tarihi yazarken
son kullanma tarihi çoktan geçmiş
-ki onların tarihe ihtiyaçları yoktu-

sümüğü akan ışıklı çocuklardı
kızılmaske din öğretmenlerinden
kurukafa damgaları yiyen

kokulu silgi kokulu kalem kokulu notlarla
gelmediler okula
takdir teşekkür tevekkül de
getirmedi hiçbiri
-hepsi sapanlıydı
hepsinin yakasında martı kanı
sapanlarla barışmadı-

yaşamın coşkusuna kapılan
yüzmetreciler kuka oynardı
maratoncular körebe

güneşi tutan o çocuklar
ki çivi oyunlarında yenik düştüler
bozuk zamanlara düştüler
ve bir daha hiçkimsenin telli arabası olmadı
ve bir daha hiçkimsenin uçurtması
ağaçlara takılmadı

güneş üşürdü campanella


Uğur Yıldırım

1 Ağustos 2009 Cumartesi

MÜSVETTE AŞKLAR

I

Ah benim yaka cebim
Yaka cebimde kaybettiklerim
Şiir müsvetteleri
müsvette aşklar
Ve köstekli bir saatin kurma kollarına mecbur edilen
zamanın arşı endam yüzü
Endamına kurban olup
yaylı keman diline düşürdüğümün gecesi
gecesi ayaz sevgili
Ey sevgili
İçimdeki köşelerine kırmızı mumlar dikip
yakıyorum geceleri
Geceler ateş müsvettesi

Bizim akşamcıya
ama hiç bir akşamcıya
kumkapı meyhanelerinde
balıkla rakı içmedi denilemez
İçti de denilemez tabi
Ama bilseniz
bir bilseniz
Ekmek arası balık
balık arası rakıyla
iki tek çatılan çadır aleminin keyfini
kimler
ah kimler kaçırdı
kaçan balık büyüklüğünde kendini

İşte kumkapıdasın
meyhanedesin
Ve balıkla rakı içiyorsun
Kapı açık
kapı azıcık açık
Bir küçük nokta giriyor içeri
koca bir dizenin sonunda
Ardında büyük bir harf
Bir sıkıntının baş harfi
Sonra çekimser hayat
ve sıkıntılar
Bizlik
bize göre
bizden yana sıkıntılar

Örneğin
sıkıntıdan öptüğün bir kadın
bakarsın aşık olur sana
bakarsın rüya gibi kayar ellerinden
O senin
sen rüyanın sıkıntısı olursun birden
Ve şaşarsın bu işe (...)

Uğur Kaynar

(Şiirin tamamı değil ama etkilenmek ve peşinden gitmek için bu kadarı kafi gelmişti bana)


"Rahatına düşkün kişilerin işi değil edebiyat" *



Yazının yetenek ve yaratıcılıkla ilişkisini, sanki başka hiçbir şeyle ilişkisi yokmuşçasına öne çıkarır kimileri. Yazmak; karşılığında para kazanın ya da kazanmayın; ister keyif için yazın, ister yazın denize atın; nasıl bakarsanız bakın, nasıl yazarsanız yazın bir meslektir. Zanaat da gerektirir, hamallık da...


Yazın; okurken de, yazarken de büyük bir yanılgıdır. Gözlere ve yüreklere perde çeker önce; sonra, doğum günlerini, yıl dönümlerini unutmaz, arada bir ona çiçek alırsanız; sofrayı beraber kurar, beraber kaldırırsanız yavaş yavaş aralar perdeleri. Bunları gerçekten, tüm yüreğinizle yapmayı öğrendiğinizde, tamamen kaldırır tüm engelleri. İlk fark ettiğiniz, bir deha olmadığınızdır. Yaşayan, yaşamış en iyi şair / yazar siz değilsinizdir...

Bu, bir yıkım ya da kırgınlık yaratmaz sizde. Hafifler, rahatlar ve yola devam edersiniz...


*: Nermi Uygur



30 Temmuz 2009 Perşembe

günlükler

"12 mart perşembe;

1'im...

Dışarıda yağmur yağarken, kahveye sarılıp sana uzatıyorum düşlerimi.Üşür gibiyim ama sıcaklığın kalbimde atıyor.Seni özlemekle oyalanmaktan vazgeçeceğim yok.Senin beni özlediğinle acımaktan. Konuşmak istiyorum ama sesimi titreten kederim, şımarık bir çocuk gibi ezip geçiyor içimdeki çekingen mutlu çocuğu...

Hayat, şımarttıkça şımartıyor o kederi.

Ama meraklanma!

Çocuğum mocuğum demeyeceğim çakacağım bir gün suratına şamarı.

Seni seviyorum..."

günlükler

"14 mart cumartesi;

ikim...

Gidip geliyorum, gidip geliyorum. Anlamanı bekleyecek, isteyecek kadar ileri gitmeyeceğim. Seni kırıp paramparça ederken sevgim, çareler arıyorum ısrarla. Azıcık sabret... Ben çare/ler bulana kadar umutsuzluğun verdiği infaz kararını beklet..."

24 Temmuz 2009 Cuma

ŞİİR ANAHTARDIR

İbrahim Öksüz'le konuşuyorduk, Hakan Uygun'un bir sözünü aktardı bana: "Şiir ölmedi ama pis kokuyor!" Bu sözün dolaylarında; imgeden, anlamdan, konudan, dertten, teknikten konuştuk. Geçmişle bağının kopukluğundan yakınılan günümüz şairlerinin nasıl da (farkında olmaksızın) birer divan şairine dönüştüğü çıktı ortaya. İmgelerin ard arda dizilişinin bir anlamın, bir konunun, bir derdin sınırları içine giremeyişi; sadece söz sanatından ibaret, zenginlik içinde yoksulluk, bir parasıyla rezil olma durumu...

Şiir hakkında her dönemde "Şiir öldü!" "Şiir ölüyor!" "Yarın öğle namazını müteakip şiirin cenazesi kaldırılacak" türünden asparagas haberler yapıla gelmiştir. Bu tür yalancılıkların kaynakları da genellikle şiire tutunamamış, başka yollardan kapılar edinmiş (%99 Zeki Müren kapısıdır bu kapılar) düz adam ve kadınlardır... Haddimize hadsizlik ettirmemek amacıyla konunun bu kısmını bu kadarla bırakalım şimdilik...

Şiir ölmez! Ölemez... Şiirin sonu insanlığın sonudur. Geriye bir tek sanat kalacaksa o da şiirdir. Tüm sanatların cenazelerini görecek tek sanattır o. Ne kadar kenara itilse de, asıl yeri kenarlar, uçlar olduğu için şiirin sadece ömrü uzar. İnsanın kalbine giden en kısa yoldur şiir. Kalbin kapısı değildir ama! Şiir anahtardır. Kapılar açar... Hangi kapıyı açması gerektiğini bilmeyen, kapılar açmaya cesareti olmayan hemen kurtulmaya çalışır anahtardan. O kurtulur, bir başkası kurtulunmuş o anahtarla hayatını kurtarır...

Ne kadar pis koksa da, ilk yağmurda filintaya dönen bir sokak çocuğudur o... Bu sebeple, onun için üzülmeyelim!

...

Kimim bilmiyorum geldiğim yeri
Saçlarım uzamış, çökmüş yanaklarım
Kokuyor ciğerlerimdeki küf
Hafızamdan taşmış hayat
Kurtlanmış yaralarım
Çürüyen bir et parçasıyım
Bağlanmış paslı zincirlerle
Bilmiyorum kimin için tehlikeliyim
Kapıların kilitli, camların demirle perdelendiği
Bu ortaçağ tımarhanesinde
Uyanıyorum aniden ve
Sigaraya uzanıyorum
Çağırır gibi yardıma
Çocukluğuma ellerimle gömdüğüm birini



Niye bilmiyorum yıllar önce
Fırlayıp gittiğimi evimden
İpini koparan bir köpek gibi
Çılgınca koştum aklımın sınırlarında


Soğuktan morardığım bir geceyarısıydı
Asla incitmemek için hakikati
Yırtıp attım verdikleri haritayı
Doğruydu yollarda kaybolduğum
Yıktım durmadan kurduğumu
Ne zaman azcık umutlansam
Doğruydu kadınlara vurulduğum


Ben işlenmiş bütün suçları
Hep üstüme aldım giderken
Yalanları, arızaları ve yanlış anlamaları
Ve galiba, hep kaldım kuytu bir yerlerde
Hiçbir zaman unutulmayacak
Kötü anılar gibi

Emre Gürdal

14 Temmuz 2009 Salı

14.07.2009

Şiirle bir şey olunacağından değil de; şiire bir şey olmasın diye, kendimi bildim bileli, uğraşıp durdum şiirle... Şair olmak hevesini ne tam yaşayabildim, ne de sıyrılıp kurtuldum ondan. Şiirin ne olduğunu, hayatın, hayatımın neresinde durduğunu anlamaya çalıştım. Hasta ve sevdalı bu çocuğun kendine devalar aradığını sandılar, ama hiç de öyle değildi. Bayrakları çoktan açılmış bir savaşta saf tuttum safça, tek yaptığım buydu...

Şiirden önce, başka bir şeyi öğrenmeye adasaydım çocukluğumu, böylesine sakin olabilir miydim? Cevaplara sorular aramaya hiç gerek yok! Kahrolsun felsefe (!)

Şiirin yalnızlığına üzülmüyorum artık. Yalnız ergenlerin ve sevdalıların çekingenliklerinde nefes alabilmesine de... Ben bu yoldan yürüdüm ve buraya geldim. Kendi adıma memnunum...

8 Temmuz 2009 Çarşamba



Düşlerimin ve heveslerimin akla uygunsuzluklarına gülüp geçti hep tanıdıklarım. Düşler ve hevesler... Yani küçücük şeyler... Miniminnacık kehanetler...


Kaderimin peşinden koşuşumun her türlü gülünçlüğünü kabul ediyorum. Başkaları ne derse desin de; ben, onları, üstüme epey yakıştırıyorum.

Bu 'aşk' ilk ne zaman düştü yüreğime? Yıllardan '92, aylardan aralık. Öyle üşümüştüm ki, asla unutamadım. 16 yıllık bekleyişim -aptalca peşinden koşmaları bir kenara bırakırsak- ve nihayetinde, rastlantının o harikulade güzelliğiyle varılan, vurulan, yüz sürülen o sakin kıyı... Ahh! Biliyordum onca acının bir sebebi olduğunu...



6 Temmuz 2009 Pazartesi

* * *



yazınca konuşmuş sayılmaz ki insan

harflerin sesi yoktur

kağıdın üstündeki herşey cansız


Güray ONOK





27 Haziran 2009 Cumartesi

UMUTSUZ AŞKA GAZEL

Gece yanaşmaz gelmeye
gelmeyesin diye sen,
bense gidemeyeyim diye.

Ama gideceğim ben
ısırsa da şakağımı bir akrepler güneşi.

Ama geleceksin sen
kavrulmuş dilinle tuz yağmurundan.

Gündüz yanaşmaz gelmeye
gelmeyesin diye sen,
bense gidemeyeyim diye.

Ama gideceğim ben
kurbağalara bırakıp dişlenmiş karanfilimi.

Ama geleceksin sen
karanlığın bulanık çirkefleriyle.

Ne gece yanaşır ne gündüz gelmeye
öleyim diye ben senin uğrunda,
sen benim uğrumda ölesin diye.


F. Garcia Lorca

24 Haziran 2009 Çarşamba

PER

A.'ya


I


sen ben duvarlara karşı sibel

masada aynı oyun
tuttuğumuz berbat bir el
sahnede aynı trajedi
iki insanın birbirini bulup yitirmesi

II

sen ben duvarlara karşı sibel
ikimiz yanyana
berbat bir per

yinede
her türlü blöfe
her türlü reste değer

Yusuf Ziya

18 Haziran 2009 Perşembe

Üzgünüm Prensesim

"Bir başkasının yerine ölümü tercih eder misiniz?" diye
sorulduğunda "evet" demişti genç adam hiç duraksamadan.
Bir başkası.
Başka biri.
Uğrunda ölünebilecek öyle çok şey varken neden
bir başkasına evet?
Bu sarışınların platini, kızılların kuzgunisi!
Kadınlar, kalpte yaşayan yaratıklar.
Elim bir kaza, dökülen onca gözyaşı.
Yüreğin fasılasız ağlaması.
Genç adam, aynı şey benim de başıma gelecek diye korkuyordu.
Aynı yıl doğmuşlar, aralarına dört aylık bir zaman birimi
takmışlar, öyle yürüyorlardı hayatın belirsiz pınarlarında.
Bakışlarındaki hüzün aslında
dünyanın aldığı son durumu yansıtıyordu.
Bu tür insanlar kendileri için yaşamazlar, güçsüz ve yalnız
insanlar için can verirler.
Bir an kendilerini düşündüklerinde, amansız ölüm yakalar mavi
gözlerin çölleri sulayan cennetini, cennetimi, cennetimizi.
Hani bir duruşu vardı hatırlarsınız,
ayakkabılarımızı ters giymiştik farkındasınız.
Şöyle bir geriye çekilir ağlar mısınız?
Göz yaşlarınızı toprağa sallar mısınız?
"Üzülme" diyor bir berber, genç adam traş olurken,
"onun bedenindeki sular bizim sularımıza karışacak.
Biz içeceğiz onu.
Hayat pınarından biz geçeceğiz."
Maskeli balolar, davetler, şık resepsiyonlar...
Alışamaz beden böyle modern acılara,
atarsın kendini okyanusun alevli kucağına.
Dünyaya getirirsin iki beden, biri senden diğeri erkeğinden.
Onca yaşayacak zaman,
alınacak milyarlarca nefes.
Ağlıyor genç adam Prenses, Prenses diye.
Dünyaya her gelen elbette gidecektir geri,
dakikası, saniyesi, salisesi belli.
Yinede üzülüyor kalpler.
Yalnız bıraktın bizi Prenses
çok erkenden.
Nasıl yaşayacak kalpleri zımbalı, gönülleri atlaslı bu topluluk?
Hatıraya satacak beyinlerini
yoksa hummalı bir hastalık kumkuması.
Rafine edilmiş kalp olamaz.
Güzel Prenses öldü, bu beden onsuz kalamaz.
Bir an duraksarsın ya, işte hepten
öyle durdu hayat.
Şimdi ne olacaksa olsun, bitsin bu korkunç fırtına.
Neyse ki zaman yoktur diye kulağa
fısıldamıştır; bir bilgi sağlaması yapılmış,
cetvelle ölçülmüştür kızıl tilkinin kürkü.
Hep bir ağızdan bağırıyor insanlar, "Prensesim gitme" diye.
O dokunuyor gaza, görüntü vermek istemiyor.
Verse son görüntüyü paparazzilere,
yıkılacaklar yere, pişman olacaklar
görüntünün hilesini çektiklerine.
Oysa gitmiştir Prenses bir saat önceden çağrılan yere,
o altın varaklarla süslü bahçelere.
Nasıl emin olur insan böyle hayatın gizlerine,
çok önemli bir soru değil bu;
gözlerindeki gemilere giden mektuplarından belli.
Bir duruş bu, dokunuş değil ki
bedeli ise verilen sırlarda gizli.
Hayata gözlerini kapadığı andan beri Prenses, esmer adam yemeden
içmeden kesildi, sanki dünya nimetleri bir anda bitti.
Biraz gönül tedavisi, biraz beyin jimnastiği,
kendine geldi esmer adamın matemi.
Fakat unutmak terk etmek değildir; her zaman bilinenin aksine
kürek çekmek kurtarır insanı.
Böyle bir beden
ışık saçan dümen,
yıldızlara ulaşan
gönülsüz üzgün Prenses.
Bir ses akıyor, dünyanın portakal kaplı çatısına yıldızlar
kayıyor ağlayarak.
Atmosfer şişmiş, dokunsan patlayacak.
Efsunlanmış Prenses'imin sesi yıkıyor dünyanın çatısını.
Ah, dedikçe esmer adam,
Prenses'ten ses geliyor:
Dayan esmer çocuk çekiyorum seni yukarı.
Galler ki dünyanın eski boynuzu,
Prenses'e veda diyor eski bir tarım işçisi
ırmaklara, çöllere, bulutlara veda ediyor.
Büyük bir fırtına çıktı allı yeşilli,
ırmaklar kabardı, filler haykırdı.
Kainatta gözle görülür bir şıklık,
yıldızlar da ağlıyor usulcacık.
Güneş bir anlığına durdu, ısı vermiyor taşa,
ağlıyor insanlar Prenses'in son duruşuna.
Neden sevdim ki seni Prenses,
belki eski kavimlerden hissettiğim serkeş.
Asil olmak yakışmaz,
bazı D.N.A.'lar birbirleriyle barışmaz.
Evet, kıskanıyorum bu terk edişi,
bu asil ölümü.
Yanına geliyorum,
ruhunu ezbere biliyorum.
Dağlara sesleniyor,
Prenses, Prenses Di'yorum(!)
Tüm kornaların sentaksını
değiştiriyorlar, Do-di. Do-di, diyorlar.

Metin Kaçan

14 Haziran 2009 Pazar

Padişah ve karagözcüsü









III. Selim'in karagözcüsü, Padişahının karşısında Karagöz oynatıyormuş. Zengin bir adam rolünde olan Karagöz, bir ara uşağına sesleniyor, 'Seliiiim!' diyor, aksiliğe bakın ki uşağın adı Selim. Padişah bunu duyunca, 'Buyur!' diye yanıtlamış karagözcüsünü. Karagözcüsü donakalmış, susmuş, sonra püf diyerek mumu söndürmüş. Padişah 'Şaka ettim, şaka...' diyerek adamın gönlünü almak istemiş ama kırdığı potu meslek ahlakına yediremeyen karagözcü, efendisinin izniyle hacca gitmiş, orada ölmüş.





Bilinen, meşhur bir hikayeymiş bu. Ben Melih Cevdet'ten öğrendim, oradan(İmge Ormanları) naklettim. Pot kırmakla başlayıp, meslek ahlakı ile biten çok hoş bir denemeydi.

10 Haziran 2009 Çarşamba

* * * *

Bütün saatler durdu
ve yeniden kurdular kendilerini;
uzanıp ellerine bıraktım,
hayatımın bundan sonraki hikayesini.
'Hiç yorulmadım'
dedim sana,
'Hadi! Yor beni.'


Güray ONOK


24 Mayıs 2009 Pazar

Tek ayak üstünde, 24 mayıs '09...



Kültürlü insan "her şeyi bilen değil, her şeyi anlama yetisine ulaşan insandır. Her şeyi anlama yetisi ise bilgiyi korunması gereken, değişmez bir mülkiyet değil, yenilenmesi, durmadan tazelenmesi, gerçekleştirilmesi gereken bir şey olarak benimsemekle edinilir." diyor Vedat Günyol, Yeni Türkiye Ardında adlı kitabında. Bilgiyi işlemeyi makinalara ve başkalarına bıraktığımız bu çağda, hızla pas tutması geçmişin aydınlık insanlarının yerini alanların, galiba bu yüzden... Melih Cevdet de Don Kişot üzerine, "günümüzün Don Kişot'ları sağcı muhafazakarlardır, çünkü değişimden yana değil, yaşanmış ve bitmiş geçmişin içinde yaşamaya inatla bağlı olanlar onlardır" diyordu; Don Kişot'un yeldeğirmenleriyle savaşan bir deliden daha çok geçmişin şövalyelik hikayelerinde yaşayan biri olduğunu söylerken. Yazının tarihi eski olduğu için 'sağcı muhafazakarlar'ın yerine bugün için 'demokrat solcular' yazabiliriz. Muhafazakarlık bilgiyi ve aklı yeniden keşfederken, artık aydınlıktan ve kitaplardan uzak bir güruh, özgürlüğü, çadır kurulan konserler ve çeşitli müziklerin gürültüsünde flört sanıyor ne yazık ki!.. Önce aklı özgürleştirelim...



23 Mayıs 2009 Cumartesi

mektup


'Fosur fosur şiir yazıyorum' dedin, bırak artık bu mereti. Git kendine yeni bir gençlik bul. Bir iki kadını sevişmeden sev ya da kediyi, ya da becerebildiğin her hangi bir şeyleri... Sonra oturup konuşuruz, istersek rakıyla dövüşürüz. Korkuya kapılma, içkiden el ayak çekmem sadece talihsiz bir rastlantı, karım kızsa da tatlı, yaşlı bir alkolik olacağım... Kimse yükseltmese de yerim yok bu oyunda. Ben çıkıyorum... Umarım birileri kazanır, ben kasayı vurunca...



15 Mayıs 2009 Cuma

Sessizliğimin sanki erdemli bir yanı varmış gibi düşünmenizi istiyorum...



Sessizliğimin sanki erdemli bir yanı varmış gibi düşünmenizi isterdim. Yok!


***

Çok eskilerde; varlığıma akla uygun bahaneler ararken, varlığımı sürdürmek için kabul görür amaçlar peşinde koşarken öyle yorgun düşmüştüm ki aslında bu zırvalığın aklı evvellik olduğunun farkına varmamıştım. Alelacele bulup buluşturduğum saçmalıksa 'Ölmek için yaşamak' olmuştu. Sonra, bu saçmalık beni öyle güzel oyaladı ki yıllar birbiri ardına devrilip gitti...


Onca yolu yürüyüp, koşup, kah araçlara kah insanların sırtına binerek gelip vardığım, az biraz soluklandığım bu yerde ne değişti peki? Ölmek için yaşamak, ölene dek yaşamaya dönüştü sadece... Eh, bu da iyi kötü yol almaktır değil mi?

***

Bilgeliğimin kendimden başkasına, hiçbir koşul ve şart altında en ufak bir faydasının olmayacağını bana öğretmeye çalışsalardı her denemeleri hüsranla sonuçlanırdı... Bu yüzden bunu size anlatmaya çalışmıyorum.





7 Mayıs 2009 Perşembe

Kütüphanelere güneş doğmuyor!.. Geçiyor bu ömrüm de günüm dolmuyor.

Artık özgür bir adam değilim... Temyize gitmeyeceğim için de 5 yıl boyunca 'hükümlü' olarak kalacağım. Aslında en baştan beyaz yalanlara başvursaydım, şimdilerde elimi kolumu sallayarak, canımın istediği her yere girip çıkabilecektim. Her ne kadar, Pişmiş Tavuk benimle arasında bir akrabalık bağı olduğunu iddia etse de, ben bahaneleri seven bir adam olmadım hiç. Başıma gelen her şeyin başımın üstünde yeri var...

Cezam
kesinleşti ve yıllar geçtikten sonra nihayet hüküm giyebildim. Olur da bana konulan yasakları çiğnersem 2020 ila 2030 yılları arasında 3 ay 10 gün hapis yatarım herhalde... Belki de ben ölmeden tecelli etmez kader, kim bilir...

Etrafımda olup bitenlerle ilgilenecek pek de halim yok! Kendim için değil, bu kez diğerleri için bırakmaya çalışıyorum sigarayı ve böylesinin daha kolay olduğunu görerek Şaşkınlıklarım Listesi'ne yeni bir madde ekliyorum. Bırakmak kolaymış da, başlamamak için sürekli yeni bahaneler aramak oldukça yorucu. Eskiden bırakmamak için bahaneler arardım... Neyse ki gerginlik ve uykusuzluk günleri arkada kaldı... Yemeklerden sonra sigarayı özlemeyi de bıraktım... ( Kaç gün oldu? Kaçamakları saymazsak, ilk haftaya çizik attık. Artık kaçamak peşinde de koşmuyorum... Koşmuyorum... Vallahi koşmuyorum...)




28 Nisan 2009 Salı

20 Nisan 2009 Pazartesi

G. Foyle

Sevgilim anahtarı çevirdi ve ‘Ölüm mü senin hedefin?’ diye sordu. Işığı açsaydı yalanım sürecekti, yalanım sürseydi ışıklar sönmeyecekti. Konuşamadım. Verebileceğim her cevabı biliyordu zaten. ‘Buradan bin çıkış var’ dedim. Gözleri parladı ve sönmedi. Bu kadar aşkla, bu kadar ticaret ilişkisinden sonra tüm acılarımı yalanlamış ve içimdeki şımarık çocuğu yavaş yavaş adam etmeye başlamıştı. Sıradanlığımı bahane olarak kullanamıyordum, çünkü o, sıradan bir adam olduğum için seviyordu beni. Bana hiçbir zaman, hiçbir şartta onu sevmemek gibi bir seçenek tanınmamıştı. Tuhaf! Mutlu bir köleydim ben… Mutluysam, nasıl köle olabiliyordum?! Bilmiyordum… Sarıldım ve sıcacık sesini dinledim:

“Gully Foyle benim adım
Terra benim yurdum.
Derin uzay benim evim
Ve ölümdür hedefim.

O, Gulliver Foyle’du, Makinist Tayfası 3. sınıf, otuz yaşında, kalın kemikli ve yontulmamış… yüz yetmiş gündür uzayda sürükleniyordu. O, Guly Foyle’du, rüşvetçi, katil, üçkağıtçı; bela için fazlasıyla hazırdı, eğlence için yavaş, dostluk için fazla boş, aşk için fazla tembel.



Çıkmaz sokağa girmişti. Otuz yıl boyunca bir anlık varoluştan diğerine, ağır zırhlara bürünmüş yavaş ve kayıtsız bir yaratık gibi sürüklenip durmuştu –Gully Foyle, tipik Sıradan İnsan- ama şimdi yüz yetmiş gündür uzayda sürükleniyordu ve uyanışını gerçekleştirecek olan anahtar kilide girmişti. Yakında anahtar dönecek, kıyamete giden kapıyı aralayacaktı.”( Kaplan! Kaplan! ; Alfred Bester)