18 Haziran 2009 Perşembe

Üzgünüm Prensesim

"Bir başkasının yerine ölümü tercih eder misiniz?" diye
sorulduğunda "evet" demişti genç adam hiç duraksamadan.
Bir başkası.
Başka biri.
Uğrunda ölünebilecek öyle çok şey varken neden
bir başkasına evet?
Bu sarışınların platini, kızılların kuzgunisi!
Kadınlar, kalpte yaşayan yaratıklar.
Elim bir kaza, dökülen onca gözyaşı.
Yüreğin fasılasız ağlaması.
Genç adam, aynı şey benim de başıma gelecek diye korkuyordu.
Aynı yıl doğmuşlar, aralarına dört aylık bir zaman birimi
takmışlar, öyle yürüyorlardı hayatın belirsiz pınarlarında.
Bakışlarındaki hüzün aslında
dünyanın aldığı son durumu yansıtıyordu.
Bu tür insanlar kendileri için yaşamazlar, güçsüz ve yalnız
insanlar için can verirler.
Bir an kendilerini düşündüklerinde, amansız ölüm yakalar mavi
gözlerin çölleri sulayan cennetini, cennetimi, cennetimizi.
Hani bir duruşu vardı hatırlarsınız,
ayakkabılarımızı ters giymiştik farkındasınız.
Şöyle bir geriye çekilir ağlar mısınız?
Göz yaşlarınızı toprağa sallar mısınız?
"Üzülme" diyor bir berber, genç adam traş olurken,
"onun bedenindeki sular bizim sularımıza karışacak.
Biz içeceğiz onu.
Hayat pınarından biz geçeceğiz."
Maskeli balolar, davetler, şık resepsiyonlar...
Alışamaz beden böyle modern acılara,
atarsın kendini okyanusun alevli kucağına.
Dünyaya getirirsin iki beden, biri senden diğeri erkeğinden.
Onca yaşayacak zaman,
alınacak milyarlarca nefes.
Ağlıyor genç adam Prenses, Prenses diye.
Dünyaya her gelen elbette gidecektir geri,
dakikası, saniyesi, salisesi belli.
Yinede üzülüyor kalpler.
Yalnız bıraktın bizi Prenses
çok erkenden.
Nasıl yaşayacak kalpleri zımbalı, gönülleri atlaslı bu topluluk?
Hatıraya satacak beyinlerini
yoksa hummalı bir hastalık kumkuması.
Rafine edilmiş kalp olamaz.
Güzel Prenses öldü, bu beden onsuz kalamaz.
Bir an duraksarsın ya, işte hepten
öyle durdu hayat.
Şimdi ne olacaksa olsun, bitsin bu korkunç fırtına.
Neyse ki zaman yoktur diye kulağa
fısıldamıştır; bir bilgi sağlaması yapılmış,
cetvelle ölçülmüştür kızıl tilkinin kürkü.
Hep bir ağızdan bağırıyor insanlar, "Prensesim gitme" diye.
O dokunuyor gaza, görüntü vermek istemiyor.
Verse son görüntüyü paparazzilere,
yıkılacaklar yere, pişman olacaklar
görüntünün hilesini çektiklerine.
Oysa gitmiştir Prenses bir saat önceden çağrılan yere,
o altın varaklarla süslü bahçelere.
Nasıl emin olur insan böyle hayatın gizlerine,
çok önemli bir soru değil bu;
gözlerindeki gemilere giden mektuplarından belli.
Bir duruş bu, dokunuş değil ki
bedeli ise verilen sırlarda gizli.
Hayata gözlerini kapadığı andan beri Prenses, esmer adam yemeden
içmeden kesildi, sanki dünya nimetleri bir anda bitti.
Biraz gönül tedavisi, biraz beyin jimnastiği,
kendine geldi esmer adamın matemi.
Fakat unutmak terk etmek değildir; her zaman bilinenin aksine
kürek çekmek kurtarır insanı.
Böyle bir beden
ışık saçan dümen,
yıldızlara ulaşan
gönülsüz üzgün Prenses.
Bir ses akıyor, dünyanın portakal kaplı çatısına yıldızlar
kayıyor ağlayarak.
Atmosfer şişmiş, dokunsan patlayacak.
Efsunlanmış Prenses'imin sesi yıkıyor dünyanın çatısını.
Ah, dedikçe esmer adam,
Prenses'ten ses geliyor:
Dayan esmer çocuk çekiyorum seni yukarı.
Galler ki dünyanın eski boynuzu,
Prenses'e veda diyor eski bir tarım işçisi
ırmaklara, çöllere, bulutlara veda ediyor.
Büyük bir fırtına çıktı allı yeşilli,
ırmaklar kabardı, filler haykırdı.
Kainatta gözle görülür bir şıklık,
yıldızlar da ağlıyor usulcacık.
Güneş bir anlığına durdu, ısı vermiyor taşa,
ağlıyor insanlar Prenses'in son duruşuna.
Neden sevdim ki seni Prenses,
belki eski kavimlerden hissettiğim serkeş.
Asil olmak yakışmaz,
bazı D.N.A.'lar birbirleriyle barışmaz.
Evet, kıskanıyorum bu terk edişi,
bu asil ölümü.
Yanına geliyorum,
ruhunu ezbere biliyorum.
Dağlara sesleniyor,
Prenses, Prenses Di'yorum(!)
Tüm kornaların sentaksını
değiştiriyorlar, Do-di. Do-di, diyorlar.

Metin Kaçan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder