30 Nisan 2006 Pazar

Yaşıyorum ve öğreniyorum. Hikayem bundan ibaret.

29 Nisan 2006 Cumartesi

Çocuklara Selam


Arkadaşlarımın hepsi zenci ve zenci mahallesinde büyümüş ve sonradan tıpkı Michael Jackson gibi operesyonla beyaz olan bendeniz, zenci arkadaşlarıma kimsenin dokunmasına izin vermeyeceğim, elimden geldiğince, yapabileceğim bir şeyler olduğu sürece...

26 Nisan 2006 Çarşamba

Döneklik mi dönmek mi?

Şu anda Eskişehir'deyim.

Hayatımın altı yılını verdiğim bu şehirde bir tek yüzler yabancı, sevdiğim insanlar dışında. Buraya varmak,burada nefes almak,burada sarhoş olmak güzel şeymiş. İnsan kötü anılarını bile özlermiş,anılar anmak ve özlemek içinmiş...

24 Nisan 2006 Pazartesi

YEMİNİMİ BOZDUM ULAN!

O şehre bir turist olarak gitmiştim. Niyetim, bir an önce başımı belaya sokup geriye dönmek ve “olmadı napayım” demekti. Açıkçası üniversite yerine Kasımpaşa, Kumkapı, Aksaray ya da Cağaloğlu sokaklarına düşüp, beter tarihime uygun bir hayat yaşamak niyetindeydim. Ders notları yerine at yarışı bültenleri üzerinde çalışmak, barbutta ustalaşmak, bir balıkçı teknesinde tayfa olmak, koltuğumun altında bir silah taşıyıp ihtiyacım oldukça onu kullanmak niyetindeydim. Olmadı. Şansım yaver gitmedi.

Sevdiğim kadını oraya yanımda götüremezdim. Fakir ama gururlu bir çocuk olmak konusunda ciddi ciddi düşündüm. Fakirlik fukaralık neyse de gurur denilen şeyden yoksundum ve kirli işlere elim yatkındı. Buradan tek bir çıkış vardı. Büyük kirli adamların küçük kirli işlerini yapmaktansa büyük kirli adamların büyük kirli işlerini yapmak daha iyiydi. Neyse ki bana bir şans daha tanındı ve benim hiçbir şey yapamadığım sınav iptal olarak ikinci sınava kadar bir süre tanındı. Bu süreyi iyi kullandım ve yelkenlerimi şişirerek Eskişehir’e doğru yola çıktım.

Bekle beni demek için sevdiğim kadının yanına gittiğimde daha ‘bekle beni’ demeden ‘seni beklemeyeceğim’ dedi. Kesinlikle zar tutmuştu! Düpedüz hile yapıyordu. Öyle olsun demekten başka bir çarem yoktu. Bu yüzden valizimi bile almadım yanıma o şehre giderken. Bana fazla dayanamaz nasıl olsa buralar diyordum…

Farkında olmadığım; tutulan zarın aslında benim bir sonraki elde tutmam gereken zarı düşürmesiydi yere. Bilerek ya da bilmeyerek; ‘seni beklemeyeceğim’ diyerek, koltuğumun altındaki silahı, barbuttaki yeteneğimi ve korkusuzluğumu almıştı elimden o kadın. Aklını kullan demek istiyordu bana. Ben de inatla kullanmadım aklımı. Bu yüzden başıma gelen her şeyin günahını o şehrin üzerine attım ve o şehirden tövbekar biri olarak ayrıldım.

BİR DAHA BURALARA AYAK BASMAYACAĞIM!

Uzun bir süredir de yeminimi tutuyordum. Artık bunun beyhude bir inat olduğuna kanaat getirdim. Orada, özlediğim dostlarım var ve gidip onları görmeye karar verdim. Eğer rüzgar yarın akşamüzeri bu saatlerde de şimdi olduğu gibi oralara doğru esiyor olursa ben o şehre doğru yol alıyor olacağım…

23 Nisan 2006 Pazar

Kan/ama Kanamama

Kanayan tarafımı susturmalıyım
Ki artık cinayetler bende sonuçlanmasın
Çünkü ve oysa ki ben
Sanki
İhtiyaç fazlası kadınlarla ayaküstü
Öpüşüyorum
İçkinliğimden üşütüp
Defolu giysiler giyinip
Ekolu sesimle kuşanıp
Kırılıp ve gerilip
Üçüncü sınıf acılarla yüzleşiyorum.

Neden sonra bu şehrin uğrak yerlerine
Hiç uğramadan geçinen
Yollu bir aşifte oluyor
Profilimde zaman.
Derken her şey tıkırında…

Acıyı içine katlayıp gözleriyle sıvılaştıran
Polisiye bir ozansam ben, buruşuk
Ve çağından kefilsiz bir bildiriyken bakışlarım
Aynasız
Bu çağın ağıdına yüzümü çeviriyorum
Kanayan tarafımı dindiremiyor talan
Deliriyorum.

Bu öfkeden oğul verip elenemem içimden
Sonra ateş de yanar
Köz göre göre
Kül olur yas’a kalırız
Çığlık da kanar
Yanarız…

Eralp Sargın

GECİKMİŞ BİR PUSULAYA PASLANMIŞ BİR KAÇ KIRIK SÖZ

"Kendine yabancı herkes tanışsın kendiyle" demişsin,
Kelamını aldım.

Herşey yaşlanıyor, yalnızlık kalıyor geriye.
Bana şunu öğretti ki hayat
-kimse tek başına güzel değil-
Hüzün dedikleri potansiyel bir fahişe
baban bile böylesini görmemiştir.

"Yalnız sen ve acılarım umrumdasınız"
demek istemiştim
ama aşk
çok yalan bilir
ben pek azını söylerim
çünkü bilirim;
rüzgara karşı koşarsan daha fazla üşürsün
yürürsen kaderine durursun.

Görüyorsun ya
yasal bir serseriyim ben.
Yani seninle biz aynı yılın
iki ayrı mevsimi gibiyiz.


Ummanına kurban olayım
üç kadeh rakıdan güzeli yok
Bu gece bütün ağlara takılıyorum
Aşk öldü
ihtimal başkaları da ölecek.


-Titriyorsun dedin
-Titretiyorsun dedim
Bakma sevişgen olduğuma
ben aslında çekirgeyim.

Oysa sen
şimdi muhtemelen
prefabrik düşler peşindesin.

Düşlemek güzeldir
ahlaksız olabilir bazen.

Seni gidi kuyruklu yalan.

Görüyorum ki
sözlerin aşktan uzak
oysa sesin yakın
Aldığın her nefes kumar.


Nereye böyle alelacele
bir şiiri yarım bırakıp hem de
Gerçi şiire benzetmemeliydim seni
Şimdi nerelisin diyecekler
Şiirtliyim diyeceksin.
Her zaman dediğim gibi
bir şiiri asla yalanla beslememeli...


Evet, hayat adil değil
tanrı hepimizden özür dilesin.

Bir düşünsene
değişen bir şey yok
mevsimlerden başka
Coşku, kelebek ömürlü rüzgar
Çile bezinden ördüğümüz aşk
çoktandır karantinada
kim bilir düvel kaçta bugün.

Bizi ölüm kutsayacak,
bulutlar yağmur toplayacak o ara
ve tüm olasılıklar çocuklarımıza kalacak.


Hoşgeldin ölüm,
hoşgeldin bacanak.


Üstüme varmayın canım acıyor.
Dermeyi unuttuğum çiçekler
üstüme varmayın.


Aşk'mış,
sen benim daktiloma
şerit bile olamazsın.


İbrahim Öksüz

20 Nisan 2006 Perşembe

Şiirleri Sev!

Sen şiirleri sevmedin. Sana şiirleri sev demedim. Beni sev de demedim. Beni terket de demedim. Beni affet dedim. Her erkek der bunu, bu yüzden gocunmadım.

Bilmediğim bir haritada kalakaldım. Dilini bilmem, saatinden anlamam; neresinde ne yenir, neresinde ne içilir, neresinde kimle sevişilir, bütün bunları yeniden öğrenmem gerekti. Öğrendim.

Sen gitmeyişimi anlamadın. Gitseydim, onu da anlamazdın. Anla diye kalmadım. Kalmam lazımdı. Biletim üç vakit sonrayaydı. Baştan öyle planlamıştım. Başka bilet alacak param yoktu. Aslında param vardı ama bu yolculuğa üç bilet parası vermek istemiyordum. Gişe memuru ısrarla bileti değiştirmiyordu.

Sokaklarda yatmadım, aç kalmadım. Arkadaşlarım vardı benim. İyi ki de vardı. Onlara sığındım. Sonra sana geldim; sokaklarda yatıyorum dedim, açım dedim, bir çorba içecek param yok dedim. Hepsi yalandı. Sen de biliyordun. Gerçekleri duymak istemediğinde yalanlarıma koşuyordun. Bir orta oyunudur gidiyordu. Orta vardı, gol yoktu. Sürekli ofsaytta bekliyordum. Ofsayt çalacak hakem yoktu. Ama yinede top ayağıma gelmedi hiç.

Sonra, üç vakit doldu. Sana, ‘şiirleri sev diyecektim’ giderken, diyemedim. Elim kolum doluydu. Nasıl bahane? Güzel değil mi?

18 Nisan 2006 Salı

Kara'nın Yeri

Uzun zamandır dışarı çıkmıyordum. Canım hakkaten sıkılmaya başlamıştı artık evde. Ben de hadi bi işe gideyim dedim. Sabah annem gelip uyandırmasaydı gidebilir miydim bilmiyorum? Zira yaklaşık dört-beş sabahtır aynı şeyi yaşıyorum:
-Beni sabah uyandırın!


-Kalk oğlum! Saat 10:00
-Gece gözüme uyku girmedi. Ben uyuyacağım...

ve ardından saat 15,16,17:00 sularına dek süren uyku...Yetmeliydi artık. İnsan bir yerden hayatına çeki düzen vermeye başlamalıydı. Uykusuzluğuma inat(gene bütün gece gözüme uyku girmemişti) kalktım ve Avcılar-Taksim otobüsüyle Taksim'e, oradan da metroyla Levent'e, iş yerine geçtim. Hava çok güzeldi. İş güç yoktu. Yinede kendimi daha iyi hissetmemi sağladı. En azından evden çıkmıştım. Bu da bir başlangıçtı.

Saat 16:00'ya doğru canım rakı çekmeye başladı. Rakı içebileceğim bir kaç arkadaşı arayayım dedim ama hepsinin bahaneleri vardı. Anlayışla karşıladım. Saat yediyi biraz geçe işten çıktım ve Taksim'e gittim. Oradan Yüksekkaldırım'dan yürüyerek Bankalar Caddesi'ne indim. Niyetim, Galata Köprüsü'nde üç duble rakı içip trenle K.çekmece üzerinden Avcılar'a geri dönmekti. Köprüye vardığımda rakı içesim falan kalmamıştı. Ben de direkt Sirkeci tren istasyonuna devam ettim. Trene bindim. K.çekmece'de indim. Minibüslere doğru yürümeye başladım ve Kara'nın Yeri'nden hoş bir anason kokusu aklımı çeldi. Yıllardır gözümün takıldığı bu meyhane,birahane arası mekana girdim. İçeride ben ve garson dahil toplam üç kişi vardı. Rakı içen bıyıklı ve göbekli abinin karşı masasına oturup bir küçük rakı söyledim. Patates salatası var mı diye sordum. Yokmuş. Peynir istedim. Bıyıklı ve göbekli abi ve bendeniz uzun saçlı hıyar karşılıklı masalarda rakı içtik. Azer Bülbül, Ferdi Tayfur, Kibariye dinledik.

Sonra eve geldim. Yatağımda biraz mayıştım ve kalkıp bunları yazdım...

Güzel bir gündü.

16 Nisan 2006 Pazar

Sevilince Ölen Çocuklar

Sevilince ölen çocuklar vardır. Bilir misiniz? Onların saçlarını okşamak cinayete teşebbüstür, sarılmak katliam. Ardı ardına devrilirler umutsuzluğa. Bilmeden alırsınız yaşamlarını sıcacık öpüşlerinizle. Sevmeyin onları!

11 Nisan 2006 Salı

"Sevda mı istiyorsun"

Neden? diye soran;
Suat'a, Ayfer'e, Özlem'e
ve neden? diye sormayan Emine'ye
ve tabii ki her şeyin sebebi E.A'ya...

‘Aşk ki tanrılarımın en alınganıydı, senle vuku buldu ömrümün mecralarında’ diye kekelemiştim. Kekeme yalanlarıma bir yenisini eklemiştim. Zaten (bakın ne kadar çok kullanıyorum bu kelimeyi) ben yalan söyleyemem diye kandırıp dururum, insanları değil kendimi. Aslında bu da yalan değil! Yalanlarıma öyle yürekten inanırım ki, çoğu zaman gerçeğin bir önemi kalmaz… Ve söz konusu bensem eğer, işin hep bir yüzü bir de astarı vardır. Aslını astarını bilmek ve ayırt edebilmek gerekir. Gerçi kimse de zarar görmez yalanlardan ama beni asmadan önce lütfen yargılayınız!..”Yaptım da niye yaptım?” bir sorun bakalım…

Neyse konumuz bu da değil! Geçelim. Aşktan bahsedeyim ben. Lütfederseniz, siz de dinleyiniz. Bundan yıllar yıllar evvel, evde kalmış bir kadının ağzından şu sözleri duymuştum, birebir aktarıyorum:”Kızlar seni hiç anlamayacaklar! Ancak yıllar sonra, bir sürü acıyı yaşatıp tükettikten sonra anlaşılacak değerin…”

Burada kastedilen, her hangi bir edebi ya da kişisel yetenek değil. Sadece duygusallığıma atfedilmiş sözler…İlk duyduğumda gülüp geçmiştim. Bunun sebebi de o kadının beni hiç tanımıyor oluşuydu. Ancak dediği her şey çıktı. Hayır, henüz bahsedilen o değerin (ne olduğunun ben hala tam olarak farkında değilim; ancak ipuçlarına ulaşabildim bunca zamandan bile sonra…Ama işin en ilginç yanı; o kadın, o sözleri niye söyledi ve o sözleri söylerken gözlerindeki yağmur yemiş serçe mateminin sebebi neydi, bunu anladım…) farkına varılmadı! Yani hiçbir kadını kendime kul köle edemedim. Bunu yapabilenleri de halen hayretle izlerim. Üstelik bu kul-köle etme işinin üstesinden gelebilmeyi gerçekten istemiştim. Sadece bir kez ama istedim işte! Napayım yani, ben de insanım…

Bu değerini ispat etme işini ya da değerin anlaşılabilme mevzuunu bir kenara bırakırsak, hayat, aşk konusunda bana çok cömert davrandı. Bunda benim de payım var tabii. Sevmek işin en kolay kısmıydı hep ve kolayı varken zoru denemek istemedim pek. Yaptım mı, yaptım. Eyvallah! Bir kere de kendimi tatmin etmek için -biliyorum çok doğru bir davranış değil – oyunu kuralına göre oynayıp kazandım. Kazanmak çok keyifli değilmiş. Bunu öğrendim. Elde etmek elde edilmek kadar güzel değil…

Bak, hala anlatmak istediğim kısma gelemedim…Fazla gevezelik ediyorum! Neyse, siz de yazının bu kısmında cesaretinizi toplayın ve bir yere varacağına, bunca kelimeyi okuduğunuza değeceğine kendinizi inandırın.

Baylar ve bayanlar! İşin ehli bir kişi miyim, değil miyim, muhtemelen çoğunuz bunu bilmiyorsunuz…Yorumlarda beni taşa tutma hakkını size tanıyorum, merak etmeyin!.. Buradan itibaren asıl konumuza girelim isterseniz. Ya da acaba bir yere varacak mı bu yazı diye bahis de açabiliriz. Banka hesabım için profilime bakabilirsiniz ve sakın yasa dışı bahis oynatmaktan beni şikayet etmeye kalkmayın, şirketimiz Lüksemburg’da olduğu için davalarınız bir yere varmaz!

Aslında tüm bu yazı yarım kalmış bir şiiri bir kez daha deneyip bitiremememden dolayı kaleme alınmaya başlanmıştır ve word’e geçerken kimi eklemeler yapılmıştır.



“sesinin telvesinde
üzgün bir kız çocuğu
‘dünya bu kadar mı?’
diye soruyordu
‘7 kıta, 3 okyanus,
dünya bu kadar mı?’”(G.O)

Olmak istediğimiz ya da aslında olmamız gereken(alttaki yazı bunu biraz daha açık anlatır) ile gördüğümüz ya da görmek istediğimiz arasında sık sık çelişki olabilir. Bu çelişkinin çözülmesi için düğümü açan bir ilmik mutlaka vardır. Bazen bulması zaman alabilir. Hatta epey zaman alabilir…İşte bu şiire(şüpheye demek isterdim aslında) mahal veren kadınla ol(may)an ilişkimin döngüsü de böyle bir çelişkinin etrafındadır. Çok okumuş, çok konuşan, çok bilen ya da çoğunlukla bildiğini sanan ama benim için hep küçük bir kız çocuğu olarak kalan kişinin kim olduğu belki zamanla ortaya çıkar ama ben bunu da önemsemiyorum. O kadar ukala ve bilmiş bir kadını neden sevdim, bu sorunun cevabını arıyorum ve bu şiirle üç aşağı beş yukarı doğru cevabı bulduğuma inanıyorum.

“Ancak bir benzerim öldürebilir beni”, küçük İskender’in sevdiğim bir dizesidir. İtiraf ediyorum: ben ukala biriyim, gevezeyim, sıkça yanılır, yanlışa düşerim! Benzerimin beni yokedebileceği inancını(umudu aslında) taşırım.

“sesinin telvesinde
dizleri kanayan bir kız çocuğu
‘ellerimden tut’
diyordu,
‘düş(üş)lerime merhem bul.’

‘aksi halde…
dünya…
yaşanılacak yer değil!”(G.O)

Onun da bir yerde bu umudu taşıdığını düşledim hep ve benim gözümde karşılıklı birbirini yok edebilecek bir çifttik! Bunu çok sevdim! Hala da severim…

Oysa işin formülü çok basittir. Bunlara hiç gerek yoktur. Onu da Cahit Irgat’tan dinleyelim:

“Sevda mı istiyorsun, komşu kıza sevdalan”

Komşularımın kızı olmaması benim suçum değil. Ben kader mahkumuyum…

Suda Yürüyenler ve Suyu Bulandıranlar

“En büyük hazinem, kendi kendimin efendisi olmam
ve felaketten korkmamam.”
Casanova


Özgür olmak için çabalayan, kıçını yırtan insanlar tanıdım; bazen de sırf bir şeylere bağlanmak, bir yere ve birilerine ait olmak duygusunu hissetmek için onlara sunulan özgürlüğü elinin tersiyle itenler.

Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış ya; ben, zengin malıyla, züğürt çenesiyle yaşasın diyenlerdenim. Kişi, öncelikle kendi doğasında varolmalıdır. Özgürlük ya da kölelik, sadece kendi seçer kendi tebasını. Bir tür kast sistemi yani. N’olmuş? Düzeni kim düzmüş ki? Düzüleni kim avutmuş? Genelevde çalışan her kadının orada olmaktan dolayı mutsuz olduğunu sanmıyorum ben. Ne de her patronun koltuğuna isteyerek oturduğuna inanıyorum.

Kendi kendisinin kölesi olanlar asla özgür olamazlar! Ve başkalarının kölesi olanlar azar azar verseler de ruhlarını, birden ve hepsini verecek olanlardan daha mutludurlar kanısındayım. “Kadehinde zehir olsa ben içerim bana getir” durumu yani. Canının acıyacağını bilirsen daha az acı çekersin.

Kader, yazgı ya da diyalektik; adına ne dersek diyelim, herkesin sırtında öncelikli olarak taşıması gereken kişisel yükü vardır. Vicdan dediğimiz şey ancak bu yük sırta alındıktan sonra nefes alabilir. Birinin yükü suda yürümekken diğerininki suyu bulandırmak, birinin yükü insanları mutlu etmekken diğerininki insanları yok etmek olabilir. Evet, bu (yani insanları yok etmek) neresinden bakarsanız bakın kötü bir şeydir (insanlığı yok etmek kadar da değil ama)ve semavi yasalarca günahtır. Kendi kişisel ahlakımda bunu bırakın cezalandıracak, yargılayacak tek bir hüküm bile yoktur! Bu da benim yolum!

Casanova’yı özgür kılan şey kendi yükünü içtenlikle sırtlayıp sonuna kadar taşımasıdır. Hepimiz Casanova değiliz, olamayız. Hitler, Einstein, Marco Polo değiliz. Belki de öyleyiz… Kim bilir? Önce kendi kendimizin efendisi olmalı ve ondan sonra kelle verip kelle almalıyız…

10 Nisan 2006 Pazartesi

Geceler hep uzundur kederli gündüzlerden

Uykusuzluk vahim değil. Çaresi var. Uyumamak! Benim için ironik, sizleri bilemem. Zaten açlığın ilacı bir şey yememek, hastalığın ilacı tedaviye başlamamaktır benim için. Bedenimin sınırlarını zorlamaktan eğer benim keyfime bırakılmışsa zevk alırım.

Bir süredir belki de gecenin sessizliği hoşuma gittiği için uyumuyorum. Bunu dert etmiyorum. Bol bol yemek yiyorum, neredeyse günde 7-8 öğün. Kilo alıp almadığımın henüz ayırdında değilim. Kilo almak için yiyorum. Gövdem yeryüzünde daha çok yer kaplasın, kalp damarlarım tıkanmaya başlasın, kolestorolüm artsın istiyorum. Hastalıklar ve yıpranmalar sayesinde daha çok gıcırdayan ve daha "çok sesli" bir hayatım olur ümidindeyim. Bakalım, göreceğiz...

Kahveyi azaltmaya çalışıyorum. Şarap uykumu getirdiği için şaraptan uzak duruyorum. Bol bol müzik dinliyorum, televizyonda ne olduğuna aldırmaksızın sesini kısarak fonda sürekli bir hareketlilik sağladım. Bu uykuya dayanma sürenizi arttırıyor, aklınızda bulunsun. Güneşin doğuşuyla beraber gündüz kıvamına dönüp kısık ateşte kitap okuyorum.

Oyalanıyorum işin özeti ve bundan keyif alıyorum!..

Yeniden Modigliani

Mick Davis'in Modigliani'sini nihayet izledim. Andy Garcia'nın Modigliani'si de denebilir, ya da amerikalıların Modigliani'si...Bir önemi yok! Bence hepsi aynı! Yani film bende pek bir şey bırakmadı.

Jeanne'ın anlatıcı olması güzeldi ama Picasso belki de ilgi çeksin diye gereğinden fazla ortalıktaydı!.. Mesela bu konudaki en önemli yanlışlık Modigliani'yi Renoir'a götüren Picasso değil. Tamamen uydurmaca bir sahne o. Ve de Modigliani'nin hayatında öyle çok da yer kaplamamasına karşın her olayın ucundan köşesinden Picasso'ya bağlanıp durdu öykü. Çok sıkıldım bu durumdan. Yani Picasso olmasa kimse siklemeyecek sanki Modigliani'yi. Hadi oradan!.. diyorum kibarca. Zaten Picasso'dan hiç mi hiç hazzetmem. Ne zaman kaybolacak bu adam ortalıktan deyip durdum ama hep oralarda kaldı. Modigliani ölünce bile onu gördük.

Maurice Utrillo ise bence hikayede oturması gereken yere oturtulmamış. Gerçi Montparnasse 19'da da yer etmezdi ama...

Yinede Modigliani'nin sanatı ve kişiliği üzerine çok daha fazla şey söyleyen bir film Montparnasse 19. Mick Davis'in Modigliani'si çok amerikan sineması kokuyor. İyi sahneler var mı, var tabii... Ama onlar bu biyografiyi kotarmaya yetmiyorlar ve de açık yüreklilikle söylerim ki Montparnasse 19'un finali düşünüldüğünde Mick Davis'in finali daha iyi ama filmin en çok aksayan tarafı da orada ortaya çıkıyor: bu modigliani ile Jeanne'ın öyküsü olmaya çalışan ama onların aşklarına dair çok da şey söylemeyen bir film. Bunun yerine Montparnasse 19 gibi Modigliani'nin öyküsü olsaymış daha iyi olurmuş diyor insan.

O rolde görmeyene kadar Andy Garcia'nın iyi bir seçim olduğunu düşünmüştüm ama sanırım biraz da ona verilen mizansenlerden dolayı pek Modigliani'yi giyememiş üzerine. Bunu kaçırılmış bir fırsat olarak görürüm.

Neyse, hayatımda hem de dolarlar sayarak kitabını aldığım tek ressam, Modigliani'yi anlatan bu film hayatımdan iki saat götürdü...Sizin de götürebilir isterseniz. Ya da Montparnasse 19'u izlersiniz ömrünüze ömür katar.

Herkese sevgiler.

9 Nisan 2006 Pazar

Bazen beklersin...Neyi beklediğini bilmezsin. Gelen geçen herhangi biri ya da attığın herhangi bir adım olabilir beklediğin. Ama bekleyişin cazibesi alır aklını başından. Bir yere varmayacak yolculuklar ne kadar güzelse. Bir yere varmayacak ilişkiler... Sonlanmayacak, canını acıtmayacak, hayallerini yıkmayacak...Beklemek, yalnızca beklemek ve gelen geçenden, geçip giden zamandan bir şey ummamak...Güzeldir ama gelip geçer!

Bu sabaha neşeyle ve umutla uyanan bedenim, bu sabaha kapanmayan gözlerim, bu sabaha sarılan ruhum...İşte o bekleyişin esiri.

Bittiğinde, bana ninniler söyleyin, huzur içinde tatlı rüyalara dalayım...

8 Nisan 2006 Cumartesi

bırakınız imgelerle çocuklar oynasın...karşılıklı değiş tokuş yapalım inançlarımızı.
sizde ne vardı?

7 Nisan 2006 Cuma

Staj

Erkekler, erkeklerden öğrenir. Bu bir kuraldır. Erkeklerin kendi aralarındaki hiyerarşinin bir parçasıdır bu kural. Neyi, kimden öğrendiğiniz; arkadaşlarınızın, abilerinizin, dayılarınızın, amcalarınızın, babanızın kim olduğu erkek topluluğundaki yerinizi ve geleceğinizi belirler.

Annelerin, “sakın kimseyle kavga dövüş yapma!” uyarılarına karşılık; babalar, amcalar, dayılar, “gidip burnunun üstüne kafayı çakacaksın” derler ve siz de bir erkek çocuğu olarak, ne kadar ana kuzusu olursanız olun gidip burnunun üstüne kafayı çakarsınız. Sonra akşam yemeği için babanızı kahveden çağırmaya gittiğinizde, babanız:”Benim oğlan seninkinin ağzını burnunu kırmış” diye hava atar burnunu kırdığınız çocuğun babasına.

Okuldan uzaklaştırılmanıza rağmen harçlığınız artar ve bir anda kabadayıların köşesinde (ki bu köşe; mahallenin girişi, çıkışı ya da tam orta yeridir) bir staj fırsatı yakalarsınız. Nasıl olsa okul geçici bir süre sizi kabul etmeyecektir ve Hababam Sınıfı’nda Mahmut Hoca’nın dediği gibi, “okul dört duvar, iki sıra, bir tahta demek değildir.” Siz de bir kısmı Milli Eğitim tarafından sonsuza dek ihraç edilmiş abilerinizle kumar oynamayı, yol kesmeyi, haraç almayı, aşağı mahallenin kabadayılarını faka bastırmayı öğrenirsiniz. Sustalı mı yoksa Kelebek mi tartışmalarının ortasında bulursunuz kendinizi( sosyalizm mi kapitalizm mi tartışmalarına daha çok vardır, hayatınızın o safhasına henüz gelmemişsinizdir) Henüz o yıllarda, en azından o sokaklar için tüfenk icat olmamış mertlik bozulmamıştır.

Stajınızın iki ya da üçüncü gününde mahalle takımında sağ bekte bir yer edinirsiniz kendinize. O güne dek sınıf takımına bile alınmamışsınızdır. Üstelik mahalledeki bazı kızlardan bile kötüsünüzdür futbol konusunda. Size verilen sorumluluğu bir rütbe olarak takarsınız omuzlarınıza.

Maç yapılacak arsaya gittiğinizde şaşkınlığınız zirveye ulaşır. Daha dün kafa-göz girişilen bitirimler sahada karşınızdadır. Kadrolarındaki birkaç eksikle tabi! Seke seke yürüyenler ki sizin tarafta da bir iki tane vardır, top toplayıcı olurlar. Aslında sizin sahada kendinize bir yer edinmenizin sebebi de budur.

Maçın skorunu hiç unutmam:2-2! İkinci golü ben atmıştım çünkü. 2-1 mağluptuk ve bir kornerde sahanın en kısası ve en cılızı bendeniz hayatımda ilk ve son kez uçarak bir kafa golü atmıştım. Golü attıktan sonra eve dönene kadar dizlerim titremişti ve tabi ki golden sonra orta sahayı hiç geçmedim. Çünkü o maç ile bir gün önceki arbede arasındaki tek fark ortada bir topun dönüp dolaşmasıydı…

Velhasılı kelam, sayılı zaman çabuk geçti. Başarılı stajıma rağmen asla bir kabadayı olmadım. Ya da belki siz “serseri” tabirini kullanmak istersiniz. Bunu anlayışla karşılayabilirim. Yinede hayatın bana sunduğu o hediyeyi hep lehime kullandım. Çünkü erkeklerin dünyasında, “hamili yakinimdir” kartvizitinden daha değerlidir selam alıp selam vermek.

2 Nisan 2006 Pazar

Çocukluk Menüm ya da Benim Sakatatlara Aşkımın Hikayesi

Bu akşam yemekte, dayımın kızı bizdeydi. Doğdu doğalı yemekle içmekle arası yoktur. Şimdi 4,5 yaşında ama hani çikolatayla bile arası öyle çok da iyi değil. Onun bu tutumu karşısında kendi çocukluğum geldi aklıma. Ben çocukken yemek yemeyi sevmezdim. İştahlı bir çocuk değildim. Ama dedemin çilingir sofrasının mezeleri benim günlük öğünlerim olmuştu. Aşağıda çocukken en sevdiğim yiyeceklerin listesi:

-Pastırma(dedemin arkadaşı yapardı pastırmayı,sucuğu.çok da güzel yapardı.lakabı aklımda kangal diye kalmış ama pek iyi hatırlayamadığım için bundan emin olduğumu söyleyemem)
-Beyin salatası(annem en çok bunu sevdiğimi söylüyor)
-dalak(az pişmiş ve kanlı)
-böbrek
-kelle
-paça çorbası
-billur
-sucuk
-peynir
-zeytin

görüldüğü üzere sakatatlar öğünlerimin büyük bir kısmını işgal eder. yıllarca uzak durmama rağmen 12 yaşından sonra işkembe çorbası da ana gıdalarım arasında kendine bir yer edindi. şimdilerde en sevdiğim restoranlar Pangaltı İşkembecisi,Lale İşkembe ve evimin biraz ilerisindeki kelle-paça'cıdır.

1 Nisan 2006 Cumartesi

Emprovize Yazılar -içkiler ve gülmeler-

çok değil bundan iki yıl önce;hani anasından doğduğuna pişman olmak derler ya öyle bir haldeyim. terkedilmişim, unutamamışım, senelerdir sürünüyor bir haldeyim. gerçekler acıdır derler ya gerçeği bulmuşum acısından kaçıyorum, alkolikliği bir hayatta kalma yöntemi olarak uyguluyorum. fakat siz kendinize ne kadar acırsanız acıyın kimse size acımaz. tutup acı biberi ağzıma sürüyorlar. yahu benim ne güzel yalanlarım vardı, ne güzel yaşayıp gidiyorduk! demeye kalmadı sigortalar yandı...ama nasıl yanış. yani general electric sponsor olsa tamir edilemez hasar...neyse; sağolsunlar özgürle adnan kolumdan tutup beni ilacıma götürüyorlar, yani alkole.biraz içiyorum, nispeten sakinleşiyorum falan özgür bir laf ediyor: "bak güray, göreceksin, bir sene sonra bunları anlatıp güleceksin..."
özgürcüm bu da benden sana, biraz geç oldu ama...bir neşet ertaş türküsü.

"kar yağar kar üstüne
yar sevmiş yar üstüme
varsın sevsin neyleyim
turp yemiş nar üstüne"

içelim, güzelleşelim!..