30 Mart 2008 Pazar

BİR ÖLÜNÜN HAYAT KOKAN AĞZI

“Stella;
delicesine korktuğum o yağmurlar, o şimşekler başladı başlayacak. Bu sevdanın alın yazısı değişmişti böyle günlerde. Benim yüzümden değil, sen bana inandığın, inanmak istediğin için olmuştu tüm bunlar… Artık inanmadığın için seni suçlayamam. Seni inandıramam da ne yazık ki! Bunu ancak sen başarabilirsin… Ah, Sevdiğim kadın! Nazarında bir kum tanesi kadar bile değerimin kalmadığını biliyorum. Göz yaşlarımı bu yüzden kimseye göstermiyorum. Bu yüzden başka bedenlerin şehvetinde kavruluyorum. Bu yüzden kısılıyor sesim, ellerim bu yüzden titriyor… Taş ol! Diyorum kalbime, tuz buz oluyor. Yinede seni bulabiliyorum o yerle bir olmuş şehirde. Kalbim, yıkık bir şehirdir artık. Senin adın dışında dua çıkmıyor ağzımdan. Her boş bulduğum anda hem şeytanla hem tanrıyla pazarlığa girişiyorum senin için. Ruhumu, bedenimi, her şeyimi sunuyorum onlara. Yinede kapımı çalmıyorsun. Ben de susuyorum, suskunluğa çekiyorum tüm ordularımı. Seni seviyorum. Seni çok seviyorum…
O yağmurlarda, o şimşeklerde tuttuğun ellerimi bulaşabildiğim tüm günahların ateşlerinde yaktım. Senden sonra kaybettim o elleri, o yüreği, o sevinci, o gülüşü kaybettim!..
Ve çekildim sokaklardan, sevgiden, şiirden çekildim. Çekip aldın içimdeki çocuğu, beni tek başıma üstüne üstlük büyümüş olarak bıraktın hayatın ortasına. Hiç kimsenin yaralarımı sarmaması bu yüzden. Bu yüzden geceleri üzerime giyindim ve karanlığa bıraktım adımlarımı. Sen gittiğinden beri hiç önümü görmedim. Görmek de gelmedi içimden. Bir kör olmak istiyorum artık. Sağır, dilsiz… Hiçbir duyumun algılamasını istemiyorum bu karanlık ve acı dünyayı.
Bitecek yakında tüm bu kabuslar. Dehşetten ve kederden kurtulacağım. Cehennem son durağım olacak. 15 nisan 2005. On beş nisan iki bin beş. Senden ve bu dünyadan sonsuza dek ayrılacağım tarih. Sadece birkaç gün daha. Bir mucizenin gerçekleşmesi için yeterince uzun bir süre.
Seni seviyorum. Seni sevmek istemiyorum. Seni sevmemek istemiyorum. İçinde senin olduğun hiçbir şeyi isteyip istemediğimi bilmiyorum. Ağlıyorum sadece. Annesini kaybetmiş bir çocuk gibiyim. Bu dünyadaki tek inancını yitirmiş bir çocuk gibi… Artık çocuk değilim ama. Bu yüzden katlanılır bir şey değil yaşamak benim için. Bu yüzden artık seni anlıyorum. Beni asla sevmeyeceksin. Yinede sana teşekkür ederim. Bu dünyada zaten gereğinden fazla kaldım. Seni tanımadan çok çok önceleri vermeliydim bu kararı ve belki seni tanımasaydım, seni sevmeseydim kolay kolay da veremeyecektim. Ne bu hayatı ne de bir başkasını istemiyorum. Aklıma şiirler geliyor; Nazım’dan: ‘ evlen. Çocuk doğur. Mutlu ol!’, Attila İlhan’dan:’elimden gelen bu ben iki kişiyim…/ bilmem ki hangisinden vazgeçeyim…/ çoğalmak neyse ne azalmak zor’, Arkadaş’tan:’ama şimdi kim kandırabilir sizi/ bir ölünün hayat kokan ağzını öpmek için’
Hoşça kal ayçiçeğim. Kalmak zor, gitmek kolay…”



Bu mektup elime geçtiğinde, mektubu yazan intihar edeli beş gün oluyordu. Aslında ölümü araştırılması gereken biri değildi. İntihar ettiği apaçık ortadaydı ve ardında bıraktığı tüm kanıtlar da bunu gösteriyordu. Salondaki kanepeye bağladığı ipin ucunu ilmek yapmış ve ilmeği boynuna geçirip kendini balkondan aşağı atmıştı. Boynu kırılmış ve ölmüştü. Dava kapanmıştı. Olayın en ilginç yanı arkasında bir intihar mektubu bırakmamasıydı ki intihar edenlerin daimi alışkanlığıdır; ölümlerini anlamlı kılmak, haklı çıkarmak ya da özür dilemek için yaparlar bunu. Güray Onok’un arkasında bir mektup bırakmaması çok dikkat çekici olmasa da ilginç bir ayrıntı gibi geldi bana.

Arkadaşlarına ve onu tanıyanlara ara sıra intihar fikrinden bahsettiği anlatıldı, özellikle bir arkadaşının kendini öldürmesinden sonra intihar fikrini daha sık dile getirir olmuş: “ yıkılan ilk domino taşı olacağım”, “ kendimi öldürüp öldürmemek konusunda tereddütlerim var ama daha çok öldürmemek konusunda”, ifadelerin bazıları.

Üniversiteden mezun olmasına sadece iki ay kalmıştı ve söylenenlere göre tüm bunlar karşılıksız bir aşk yüzündendi. Herkes bunu normal karşılayabilir. Psikolojik açıklamalar getirilebilir bu duruma. Aslına bakarsanız ben de ilk başlarda böyle düşünmüştüm. Fikrimi değiştirense bir defterin içinde bulduğum bu mektup oldu. Ve bir ölünün hayat kokan ağzı.

Dürüst olmak gerekirse Güray Onok’un intiharına kadar kitaplarla dost olduğum söylenemez. Onun defterlerinden, bilgisayarındaki yazılarından sonra kitaplar ilgimi çekmeye başladı. Delil olmasa da delil olduğunu söyleyerek kitaplarına el koydum ve onun okuduğu her şeyi ben de okudum. Ortada çözülmesi gereken bir dava yoktu. Fazla işim gücüm de yoktu açıkçası. Ben de şiirin kışkırtmasıyla bu sıradan intihar olayını kendim için bir davaya dönüştürdüm. Ne yapmak istediğimi, ne bulmam gerektiğini bilmiyordum. Bir şeyler beni peşinden sürüklüyordu. Bir ölünün hayat kokan ağzında hayatı bulmuştum. Güray Onok intihar etmeseydi şimdi ne yapıyor olurdum diye düşündüm. Kitaplara dalmazdım örneğin. Kalemi elime bir şeyler yazmak, yaratmak için değil sadece çiziktirmek için alıyor olurdum. Gökyüzüne bakınca heyecanlanmaz, Güray Onok’u tanımıyor olurdum.

Bunları yapıyor olsaydım?! Bunu düşünmek bile istemiyorum. G.O’yu tanımanın, G.O. olmaya çalışmanın hatta zaman zaman bunu becerebilmenin neleri değiştirdiğini düşünecek olursam, sanırım bu en iyi son. Benim adım Bekir Safa. Hep Güray Onok olmak istedim ve John Fante gibi yazabilmek.


Güray Onok Olmak


“Benim adım Güray Onok. Hep Arturo Bandini olmak istedim ve Emin Kitol gibi yazabilmek. Siz beni tanımazsınız; kusurunuza falan da bakacak değilim. Hem siz beni tanımasınız da ben sizi çok seviyorum, bu yeryüzünü paylaştığım sevgili insanlar. O kadar iyiliğe kadirsiniz ki!.. Benim adım Güray Onok. Öyle söylediler bana ama bunun gerçek adım olduğundan şüphe duyuyorum. Siz yinede beni bu isimle anın, diğer isimlerimle anılmak hoşuma gitmiyor; örneğin, dostlarım “jurnal” diye seslenir bana; zaman zaman da Gürayettin diye anılırım,bunun mantıklı bir açıklaması yok ama jurnal mevzuundan bahsedebilirim. Bu daha çok her koşula ayak uydurabilecek şekilde evrim geçirmiş olmamdan kaynaklanır. Örneğin, küçük Ceylan çalan meyhanelerde rakı içmeye bayılırım, adını bile bilmediğim kadınlarla hiç tanımadığım bir yatakta bile uyansam ve kendime geldiğimde karşımda dünyanın en çirkin kadınını bile bulsam güzel bir şeyler söylerim mutlaka, Müslüm Gürses dinleyip ağlayabilir, Modigliani üzerine bir sohbete katılabilir, çingenelerle dans edip akşam, sofralarına teşrif edebilirim. Şarabın nasıl içilmesi gerektiğini bildiğim kadar iyi bilirim bitirim olmanın zorluklarını, racon icabı çıkan kavgalara katıldığım kadar intihara, ihanete ve isyana da katılmışımdır. Annem, babam için pek de hayırlı bir evlat olamadım ama devlete ve millete faydalı işlere elim de yüreğim de yatkındır. Bu konuda da her işte olduğum kadar tembel ve umursamaz davrandığım için kimse bir hayrımı gördüğünden bahsedemez. En çok sevgililerim yakınır benden; ”bencilinsan” diye seslenirler bana, bazen de canım, cicim, sevgilim, aşkım vs. vs. hiç hoşlanmam bu isimlerden. Benim adım Güray Onok. İyi bir eğitim gördüğümü söyleyebilirim. Öğretmenlerimden bir kaçını sayacak olursam Bauedelaire, Rimbaud, Jack Keouac, Turgut Uyar, Pavese, John Fante öne çıkan isimler olurlar. Her birinden oldukça iyi notlarla geçtim, kendilerini bulup soracak olursanız bunu size teyit edeceklerdir. İnsanların imrendiği, özendiği, dikkatini çeken insanlardan biri değilim. Olmadım da hiçbir zaman. Yinede beni tanıyanların imrendiği yanlarım da vardır; burada tembelliğimden, şüphe götürmez puştluğumdan, hafif meşrep kadınları ne kadar sevdiğimden bahsetmek isterdim ama bu yanlarım pek sevilmez; daha ziyade umursamazlığım, dünyaya boş vermiş gibi görünüyor olmam ve ne olursa olsun yaşama sevincimi ısrarla sürdürmem meşhurdur. Gamlı dünyanın gamsız baykuşu diye seslenebilirsiniz bana. Bu ismi severim. Umurumda değil ama bana bu isimle seslenirseniz sevinirim.

İlk sorguda konuştuğum tüm insanlar farklı farklı anlattılar bana Güray Onok’u. Herkesin hayatında ayrı bir yeri, ayrı bir önemi/önemsizliği vardı. O kadar çok beden ve o kadar çok ruhla kuşatılmıştı ki kendini bu kadar yalnız hissetmesi garip geldi bana ilk başlarda. O zamanlar bir santim ilerisini, bir saniye sonrasını bile göremiyordum. Kimi intihar ettiğini duyunca ağlamaya başladı, kimi ardından saygı duruşunda bulunurcasına susup anlayışla karşıladı. Kimi hemen neden? Diye sordu. Kısaca açıklamaya çalıştım. Kimse tatmin olmadı yinede. Tabii ki psikolojik zırvalarla cevap verdiğim için. Şimdi neden diye sorsalar, benim için derim. Bana yeni bir hayat sunmak için kendi hayatından vazgeçti derim. Güray Onok kimdi gerçekten? Şubedeki(yeryüzündeki) hiç kimsenin kendine sormadığı bu sorunun peşine düştüm.


Köklerim yeniçerilere dayanır diyor kendisi için. Bunun ne anlama geldiğini bulmam oldukça zaman aldı. Kütüphanelerde geçen günler ve tarihin içinde oldukça uzun bir yolculuk. Bu sayede yeniçeri uzmanı sıfatını hak ettiğimi düşünüyorum ama bu sıfatı üzerime alınmaya hiç niyetim yok. Güray Onok uzmanı olmak daha saygın bir sıfat kanımca. Evet, bir gün bu isimle anılmak isterim.

“Neden yazılanlar(yaşanmışlar), yazanın(yaşamın) peşine düşürüyor bizi? Neden işi kararında bırakamıyoruz? Neden kitaplar yeterli değil?” (Alınyazısına boyun eğmekten başka bir seçenek de olması gerekmiyor mu? Tanrı iyi ile kötüyü, günahla sevabı ayırmayı bize bırakmışsa, alınyazımıza da müdahale etme hakkını tanımaz mı bize?) “Bir hayatın(intiharın/ölümün) artıklarının ek bir gerçeği içerdiklerini mi sanıyoruz?” Hayatın karşısında ölümün buldurttuğu cevaplar ve o cevapların hayatımıza etkileri üzerine düşünmekte fayda var diye düşünüyorum. En azından benim yapmaya çalıştığım bu. Uğraşım nereye varır, nerede sonuçlanır, şu anda bunun cevabını verebileceğimi sanmıyorum. Ama G.O’nun yapmaya çalıştığı ve becer(eme)diği de bu değil miydi?

Bir insanın, tek bir insanın yokluğunun bu koca evren için anlamı ne olabilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder