4 Mart 2008 Salı

DİLSİZ

Hasan diye bir arkadaşım var. Ben Hasan'ı çok severim. Kimse akıl sır erdiremez bu duruma. Onun tarafını tutan bir şekilde bile tanımlasam onu, "sevilecek nesi var yahu bu adamın!" dersiniz hemen. Nesnel bir tanım yapsam, ipe götürürsünüz. Karşısında dursam, yersem, mezarının bile bulunmasını istemezsiniz...Garip bir tutum olarak bakarsınız, siz de, eğer tanısaydınız Hasan'ı, benim Hasan'ı sevmeme...

Hasan'ı sevmemin nedenini Türkçe'de anlatamam, İngilizce'de de, çok kıt bir Almanca'm var, onda hiç beceremem...En fazla bir kaç durum, bir kaç yaşanmış andan örnek verebilirim ki ne kadar sinematografi katarsam katayım bir anlam çıkarabileceğinizi sanmam.

Şimdi niye buradan açtım lafı, oraya geleyim...

Siz Hasan'ı tanımıyorsunuz. Biraz ipucu verdim ama bu halde bile azıcık sevimli biri olduğu gibi bir yanlışa düşme ihtimaliniz var. Buraya da şöyle bir ayrıntı katalım. Hasan hep şunu der bana:"Senden menfaatim olmadıkça senin yanına gelmem, senden bir şey istemem, senin için bir şey yapmam!" Ben de bu adamı bunu bile bile severim...Bu, ilişkimizin anahtar noktasıdır, Pasarofça Antlaşması'dır...

Mesele pekçoklarının tanıdığı isimlere gelince biraz farklılaşıyor. Yani Michael Winterbottom'ı seviyorum desem; hemen şundan, şundan diye sebepler gelebilir aklınıza. Modigliani'yi seviyorum dediğimde de, Baudelaire için de, Turgut Uyar için de...Öyle değil, ondan değil desem, soracaksınız "neden?" diye...

Tamam Hasan'la aynı sebepten değil ya da Bruce Springsteen'e sevgimle Jim Jarmusch'a sevgim de aynı nedenden değil...Zaten sevgi'ye vardığım anda dilim tutulur benim...Acayip cimri bir adam olurum.

Yazmaya başladım, başladığım yeri unuttum. Hatırladım, kotaramadım...Okuyucunun affına sığınıp bağlamaya çalışayım...

"İnanmadığın bir şeyi nasıl bu kadar güzel ve yağlandıra ballandıra anlatabiliyorsun" demişti, okul sıralarında bir belgeselin üzerine yazdığım metin için bir arkadaşım...Evet, bunu yapabiliyorum ama inandığım, sevdiğim şeyler üzerine yazmakta o kadar da iyi değilim...

Yaklaşık bir on-onbeş gün Jack Kerouac üzerine bir şeyler yazmaya çalışmıştım. Aslında güzel bir yerden girmiştim yazıya, nasıl tanıştımdan neden bağımlısı olduma getirip oradan da biraz yapıtları üzerine gevelemiştim...Sonra tıkandım. Neden? Çünkü çok güzel bir finalim vardı.


"...karışık içgüdüle-
rimden, karanlık değerlerle örtülü sayfalar dolusu delilikten söz etmeyi bırakı-
yorum, sense tozu uçuşan bir yolda koşmayı unutma! İnsanın büyük bir bilge
değil, büyük bir karanlık olduğunu da elden bırakma!"

Hüseyin Peker'den bu alıntıyla bitirecektim. Ama düşünceler arasında sağlam bağlantılar kuramadığım için okuyanlar burun kıvıracaktı. Bir de, bu kadar seviyorsun da niye böyle bitiriyorsun diyeceklerdi...

An'lar, yaşananlar, insanlar bir yerden tutup bir yere getirirler bizi. Benim için önemli olan budur...Bunu isteyerek ya da bilerek yapmalarını önemsemem. Yolda'yı okuyup yollara düşmek isteği duymam. Bambaşka bir şeydir onun bana söylediği. Her şeyin dili vardır. Her şeyin ve herkesin dili dinleyene göre başkadır. Bunu söylemeye çalıştım da...Galiba yine başaramadım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder