30 Mart 2008 Pazar

BİR ÖLÜNÜN HAYAT KOKAN AĞZI

“Stella;
delicesine korktuğum o yağmurlar, o şimşekler başladı başlayacak. Bu sevdanın alın yazısı değişmişti böyle günlerde. Benim yüzümden değil, sen bana inandığın, inanmak istediğin için olmuştu tüm bunlar… Artık inanmadığın için seni suçlayamam. Seni inandıramam da ne yazık ki! Bunu ancak sen başarabilirsin… Ah, Sevdiğim kadın! Nazarında bir kum tanesi kadar bile değerimin kalmadığını biliyorum. Göz yaşlarımı bu yüzden kimseye göstermiyorum. Bu yüzden başka bedenlerin şehvetinde kavruluyorum. Bu yüzden kısılıyor sesim, ellerim bu yüzden titriyor… Taş ol! Diyorum kalbime, tuz buz oluyor. Yinede seni bulabiliyorum o yerle bir olmuş şehirde. Kalbim, yıkık bir şehirdir artık. Senin adın dışında dua çıkmıyor ağzımdan. Her boş bulduğum anda hem şeytanla hem tanrıyla pazarlığa girişiyorum senin için. Ruhumu, bedenimi, her şeyimi sunuyorum onlara. Yinede kapımı çalmıyorsun. Ben de susuyorum, suskunluğa çekiyorum tüm ordularımı. Seni seviyorum. Seni çok seviyorum…
O yağmurlarda, o şimşeklerde tuttuğun ellerimi bulaşabildiğim tüm günahların ateşlerinde yaktım. Senden sonra kaybettim o elleri, o yüreği, o sevinci, o gülüşü kaybettim!..
Ve çekildim sokaklardan, sevgiden, şiirden çekildim. Çekip aldın içimdeki çocuğu, beni tek başıma üstüne üstlük büyümüş olarak bıraktın hayatın ortasına. Hiç kimsenin yaralarımı sarmaması bu yüzden. Bu yüzden geceleri üzerime giyindim ve karanlığa bıraktım adımlarımı. Sen gittiğinden beri hiç önümü görmedim. Görmek de gelmedi içimden. Bir kör olmak istiyorum artık. Sağır, dilsiz… Hiçbir duyumun algılamasını istemiyorum bu karanlık ve acı dünyayı.
Bitecek yakında tüm bu kabuslar. Dehşetten ve kederden kurtulacağım. Cehennem son durağım olacak. 15 nisan 2005. On beş nisan iki bin beş. Senden ve bu dünyadan sonsuza dek ayrılacağım tarih. Sadece birkaç gün daha. Bir mucizenin gerçekleşmesi için yeterince uzun bir süre.
Seni seviyorum. Seni sevmek istemiyorum. Seni sevmemek istemiyorum. İçinde senin olduğun hiçbir şeyi isteyip istemediğimi bilmiyorum. Ağlıyorum sadece. Annesini kaybetmiş bir çocuk gibiyim. Bu dünyadaki tek inancını yitirmiş bir çocuk gibi… Artık çocuk değilim ama. Bu yüzden katlanılır bir şey değil yaşamak benim için. Bu yüzden artık seni anlıyorum. Beni asla sevmeyeceksin. Yinede sana teşekkür ederim. Bu dünyada zaten gereğinden fazla kaldım. Seni tanımadan çok çok önceleri vermeliydim bu kararı ve belki seni tanımasaydım, seni sevmeseydim kolay kolay da veremeyecektim. Ne bu hayatı ne de bir başkasını istemiyorum. Aklıma şiirler geliyor; Nazım’dan: ‘ evlen. Çocuk doğur. Mutlu ol!’, Attila İlhan’dan:’elimden gelen bu ben iki kişiyim…/ bilmem ki hangisinden vazgeçeyim…/ çoğalmak neyse ne azalmak zor’, Arkadaş’tan:’ama şimdi kim kandırabilir sizi/ bir ölünün hayat kokan ağzını öpmek için’
Hoşça kal ayçiçeğim. Kalmak zor, gitmek kolay…”



Bu mektup elime geçtiğinde, mektubu yazan intihar edeli beş gün oluyordu. Aslında ölümü araştırılması gereken biri değildi. İntihar ettiği apaçık ortadaydı ve ardında bıraktığı tüm kanıtlar da bunu gösteriyordu. Salondaki kanepeye bağladığı ipin ucunu ilmek yapmış ve ilmeği boynuna geçirip kendini balkondan aşağı atmıştı. Boynu kırılmış ve ölmüştü. Dava kapanmıştı. Olayın en ilginç yanı arkasında bir intihar mektubu bırakmamasıydı ki intihar edenlerin daimi alışkanlığıdır; ölümlerini anlamlı kılmak, haklı çıkarmak ya da özür dilemek için yaparlar bunu. Güray Onok’un arkasında bir mektup bırakmaması çok dikkat çekici olmasa da ilginç bir ayrıntı gibi geldi bana.

Arkadaşlarına ve onu tanıyanlara ara sıra intihar fikrinden bahsettiği anlatıldı, özellikle bir arkadaşının kendini öldürmesinden sonra intihar fikrini daha sık dile getirir olmuş: “ yıkılan ilk domino taşı olacağım”, “ kendimi öldürüp öldürmemek konusunda tereddütlerim var ama daha çok öldürmemek konusunda”, ifadelerin bazıları.

Üniversiteden mezun olmasına sadece iki ay kalmıştı ve söylenenlere göre tüm bunlar karşılıksız bir aşk yüzündendi. Herkes bunu normal karşılayabilir. Psikolojik açıklamalar getirilebilir bu duruma. Aslına bakarsanız ben de ilk başlarda böyle düşünmüştüm. Fikrimi değiştirense bir defterin içinde bulduğum bu mektup oldu. Ve bir ölünün hayat kokan ağzı.

Dürüst olmak gerekirse Güray Onok’un intiharına kadar kitaplarla dost olduğum söylenemez. Onun defterlerinden, bilgisayarındaki yazılarından sonra kitaplar ilgimi çekmeye başladı. Delil olmasa da delil olduğunu söyleyerek kitaplarına el koydum ve onun okuduğu her şeyi ben de okudum. Ortada çözülmesi gereken bir dava yoktu. Fazla işim gücüm de yoktu açıkçası. Ben de şiirin kışkırtmasıyla bu sıradan intihar olayını kendim için bir davaya dönüştürdüm. Ne yapmak istediğimi, ne bulmam gerektiğini bilmiyordum. Bir şeyler beni peşinden sürüklüyordu. Bir ölünün hayat kokan ağzında hayatı bulmuştum. Güray Onok intihar etmeseydi şimdi ne yapıyor olurdum diye düşündüm. Kitaplara dalmazdım örneğin. Kalemi elime bir şeyler yazmak, yaratmak için değil sadece çiziktirmek için alıyor olurdum. Gökyüzüne bakınca heyecanlanmaz, Güray Onok’u tanımıyor olurdum.

Bunları yapıyor olsaydım?! Bunu düşünmek bile istemiyorum. G.O’yu tanımanın, G.O. olmaya çalışmanın hatta zaman zaman bunu becerebilmenin neleri değiştirdiğini düşünecek olursam, sanırım bu en iyi son. Benim adım Bekir Safa. Hep Güray Onok olmak istedim ve John Fante gibi yazabilmek.


Güray Onok Olmak


“Benim adım Güray Onok. Hep Arturo Bandini olmak istedim ve Emin Kitol gibi yazabilmek. Siz beni tanımazsınız; kusurunuza falan da bakacak değilim. Hem siz beni tanımasınız da ben sizi çok seviyorum, bu yeryüzünü paylaştığım sevgili insanlar. O kadar iyiliğe kadirsiniz ki!.. Benim adım Güray Onok. Öyle söylediler bana ama bunun gerçek adım olduğundan şüphe duyuyorum. Siz yinede beni bu isimle anın, diğer isimlerimle anılmak hoşuma gitmiyor; örneğin, dostlarım “jurnal” diye seslenir bana; zaman zaman da Gürayettin diye anılırım,bunun mantıklı bir açıklaması yok ama jurnal mevzuundan bahsedebilirim. Bu daha çok her koşula ayak uydurabilecek şekilde evrim geçirmiş olmamdan kaynaklanır. Örneğin, küçük Ceylan çalan meyhanelerde rakı içmeye bayılırım, adını bile bilmediğim kadınlarla hiç tanımadığım bir yatakta bile uyansam ve kendime geldiğimde karşımda dünyanın en çirkin kadınını bile bulsam güzel bir şeyler söylerim mutlaka, Müslüm Gürses dinleyip ağlayabilir, Modigliani üzerine bir sohbete katılabilir, çingenelerle dans edip akşam, sofralarına teşrif edebilirim. Şarabın nasıl içilmesi gerektiğini bildiğim kadar iyi bilirim bitirim olmanın zorluklarını, racon icabı çıkan kavgalara katıldığım kadar intihara, ihanete ve isyana da katılmışımdır. Annem, babam için pek de hayırlı bir evlat olamadım ama devlete ve millete faydalı işlere elim de yüreğim de yatkındır. Bu konuda da her işte olduğum kadar tembel ve umursamaz davrandığım için kimse bir hayrımı gördüğünden bahsedemez. En çok sevgililerim yakınır benden; ”bencilinsan” diye seslenirler bana, bazen de canım, cicim, sevgilim, aşkım vs. vs. hiç hoşlanmam bu isimlerden. Benim adım Güray Onok. İyi bir eğitim gördüğümü söyleyebilirim. Öğretmenlerimden bir kaçını sayacak olursam Bauedelaire, Rimbaud, Jack Keouac, Turgut Uyar, Pavese, John Fante öne çıkan isimler olurlar. Her birinden oldukça iyi notlarla geçtim, kendilerini bulup soracak olursanız bunu size teyit edeceklerdir. İnsanların imrendiği, özendiği, dikkatini çeken insanlardan biri değilim. Olmadım da hiçbir zaman. Yinede beni tanıyanların imrendiği yanlarım da vardır; burada tembelliğimden, şüphe götürmez puştluğumdan, hafif meşrep kadınları ne kadar sevdiğimden bahsetmek isterdim ama bu yanlarım pek sevilmez; daha ziyade umursamazlığım, dünyaya boş vermiş gibi görünüyor olmam ve ne olursa olsun yaşama sevincimi ısrarla sürdürmem meşhurdur. Gamlı dünyanın gamsız baykuşu diye seslenebilirsiniz bana. Bu ismi severim. Umurumda değil ama bana bu isimle seslenirseniz sevinirim.

İlk sorguda konuştuğum tüm insanlar farklı farklı anlattılar bana Güray Onok’u. Herkesin hayatında ayrı bir yeri, ayrı bir önemi/önemsizliği vardı. O kadar çok beden ve o kadar çok ruhla kuşatılmıştı ki kendini bu kadar yalnız hissetmesi garip geldi bana ilk başlarda. O zamanlar bir santim ilerisini, bir saniye sonrasını bile göremiyordum. Kimi intihar ettiğini duyunca ağlamaya başladı, kimi ardından saygı duruşunda bulunurcasına susup anlayışla karşıladı. Kimi hemen neden? Diye sordu. Kısaca açıklamaya çalıştım. Kimse tatmin olmadı yinede. Tabii ki psikolojik zırvalarla cevap verdiğim için. Şimdi neden diye sorsalar, benim için derim. Bana yeni bir hayat sunmak için kendi hayatından vazgeçti derim. Güray Onok kimdi gerçekten? Şubedeki(yeryüzündeki) hiç kimsenin kendine sormadığı bu sorunun peşine düştüm.


Köklerim yeniçerilere dayanır diyor kendisi için. Bunun ne anlama geldiğini bulmam oldukça zaman aldı. Kütüphanelerde geçen günler ve tarihin içinde oldukça uzun bir yolculuk. Bu sayede yeniçeri uzmanı sıfatını hak ettiğimi düşünüyorum ama bu sıfatı üzerime alınmaya hiç niyetim yok. Güray Onok uzmanı olmak daha saygın bir sıfat kanımca. Evet, bir gün bu isimle anılmak isterim.

“Neden yazılanlar(yaşanmışlar), yazanın(yaşamın) peşine düşürüyor bizi? Neden işi kararında bırakamıyoruz? Neden kitaplar yeterli değil?” (Alınyazısına boyun eğmekten başka bir seçenek de olması gerekmiyor mu? Tanrı iyi ile kötüyü, günahla sevabı ayırmayı bize bırakmışsa, alınyazımıza da müdahale etme hakkını tanımaz mı bize?) “Bir hayatın(intiharın/ölümün) artıklarının ek bir gerçeği içerdiklerini mi sanıyoruz?” Hayatın karşısında ölümün buldurttuğu cevaplar ve o cevapların hayatımıza etkileri üzerine düşünmekte fayda var diye düşünüyorum. En azından benim yapmaya çalıştığım bu. Uğraşım nereye varır, nerede sonuçlanır, şu anda bunun cevabını verebileceğimi sanmıyorum. Ama G.O’nun yapmaya çalıştığı ve becer(eme)diği de bu değil miydi?

Bir insanın, tek bir insanın yokluğunun bu koca evren için anlamı ne olabilir?

25 Mart 2008 Salı

HAYATTA KALMA GÜDÜSÜ

Hayatımın ana politikaları belli dönemlerde, bazı şeylere çekilmiş isyan bayraklarından ibarettir. Mesela mantık... Aklın sınırları içinde heyecan duyabileceğim şeylere rastlamadığım, daha doğrusu vaktiyle aklın sınırlarının beni epey germesi yüzünden, hep aklın dışında seyretmeye çalıştım. Bu politikalarda tutarlı olmaya başlayınca, seçmenler bana ilgilerini arttırmasalar da, dikkate değer azınlıklar listesinde kendime yer edinebildim.

Akla en temel karşı çıkış hayatta kalma güdüsünü bir kenara bırakmaktır. Daha uzun, daha iyi, daha mutlu, daha konformist bir yaşam için kılını bile kıpırdatmamaktır. Bu hiçbir -izm'le kan kardeşliği yapmamaktır aynı zamanda. Yani, kılını bile kıpırdatmadan eline gelenleri, o anki tercihin ne ise, ister tutar yaşarsın bir yerinden ya da tutar çöp kutusuna atarsın...

Hayatta kalma güdüsünden kurtulduğunda her rüzgar senin rüzgarındır. Bu rüzgar nereye esiyor, nereye kadar esecek diye düşünmezsin. Hafifleşmek derler buna genelde ama tam tersidir. Ağırlaşırsın. Zaman sabit bir akış göstermez senin için. Beş dakika önce yüzlerce yıl öncesinde yaşar, beş dakika sonra yüzlerce yıl sonrasına sürüklenirsin. Hayır! Zaman yolculuğu değil...

Birilerinden olmaya doymalısın ey canımın içi insanoğlu. Düşmanın olmaması nasıl bir şey, hayal edebilir misin bunu? Yarın var olacaklar iki numaralı kuyruğa girsinler lütfen! Başvurularını yapsınlar ve noter huzurunda yapılacak çekilişte yarın da var olma hakkını dilerim ki kazansınlar...

Ben şuralarda bir yerde olacağım. Cennetten gayrımenkul satışlarını, sigaramı tüttüre tüttüre şuradan seyre dalacağım...

24 Mart 2008 Pazartesi

Güzel Kadınlardan Kaçınmak

"Sık azıcık dişini, şunun şurasında
Mimoza olsa olsa on yıl daha sürer
güzelliğinin saltanatını; sonra
hoşafa döner, sen de kurtulursun
kasıklarını ağrıtan bu çin işkencesinden...

Hatırlasana, sekiz yıl evvelki beraberliğin
sırasında bile ufak ufak löngürdemeye
yüz tutmuştu selülit hazretleriyle
totosu... Şimdi kim bilir ne haldedir
ayın karanlık tarafındaki coğrafya...

Oh, neyse, bu düşünce içime sular
serpti... Bir an kendimi Maurice Ronet
gibi yakışıklı hissettim..."

Necdet Şen ( Değişim Rüzgarı'ndan )

İlk bakışta, güzelliği ayan beyan ortada olan; herhangi bir jüriye ya da kamuoyu yoklamasına, gazete, magazin oylamalarına gerek duymayan kadınlar, çoğunlukla ürkütücüdür.

Neden bilmem, sevgileri ve bağlılıkları hep tedirginlik uyandırır. Senden daha iyi, daha yakışıklı bir adam değildir o zaman tek rakibin. Böyle kadınlar tüm erkekliğe, erkeklere arz edilmişlerdir... Bunu bilirsin. Çünkü sen de böyle bir kadının bir kaç günlük, bir iki haftalık sevgilisi; hadi o da olmadı diyelim, sarhoş bir anında yanında bulunanlardan ve bundan istifade etmek için fırsat kollayanlardan biri olmak istersin. Ama asla sevgilisi değil! Hele kocası... Allah korusun!..

Diğer yandan, çirkin bir kadınsa en büyük işkencedir. Bırak hayatının sınırları içinde olmasını, seni çoook uzaklardan, dünyanın öbür ucundan karşılıksız sevse bile (aslında bunu dile getirmediği sürece sorun yoktur) saat başı falakaya alınmış gibi hissedersin kendini...

Güzel olsun, ama öyle ilk bakışta belli olmasın. Şu filmlerde, dizilerde gözlük takarak, saçlarını saçma sapan şekillere sokarak çirkinleşen kadınlar çok makbuldür. Senin yanında birdenbire dünya güzeline dönüşsün, sokağa çıktığında kimse yüzüne bakmasın...

Bir vakitler, herkesin yutkunarak izlediği bir güzellik tanışıklığımın yoğun olduğu bir arkadaşıma kur yapmaya başlamıştı. Bizim oğlan da doğal olarak, tüm prese ve baskıya rağmen; zaman zaman mola alarak, zaman zaman topu kendi sahasından yaratıcı taktiklerle çıkararak karşı koymuş ve güzellik abidesi hanım kızımız da bir yerden sonra vazgeçmek zorunda kalmıştı. Biz olayların seyri sırasında o civarda bulunmadığımızdan, meseleyi sonradan öğrenmiş ve toplu halde "geri zekalı!" diye bir tepki vermiştik. Arkadaşsa kendini tek bir cümleyle haklı konuma getirmeyi başarmıştı: "Aşık olmayacağımı bilsem neden olmasın ama severim ben o kızın..." Biz olsak ne yaparmışız peki? "Tabii ki senin yaptığını" demiştik...

Tam olarak böyle bir konumdan mı bilmiyorum ama yıllar evvel ben de böyle bir red ile karşılaşmıştım. "Seni seviyorum" dediğimde, hiç düşünmeden "Bence yalan söylüyorsun" diyerek reddetmişti beni söz konusu şahıs. Yalan söylemediğimi ispat etmek istediğimi söylediğimdeyse hiç düşünmeden kapatmıştı konuyu: "Sana inanmıyorum, inanmayacağım!"

Bir kaç gün arayla, en güzel kız arkadaşlarıma dair sıralamalarını yaptı iki arkadaş. Her ikisinin listesinde de ilk sırada olan kişiyi, tabii ki "çok güzel" olduğundan kısa zamanda terk etmiştim. En baştan o kadar güzel olduğunu farketseydim, hiç başlamayabilirdi de o ilişki.

Hastalıklı bir tutum gibi gelebilir sana bunlar ey sevgili okur; ama karanlık taraflarına cesurca sokulduğunda, sen de bunları anlayacaksın!

Herkes aldatılmaktan dehşetle korkar. En öldürücü silahıdır insanın bu. Bu uğurda verilen şehitler, tüm savaşlarda ölenlerden kat kat daha fazladır...

Herkese iyi günler...

21 Mart 2008 Cuma

ZAMAN AŞIMI

Çehov'un Sevgili Doktor'unun ardından kendi oyunumuzu yazma / oluşturma fikri çıkmıştı birdenbire. Değer, Deniz, Ceren, Doğan ve ben... Sanırım beyin takımı buydu. Bir süre yazılmış oyunları araştırdık. Sonra, kimden çıktıysa; biri, "hadi bir şiiri tiyatroya çevirelim" dedi. Bu sefer de şiir araştırmaları başladı. Sonunda Hasan Hüseyin'in Zaman Aşımı'nda karar kılındı.

Şiirin hikayesine paralel, darbe yıllarını çağrıştıran bir sağ / sol çatışması hikayesini "aşk" teması üzerinden anlatmaya karar verildi. Hiç mi düşünülmedi, yoksa sonradan vaz mı geçildi, tam hatırlamıyorum ama oyunun 'sözsüz' (diyalogsuz, monologsuz) olmasına karar verildi. Duyguları ve durumları güçlendirmek için de sahnenin bir köşesine bir şarkıcı ve gitarist kondu. Gitarist Çağlar, şarkıcı Ceren'di. Değer, şiiri okuyan 'anlatıcı'; Deniz, Seda, Doğan, Çağatay ve ben de oyunculardık...

Oyunun konusu kısaca şuydu: Çağatay'la Deniz iki sevgilidir. Bendeniz Çağatay'ı öldürürüm. Doğan bu cinayete tanık olur ama tehditlerim sonucu susmak zorunda kalır. (Solcu bir grubun arasına sızmış bir faşistimdir ben ve bu süreçte Deniz'e aşık olmuşumdur. Görevim grubun lideri Çağatay'ı saf dışı bırakmaktır. Onu hem bunun için, hem de Deniz'e olan sevgimden öldürürüm) Deniz'in yas günlerinde yanında olur ve önce güvenini, sonra sevgisini kazanırım. Bu cinayet ortaya çıkmaz ve kötü adam sonunda muradına erer. Deniz Çağatay'ı unutur...

Oyun tek perdelik bir oyundu. Yanlış anımsamıyorsam da 45 dakika ile 1 saat arası bir süresi vardı. Bu süreye şarkılar dahildi ki 5 ila 6 şarkı anımsıyorum ben (Bu kalp seni unutur mu?, Basit basit basit, Ben gidersem ruhum sen kal dünyada vs.)

Oyun, ilk olarak derslerden yırtabildiğimiz kadar yırtabilmek için hazırlandı ki sahneye konulup konulmaması çok da umrumuzda değildi (en azından bazılarımızın). İlk temsilimizi '97 yılında yapmıştık. (Pek emin değilim ya, 98'de Şişli Terakki Lisesi'nin 3. Gençlik Tiyatroları Şenliği'ne katıldığımıza göre, bundan bir yıl önce oynamış olmalıyız ilk oyunumuzu) Oyunun sonunda, izleyicilerin büyük bir çoğunluğunun göz yaşı döktüğünü gördüğümüzde, "galiba doğru bir şeyler yapabilmişiz" demiştik. İkinci, hatta üçüncü ve son oyunda da benzer sahnelerle karşılaşınca hoş bir gurur yaşamıştık...

98'de Leyla Hoca'nın (Leyla Kara) ön ayak olmasıyla yarışmaya katılmaya karar verdik. Ama o sırada okulumuz bina değiştirmişti. Bizim tiyatro salonumuz da eski binada kalmıştı ve yeni binamızda böyle bir yerimiz yoktu. Oyunu sahneye koyacak bir yere ihtiyacımız vardı ve Ahmet Hoca, Büyükçekmece Bedia Muvahhit Tiyatrosu'nu (kendi özel tiyatrosuydu, Sevgili Doktor'u da orada oynamıştık) bize sundu. Biz de Zaman Aşımı'nı ilk kez gerçek bir tiyatro sahnesinde oynadık. Leyla Hoca da, Ahmet Hoca da oyunumuzun bir tiyatro oyunu olarak görülüp görülmeyeceğinden şüpheliydiler jüri tarafından. En kolay tanımla 'aykırı' bir oyundu Zaman Aşımı. Kabare, bale, pandomim arası bir şey...

Fakat jüri - ki sadece Orhan Kurtuldu'dan ibaretti- oyunumuzu beğendi ve değerlendirmeye alacağını söyledi. Yaptı da... Bize 'özel' bir ödül layık gördü ve şenliğin açılış günü dış sahnede(Şişli Terakki'nin bahçesine kurulacaktı, hava muhalefeti nedeniyle iptal edilmişti) oynamamızı teklif etti.

Şenlik sırasında Kadıköy Anadolu Lisesi'nde oynamamız için bir teklif aldık ve Zaman Aşımı'nın son temsili de, 98 haziran ayında Kadıköy Anadolu Lisesi'nde oldu...

Bütün kusurlarına rağmen, o yaştaki çocukların zekalarından ve yaratıcılıklarından beklenebileceklerin çok çok üstündeydi.* En azından yarışmaya katılan diğer ekiplerin kostümlerine harcadıkları kadar bir paramız olsaydı, çok daha iyi de olabilirdi...

Ekibi bir daha toplasak da rezil kepaze mi olsak diyorum arada kendi kendime...

* : Oyunun hikayesine burun kıvırabilirsiniz. Oyunculuktan zerre kadar anlamayan (Deniz hariç) bir grup veledin, baştan sona insanlara sıkılmadan izletebildiğini bildireyim buradan. Ki o yaştaki çocukların müfredata inat Hasan Hüseyin gibi bir şairin şiirini seçmeleri ve bundan bir tiyatro oyunu yaratabilmeyi başarmalarını küçümsemeyiniz lütfen!..

"İLK AŞKIM GÜNSEL..."

[ ...Zamanlardan bir zaman. Ahmet Yazıcı diye bir adam. Önce; sınıfta bırakma tehdidiyle, zorla halk oyunları grubuna almıştı beni. Devamında tiyatroya bulaştırdı, sahne tozu yutturdu, oyunculuk yeteneğim olmadığını farketmemi sağladı. Bir çok acı, tatlı anım ve kesişmem vardır kendisiyle... Nihat abi de onlardan biri.

Nihat abi çocuk esirgeme kurumunun ranzalarında okumuş 'Bir Gün Tek Başına' yı... " İlk aşkım Günsel'di..." demişti. Ben de hemen koşup almış, tanışmıştım Nihat abinin ilk aşkıyla. Sevilesi kadındı doğrusu!..

Şimdi böyle adamlar, kadınlar var mı?.. ]



/ ...
Orta öğrenim hayatımın büyük bir bölümünde servisle gidip gelmiştim okula. Servis şoförlerimin hepsini severim ama biri çok özeldir: Ekrem abi!


Ekrem abi çok gençti. Muhtemelen liseyi yeni bitirmişti. Ben de orta son ya da lise 1'deydim sanırım. Bizim servisi çektikten sonra başka bir okulun servisine giderdi. Ben de, zaten serviste son inenlerden olduğum için, çoğunlukla eve gitmektense onunla takılırdım. Abdi İpekçi'ye basket maçlarına giderdik. Maç sonu korsan dolmuş çekerdik. Ekrem abi aynı zamanda tiyatrocuydu. Kanlı Nigar'da kabadayıyı oynardı. Ahmet Hoca'nın tedrisatından geçmişti o da. Bir Müslüm Gürses'i önemserdi müzik olarak. "Para vererek sadece onun kasetlerini alırım" derdi. Müslüm Gürses'i sevmeyi bana o öğretti. Pek çok süt çocuğu yönüm vardı. (Elmayı yıkamadan yemezdim mesela) Baya bi adam etti beni!

Bir ara dönüp uzun uzun anlatırım Ekrem abi'yi... /

19 Mart 2008 Çarşamba

GÖRDÜKLERİM, DUYDUKLARIM, SÖYLEDİKLERİM

*

"Yarın sınavım olmasa intihar ederdim."
5 Ağustos Pazar...(Yıl bilinmiyor)


**


"Kız-Seni çok seviyorum!
Erkek-Seni ne zaman görsem köpek gibi oluyorum.
Kız-Nasıl yani?
Erkek-Hep sikim kalkıyor!.."

Gerçek hayattan alınmış diyaloglardan

Travis'in Betsy'yi sinemaya götürmesi gibi bir şey!..


***


"Seni çok seviyorum!
Seni hiç anlamıyorum.
Sen de beni anlamıyorsun!
Biliyorum.
Bu yüzden seninleyim.
Olabildiğim kadar da olacağım.
Çözemiyorum bunu!.."
Sevgililerin bıraktığı notlardan
(Bir defterin üzerine yazılmış...
Muhtemelen, yazıldığında ben orada değilmişim
ya da uyuyormuşum...)

16 Mart 2008 Pazar

DÜNYANIN SONU

Yanlış arkadaşlar! Aileler hep yakınır dururlar bundan...Orta Okul ve Lise hayatım boyunca edindiğim neredeyse tüm arkadaşlar bu sıfatla anılırdı ailem tarafından. Aslında bu, bizzat annemle babamın yaptığı bir teşhis değildi. Öğretmenlerin dayatmasıyla oluşmuş bir yanlış anlamaydı(düpedüz öğretmenlerin komplosuydu). Çünkü söz konusu bir grup veledin her birinin ailelerine benzer şeyler söylüyorlardı. "Bunlar bir çete. Lideri de..."

Lider, kimin ailesiyle konuşuluyorsa ona göre değişiyordu. Çoğunlukla Cem'in (kan kardeşim) ve benim adım zikrediliyordu. Cem'in ailesine liderin ben olduğumu, benim aileme Cem olduğunu, Cem ve benim dışımdakilere de o an kimin adı dillerinin ucuna önce gelirse onu söylüyorlardı.

Bir keresinde Cem'le Taksim tarafındaydık. Eve dönecek paramız kalmamıştı ve mecburen Cem'in Harbiye tarafında çalışan babasının yanına gitmiştik. Babası beni görünce kim olduğumu sormuştu. Cem de hemen atlayıp; Tekirdağ'dan, yazlıktan arkadaşı olduğumu söylemişti. Özellikle o vakitlerde, Güray olamazdım, bu çok tehlikeliydi. Çünkü var olduğu iddia edilen çete, suç sicilinin en kayda değer haltlarından birini yiyeli bir kaç hafta oluyordu ve bendeniz de Cem'in babasına göre o çetenin lideriydim. Saf ve temiz çocuklarını kandırıp belaya bulaştırıp duruyordum. Benim ailemse aynı şeyleri Cem'in bana yaptığını sanıyordu...

Suç dosyalarımız kabardıkça kabardı. Sürekli müdürler, müdür yardımcıları eskitip duruyorduk. Söz konusu kişiler ya sürgün yiyorlar ya da başka cezalar alıyorlardı ama bir şekilde bizim okuldan ayrılmak zorunda kalıyorlardı. Her yeni gelenin başına benzer şeyler geliyordu...Sonra günün birinde bir müdür çıka geldi. Her ne hikmetse, okulumuzdaki bu müdür ve müdür yardımcısı erozyonunun sebebi olarak bizi görüyordu. Birileri ona öyle söylemiş olmalı. Oysa sebep biz değildik...Kantin ihaleleri, servis ihaleleri vs...İnce işlerdi bunlar...

Daha okulun ilk günü, İstiklal Marşı seramonisinden sonra okulun hoparlörlerinden tüm çetenin isimleri tek tek okundu. Yeni müdür bizi yanına çağırıyordu. İlk derse girmemiz gerekmiyordu. Okulun ilk günü, daha ilk dersi asma fırsatını yarattığı için yeni müdürümüze hemen kanımız ısınmıştı. Fakat neden biz? Sebep belliydi aslında. Bir dönem önce çoğumuz uzaklaştırma cezası almıştık. Akıllı, uslu olun vaazları çekecekti bize. "Ben sizin bildiğiniz müdürlerden değilim!"

Müdürün kapısının önünde beklemeye başladık. Birazdan tek tek çağıracakmış bizi. "Tek tek mi?" İşte bu hiç de iyi bir şey gibi durmuyordu. Sekiz, dokuz kişi...Tek tek!..Kapıyı çalıp önce kim gelsin diye sorduk. "Sırayla gelin işte" dedi. Bir itişme kakışma, herkes önündekini içeri iteliyor. Pat! Cihan'ı içeri fırlatıverdik. Çok fazla kalmadı içeride. Üç ya da beş dakika. Cihan çıkınca da Murat'ı itiverdik ve hemen sorduk Cihan'a:"Ne söyledi?" Bir şey söylemedi dedi Cihan, gösterdi...Ne gösterdi dedik. İstanbul'daki okulların listesi..."İstersen Anadolu yakasındakiler de ilerleyen sayfalarda" demiş...Bizi bu okulda tutmamaya kararlıymış. "Paşa paşa kendiniz gidin...Yok yere tasdikname yazmakla uğraştırmayın beni..." Murat'a da iki hafta süre vermiş...Öyle öyle sırayla herkes girdi içeri. Herkes müdürün odasına girip çıktığında cümleleri alt alta dizdik ve hiç de olumlu bir paragraf çıkmadı ortaya...

"Bunlar İstanbul'daki okulların listesi. Buradan kendinize okul beğenin. Beni tasdikname yazmakla uğraştırmayın. Hem üniversiteyi kazanmak falan gibi bir düşünceniz varsa, orta öğretim başarı puanınız için de iyi olur bu. Zaten okulun son yirmisi içindesiniz...Bu okulun size verecek bir şeyi yok artık! Hem sizi atmayayım diye uslu durmayı falan da aklınızdan geçirmeyin. Sizi bu okuldan atmam için illa da bir suç işlemenize gerek yok. Zaten önceden yaptıklarınız yeterli bunun için...Zaten geçen yıl iyi kurtarmışsınız paçayı. Ben olsam eğitim hayatınızı bitirirdim. Ama o zaman ben olmadığım için size başka bir okulda okuma hakkı tanıyorum. Karar sizin...Ya paşa paşa gidersiniz ya seve seve..."

Bir önceki müdür de bizi atmaya kalkışmıştı. Hatta neredeyse başarıyordu. O kadar kesindi ki o zaman atılacağımız hemen sonrası için planımızı programımızı yapmıştık. Kişisel mal varlıklarımızı, para eden neyimiz varsa satacak; gerekirse ailelerimizden çalacak ve pılı pırtıyı toplayıp Kaçkar Dağları'na gidecektik. Zaten ilkbahar gelmişti. Sonbahara kadar rahat rahat kamp yapabilirdik orada. Bu sürede ailelerimizi hiç aramayacak ve sonbaharda telefonla durumu yokladıktan sonra (muhtemelen üzüntüleri öfkelerini yenecekti) duruma göre ya geri dönecek ya da planın ilerleyen aşamasını yürürlüğe sokacaktık. Gerçi ilerleyen aşama diye bir şey yoktu ama onca zamanda aklımıza bir şeyler gelirdi. Seyahat ve konaklama için gerekli araştırmaları yapmış tasdiknamelerimizi bekliyorduk yola koyulmak için. Son anda yönetmelikteki bir madde imdadımıza yetişmişti. Eğer bir kaç arkadaşı daha bu suça ortak etmeye razı edebilirsek sayısal çoğunluk okuldan atılmayı uzaklaştırmaya dönüştürecekti. Suçu bölüşecek ve yönetmelikteki açığı kullanarak her birimizin cezasında indirim alacaktık. Neyse ki bizim için ceza almaya razı yeterince arkadaşımız vardı. Sonuçta birer hafta, üçer gün, birer gün derken cezalar paylaşıldı ve dünyanın sonu sandığımız yerin elimize diken batmasından daha da zararsız bir şey olduğunu öğrendik...

Peki şimdi Kaçkar Planını yeniden yürürlüğe mi sokacaktık? Elimizde her ayrıntısı düşünülmüş bir plan vardı zaten. Biz de, "Biz bir yere gitmiyoruz. Siz bizi atın!" dedik ve tasdiknamelerimizi görmek için sabırsızlanmaya başladık. İki yıl boyunca, sık sık derslerimize teşrif etmek dışında bir şey yapmadı o müdür ve sonunda tasdikname yerine diplomalarımızı verip bizden kurtuldu. O kadar mutluydu ki o gün! Yüzünde güller açıyordu...Hayır, bizden kurtulduğu için değil. Bizi adam ettiğini sanıyordu...Başardı mı gerçekten?

13 Mart 2008 Perşembe

NERDEYİM?

Jacques Brel'in
"Ne me quitte pas"yı
Nüfusundan çıkardığı yerdeyim...

Güray ONOK

12 Mart 2008 Çarşamba

UFO TAMİRCİSİ

İşsizseniz eğer, iş aramanız gerekiyormuş. Ben de, bu sebeple iş arıyorum...Çocukken saklambaç oyununda hiç iyi değildim zaten. Ebe oldum mu bi kere, haftalarca ebe kalırdım. Bundan sıkılan arkadaşlarım, bir yerden sonra beni bulsalar da, koşmak yerine salına salına giderlerdi beni sobelemeye, ben de o zamana kadar gidip sobelemiş olurdum onları. En azından fena koşmazdım...Ki bunu öğrenene kadar bile, neler çektim anlatamam...


Çocukken çiftçi olmak isterdim. Hadi olmadı diyelim, kamyon şoförlüğü cazip gelirdi. Önce muavin, sonra şoför...Eniştem kamyon şoförü idi, hala da öyle sayılır. Çünkü bir kez kamyona düştünüz mü, artık ondan başka bir şey olamazsınız. Kravat takıp bir Starline'ın şoför koltuğuna bile otursanız; kravatınızda Ulusoy da yazsa, Varan da fark etmez...Yalnızlığı özlersiniz!..Hayallerin peşinden koşulması gerektiğine hala ikna olamadım. Sadece hayal etmek, bir sigarayı tüttüre tüttüre uzaklara bakmak, bir of çekmek ve mantarsız şaraplar içmek...


Tuhaf karşılanabilecek bir beceriksizliğim vardır insan ilişkilerinde. Birine, bir yere alışana kadar acayip soğuk bir adamımdır. Alıştıktan sonra ise, tuhaf karşılanabilecek bir beceri göstermeye başlarım. Bu alışma süresinin ortalaması biri merhaba diyene kadar ya da ortamın havasını ciğerlerime çekene kadardır...Dolayısıyla öz geçmiş postalamak, o öz geçmişte ne yazarsa yazsın beni anlatamaz...Gerçi bir "Güray Onok Öz Geçmişi" de yazdım ama laubali ve anlaşılmaz bulunabileceği endişesi ile resmi olarak hiçbir yere yollamadım. Eğer biri bir gün iş görüşmesine çağırırsa, o öz geçmişi vereceğim!(Biraz aşağıda bu öz geçmişi bulabilirsiniz ve ister kendi adınıza, ister benim adıma herhangi bir yere postalayabilirsiniz)




[ÖZ GEÇMİŞ
Benim adım Güray Onok. Ben de sizin gibi bir ölümlüyüm...
Çocukken armut ağaçları yetiştirmek isterdim; kiraz, vişne, elma, incir, nar... Ağaçlara bakmaktan da, tırmanmaktan da, yüksekten korkup inememekten de çok şeyler öğrendim...Çeltik tarlalarında paçalarımı sıyırıp kurbağa avlarken keşfettim doğanın güzelliğini. Bu dünyanın bizden başka herkese ve her şey'e ait olduğunu.




Hasta bir çocuk olarak büyüdüm. Bu sayede kitapları keşfettim. Çok kitap okudum, çok kereler aşık oldum ve hayattan da, insanlardan da çokça yaralı kurtuldum ama hayatta kalma sanatını öğrenmiştim bir kez, bu yüzden hala aranızdayım...


Okullara gittim, okullar bitirdim. Bu kısım çok önemli değil, çoğu bunu yapabiliyor zaten!


Asıl eğitim hayatım Baudelaire ile başladı; Rimbaud, Pavese, William Blake, Kavafis, Ritsos...Bu kadar yabancı dil kafi! Buralardan Nazım Hikmet, Attila İlhan, Cemal Süreya, Turgut Uyar... Hepsinden de iyi notlarla geçtim. Arayıp sorarsanız, bunu size teyid edeceklerdir...


Şiir kanıma karıştığından beri dünya bir şiir oldu benim için. Yazdım, okudum ve belleğime kazıdım onu. Kendim şiir olamayacağımdan(ne de dünya) sadece insan olmaya çalıştım, insan kalmaya. Becerebildim mi? Şimdilik, muvaffak oluyorum gibi…



Hayat trajik olmasaydı asla neşeli olamazdı diye düşünürüm. Ruhum Trakya'ya aittir; köklerim, umutlarım, acılarım ve Auschwitz'de dahi körebe oynayabilecek kadar çocuksu neşem...


Asıl mesleğim U.F.O. Tamirciliği. Tüm düşleri olmasa da, azıcık yaşama hevesi olan düşleri onarabilirim. Önce dinlemem lazım...


Tanıyan herkes benden bir şey olabileceğini iddia ediyor, bense Güray Onok olmaktan mutluyum...Bu kadarı da yetiyor bana ama kimse bunu bir meslek, kariyer olarak görmüyor... Güray Onok, eğer sizde varsa, sizden bir meslek talep ediyor...]


10 Mart 2008 Pazartesi

HATIRADA KAYIP GECELER

"Gecenin ortasında öylece duruyordun;
tüm koordinatların, haritaların,yalnız-
lıkların ve alkolün ötesinde. Teninden
havalanan güvercinleri görebiliyordum.
Günlerden dördüncü biranın tam ortasıydı.
Üstelik sıkılgan bir tütünün bir türlü
izmaritine sarılamadığı gasp ve darp dolu
o saatlerin - ki dakikaları ucuca ekle-
mekten dilimde tüyler bitebilirdi ve ben
güzelliğinin iklimine böyle sessiz, böyle
saygıda kusur etmeksizin girmemiş
olsaydım..."
20 Ocak 2005'te, 31 Ağustos 2003'te yazılan bu satırları yeniden günlüğüme geçirmiş ve hemen altına da "Kimsin sen G.K.? Neden hatırlayamıyorum seni?" diye yazmışım.
Dün gece eski defterleri karıştırırken yine karşıma çıktı. G.K. diye ben kısalttım ismi. Tam açılımını yazmışım günlüğüme.
20 Ocak 2005 tarihli, yeniden yazılmış versiyonuna baktım yalnızca. 2003 tarihli günlüğüme bakmayı da istedim ama hemen vazgeçtim bu düşünceden. Elimdeki tek kanıtın, bu sorunun yeniden sorulduğu belge olmasını istiyorum. Ayrıca google ya da facebook gibi kaynakları kullanma fikirlerini de hemen reddettim. Eğer gerçekten "güzelliğinin iklimine böyle saygıda kusur etmeksizin gir"diysem, aynı saygıyla, anılarımda bulmaya karar verdim G.K.'yı...Bunu daha önce de denemiş ama başaramamış olduğumu hatırlıyorum...
Elimde bir tarih, bir isim ve bir gecenin küçük ipuçları var. 2003 yazını düşünüyorum. Nazım'la Yusuf'un yanına taşınmamın üzerinden tam olarak bir yıl geçmiş. Yine yaz ve yine Eskişehir'de kalmışım. Muhtemelen söz konusu gece 30 Ağustos gecesi ya da kendimi fazlasıyla dağıtmışsam 29 Ağustos da olabilir. 2003 yazı, muhtemelen en ayık olmadığım yaza denk düşüyor. 2002'de neden Eskişehir'de kaldığımı hatırlıyorum, 2001 yazını da...Ama 2003 yazı bana çok şey ifade etmiyor...Neden? Muhtemelen 'Hatırada Kayıp Gecelerin" istilasında bir yaz olduğu için...
"Sıkılgan bir tütünün bir türlü izmaritine sarılamadığı gasp ve darp dolu o saatler" ne olabilirdi? Katılmadığım ve sadece dinleyicisi olduğum bir muhabbet geliyor gözümün önüne. O halde, manasız bir masada oturuyor olmalıyım. Ne Yusuf, ne Onur, ne Nazım...Peki o masada işim ne? Böyle bir masada misafirlik yapabileceğim insanları düşünüyorum. Bir kaç isim çıkıyor ortaya ama 2003 yazında değil. Kesinlikle tarihler uyuşmuyor! Tekrar başa dönüyorum...
"Teninden havalanan güvercinler..." bu imgeyi ilk düşündüğüm andan beri bir rakı masası gelir gözümün önüne. Ama "günlerden dördüncü biranın tam ortası"nda ne işi var? Belki de sonradan değiştirmişimdir ya da gayet güzel asfaltlanmış bir kafayla bir rakı masasına kendimi davet ettirmişimdir...Ama ben kadınlarla rakı içmeyi sevmem ki! Ayrımcı biriyimdir bu konuda. Her içkinin, her muhabbetin, her garabetin muhatapları bellidir benim için...O halde ansızın verilen bir karar olabilir biradan rakıya geçme fikri. Yusuf'a rakı sipariş ettiğimi hatırlıyorum...Yanılıyor muyum?..
Sahi, kimsin sen G.K. ve seni böylesine efendice sevişimin nedeni ne? Sevmiş olduğum muhakkak. Kendimi sana layık görmemiş olduğum da...Bir gün ansızın hatırlayacağım sanki seni. Ama bugün de değil! Ne yazık ki bugün değil...Hatırlarsam ne olacak? Hiçbir şey! Sadece unutmamış olacağım...Bu da seni ölümsüz kılacak...

6 Mart 2008 Perşembe

"Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler var yarabbi!"

"Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler var yarabbi!"
Reşat Nuri Güntekin

Vaadsiz sevdiğim tüm güzellikler şimdi büyük vaadlerin bahçesindeler...Acıyorsam, evet, bundandır! Söylediklerimi geri alamıyorsam, ne yapabilirim? Yanlıştan dönmeli ve belki artık indirimden vaadler edinmeliyim.

Keşke hiçkimsem olmasaydı!..O zaman hiç kaygılanmazdım. Üzdüğüm, üzüldüğüm birileri olmazdı. Ama hayat kimseyi tek başına komuyor. Acıyorsam, evet, bundandır!

Bir kaç yıl önce dayı oldum ve bu bana bir oğul, bir kardeş, bir yeğen, bir torun, bir kuzen, bir sütkardeş, bir sütoğul, bir akraba olduğumu hatırlattı. Askere gitmeden önce adetmiş, akrabaları dolaştım. İsteyin ya da istemeyin, onların bir parçasısınız. Sevin ya da sevmeyin, sevilin ya da sevilmeyin...Oysa ben tam da gerçek bir baş belası olmak üzereydim, son sınavı da verseydim mezun olacaktım. Bu kadar çok insana hesap vermeyi göze alamadım...Ne derseniz deyin, her ithama müstehakım!..

Sevildiğinizi görmek kalbinizi yumuşatıyor...Acıyorsam, evet, bundandır! Uzun uzadıya bahsetmek istemiyorum ama benim bir sevilme mevsimim var. Belki de hala tam olarak insan olmayı başaramamış bir yanım salgılar, kokular salıyor da o vakit geldi mi birileri yanaşıp seviyor beni...Bense, sevileceğim her kucağa razı olmak istemiyorum artık! Kalkıp gitmek ya da kovmak istiyorum onları. Yapamıyorum...Sevilmek insanın kalbini yumuşatıyor...Yinede affetmek konusunda bir şeyler katmıyor bu size! Ama ben hatalarımdan dersler çıkarmayı becerebiliyorum artık. O yüzden, affetmem gereken bir konumda bırakmıyorum kimseyi. Hayatımın anayasasından idamı da müebbeti de kaldırdım. Hakimlerimi ücretli izne gönderip süresiz adli tatil ilan ettim...

Ansızın telefonda bir ses duydum. Birazdan telefonun çalacak bil bakalım kim arıyor deselerdi bininci tahminimde bile bilemezdim kimin aradığını. O sesi duyuyor ve hatırlandığınızı görüyorsunuz. Hatırlanmak insanın kalbini yumuşatıyor. Ne konuşulduğunun ne önemi var ki?! Bir gün bir çay ısmarlanacağını bilmek ne güzel şey...Her şey güzel olmayacak belki, ama biz dokunmadıkça her şey zaten çok güzel...Bir gün Jack bir çin lokantasında Gary'yle falan yemek yerken mutfağın kapısındaki yaşlı bir aşçının yanına gider ve sorar "Bodhidharma batıdan niye gelmiş?" diye(Bodhidharma,Budacılığı Hindistan'dan Çin'e getiren Hintli), Yaşlı aşçı da "Bana ne!" der...İşte hayat budur!..

Zemheri bir aralık gecesi, gece aralıktan sızmış neredeyse görünmez olacak. Bir şeye kahroluyorum ama neye? Hatırlamıyorum şimdi. Önümde iki adam şarkılar söyleyerek yürüyorlar. Bakıyorum, yolumuz aynı. Onlara katılıyorum. İkram edecek içkileri yok diye üzülüyorlar. Gerek yok ki! Çoktaan kopmuşuz zaten. İçki alabileceğimiz ve onu paylaşabileceğimiz bir yer bulana kadar kolkola şarkılar söyleyerek şehrin(Eskişehir) altını üstüne getiriyoruz. Eski otogarın oralarda açık bir yer buluyoruz nihayet. Paylaşa paylaşa Yunus Emre Caddesi'nden Atatürk Lisesi'ne çıkıyoruz. "Benim yolum burada sona eriyor" diyorum ve onlar Devlet Hastanesi'ne doğru şarkılarına devam ederlerken ben de evime çıkıyorum. Mutfağa girip bir bardak su içiyorum ve Yediler Parkı'nın arkasından güneş doğuyor...Tam iki saat olmuş onların koluna gireli...Hayat gerçekten matrak!..

4 Mart 2008 Salı

DİLSİZ

Hasan diye bir arkadaşım var. Ben Hasan'ı çok severim. Kimse akıl sır erdiremez bu duruma. Onun tarafını tutan bir şekilde bile tanımlasam onu, "sevilecek nesi var yahu bu adamın!" dersiniz hemen. Nesnel bir tanım yapsam, ipe götürürsünüz. Karşısında dursam, yersem, mezarının bile bulunmasını istemezsiniz...Garip bir tutum olarak bakarsınız, siz de, eğer tanısaydınız Hasan'ı, benim Hasan'ı sevmeme...

Hasan'ı sevmemin nedenini Türkçe'de anlatamam, İngilizce'de de, çok kıt bir Almanca'm var, onda hiç beceremem...En fazla bir kaç durum, bir kaç yaşanmış andan örnek verebilirim ki ne kadar sinematografi katarsam katayım bir anlam çıkarabileceğinizi sanmam.

Şimdi niye buradan açtım lafı, oraya geleyim...

Siz Hasan'ı tanımıyorsunuz. Biraz ipucu verdim ama bu halde bile azıcık sevimli biri olduğu gibi bir yanlışa düşme ihtimaliniz var. Buraya da şöyle bir ayrıntı katalım. Hasan hep şunu der bana:"Senden menfaatim olmadıkça senin yanına gelmem, senden bir şey istemem, senin için bir şey yapmam!" Ben de bu adamı bunu bile bile severim...Bu, ilişkimizin anahtar noktasıdır, Pasarofça Antlaşması'dır...

Mesele pekçoklarının tanıdığı isimlere gelince biraz farklılaşıyor. Yani Michael Winterbottom'ı seviyorum desem; hemen şundan, şundan diye sebepler gelebilir aklınıza. Modigliani'yi seviyorum dediğimde de, Baudelaire için de, Turgut Uyar için de...Öyle değil, ondan değil desem, soracaksınız "neden?" diye...

Tamam Hasan'la aynı sebepten değil ya da Bruce Springsteen'e sevgimle Jim Jarmusch'a sevgim de aynı nedenden değil...Zaten sevgi'ye vardığım anda dilim tutulur benim...Acayip cimri bir adam olurum.

Yazmaya başladım, başladığım yeri unuttum. Hatırladım, kotaramadım...Okuyucunun affına sığınıp bağlamaya çalışayım...

"İnanmadığın bir şeyi nasıl bu kadar güzel ve yağlandıra ballandıra anlatabiliyorsun" demişti, okul sıralarında bir belgeselin üzerine yazdığım metin için bir arkadaşım...Evet, bunu yapabiliyorum ama inandığım, sevdiğim şeyler üzerine yazmakta o kadar da iyi değilim...

Yaklaşık bir on-onbeş gün Jack Kerouac üzerine bir şeyler yazmaya çalışmıştım. Aslında güzel bir yerden girmiştim yazıya, nasıl tanıştımdan neden bağımlısı olduma getirip oradan da biraz yapıtları üzerine gevelemiştim...Sonra tıkandım. Neden? Çünkü çok güzel bir finalim vardı.


"...karışık içgüdüle-
rimden, karanlık değerlerle örtülü sayfalar dolusu delilikten söz etmeyi bırakı-
yorum, sense tozu uçuşan bir yolda koşmayı unutma! İnsanın büyük bir bilge
değil, büyük bir karanlık olduğunu da elden bırakma!"

Hüseyin Peker'den bu alıntıyla bitirecektim. Ama düşünceler arasında sağlam bağlantılar kuramadığım için okuyanlar burun kıvıracaktı. Bir de, bu kadar seviyorsun da niye böyle bitiriyorsun diyeceklerdi...

An'lar, yaşananlar, insanlar bir yerden tutup bir yere getirirler bizi. Benim için önemli olan budur...Bunu isteyerek ya da bilerek yapmalarını önemsemem. Yolda'yı okuyup yollara düşmek isteği duymam. Bambaşka bir şeydir onun bana söylediği. Her şeyin dili vardır. Her şeyin ve herkesin dili dinleyene göre başkadır. Bunu söylemeye çalıştım da...Galiba yine başaramadım...

3 Mart 2008 Pazartesi

ÇETİK MÜZESİ

Biraz önce; hemen hemen her gün olduğu gibi, yine komşumuz Arse teyze misafirliğe geldi. 80'ine çoktan el sallayıp vedalaşmış bu şirin kadın ile annem sürekli çiçek, örgü desenleri vs. değiş tokuşu yapar dururlar.

Ben yatağımda uzanmış Sean Penn'in İnto the wild'ı ile Jim Jarmusch'un Dead Man'i, Kubrick'in Clock'work Orange'ı, Danny Boyle'un Trainspotting'i, Sergio Leone'nin Once Upon a Time in America'sı arasında bağlar kuruyordum. Biraz Jack Kerouac sosu, azıcık Batı'nın Doğu'yu özgürleştirmek istemesindeki haklılığı falan derken tam bugün yazacak bir şeyler bulduğum için sevinmeye başlamıştım ki annem odama girip "Kalk! Kalk!" dedi. Ne olduğunu anlayamadan beni yatağımdan kaldırdı. Yatağın çarşaflarını falan şöyle bir sıyırıp yatağı da kaldırdı. Bir baktım, bir çetik müzesinin üstünde yatıyormuşum...

"Bunlar ne arıyor burada?" dedim. Düz dursunlar diye koymuş annem onları oraya. Boydan boya neredeyse hiç boşluk olmadan serilmiş onlarca çetik. Her birinin deseni, rengi farklı...Bakalım daha neler çıkacak annemin hayalgücünün yeraltı kaynakları arasından...

Arse teyze de zar zor gören gözleriyle her birini en ince ayrıntısına kadar inceleyince uzunca bir süre odamdan sürgün edildim...