15 Temmuz 2006 Cumartesi

Nazım'ın Peşinde...


“Artık sesi olmayan bir dilin, kelimelerde ve köklerde hala taşıdığı izi parantezler açarak hatırlatmak gibi bir saplantım var. Böylece bugünkü davranışlarımın altında izleri bulunan bütün çocukluk anılarımı bir psikolog divanında tekrar hatırlamaya çalışmak gibi, evrimin aile albümünü karıştırıyorum. Bu, Bati geleneğinin temelinde yer alan akıl ve gerçek düşünlerinin anlamsızlığını ya da kurgusallığını aşikar etmeye yaramakla birlikte herhangi bir Katharsis sağlamıyor.Buna rağmen sanatın ahlaki bir amacının olduğu inancımı korumak istiyorum.”

Nazım Ünal Yılmaz


Nazım’la arkadaşlık ve ev arkadaşlığı yaptığım süreç içinde, sanat üzerine konuşmaktansa hayat üzerine konuşmayı tercih ettik hep. Birbirimizin ürettikleri üzerine derin irdelemelerdense, “çok sevdim” ya da “bunu pek sevmedim” gibisinden yorumlarda bulunmuşuzdur, o da eğer yorum yapmak gereği duymuş isek.

Nazım gibi büyük bir ressam ve iyi niyetli bir entelektüel ile yaşamanın, dost olmanın keyfini epeyce sürdük Yusuf, Onur ve ben. Beraber yaptığımız işlerde, Nazım, bir turnusol kağıdı ya da Nürnberg mahkemesi niteliğindeydi, yaratıcılığının yanı sıra. Her ne kadar okumuş çocuklar da olsak, Onur da, ben de, Yusuf da; çoğunlukla aklımız ya iki bacağımızın arasında ya da Futbol, alkol, kumar gibi gündelik şeylerdeydi. Uzun süre hayatı zerre kadar ciddiye almadığımız oldu. Ama Nazım, kulaklarımızı çeker ya da yerde demlenen sözde trapezci bizlere ipin üzerine çıkıp “Bunu yapabilir misiniz?” diye göz dağı verirdi.

Onun sanatçılığının yanında bizler, hep eleştirdiğimiz ve sikimize bile takmadığımız kişiler konumuna düşerdik. İçki masalarında ya da güzel bacaklı, ayva memeli, harikulade kokan kızların yanında mangalda kül bırakmasak da; koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olmaktan ziyade bir özelliğimiz olduğu da söylenemezdi.

Şimdilerde yeniden onun izlerinden gitmeye başlasak sanırım iyi olacak…

Değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder