10 Nisan 2006 Pazartesi

Geceler hep uzundur kederli gündüzlerden

Uykusuzluk vahim değil. Çaresi var. Uyumamak! Benim için ironik, sizleri bilemem. Zaten açlığın ilacı bir şey yememek, hastalığın ilacı tedaviye başlamamaktır benim için. Bedenimin sınırlarını zorlamaktan eğer benim keyfime bırakılmışsa zevk alırım.

Bir süredir belki de gecenin sessizliği hoşuma gittiği için uyumuyorum. Bunu dert etmiyorum. Bol bol yemek yiyorum, neredeyse günde 7-8 öğün. Kilo alıp almadığımın henüz ayırdında değilim. Kilo almak için yiyorum. Gövdem yeryüzünde daha çok yer kaplasın, kalp damarlarım tıkanmaya başlasın, kolestorolüm artsın istiyorum. Hastalıklar ve yıpranmalar sayesinde daha çok gıcırdayan ve daha "çok sesli" bir hayatım olur ümidindeyim. Bakalım, göreceğiz...

Kahveyi azaltmaya çalışıyorum. Şarap uykumu getirdiği için şaraptan uzak duruyorum. Bol bol müzik dinliyorum, televizyonda ne olduğuna aldırmaksızın sesini kısarak fonda sürekli bir hareketlilik sağladım. Bu uykuya dayanma sürenizi arttırıyor, aklınızda bulunsun. Güneşin doğuşuyla beraber gündüz kıvamına dönüp kısık ateşte kitap okuyorum.

Oyalanıyorum işin özeti ve bundan keyif alıyorum!..

Yeniden Modigliani

Mick Davis'in Modigliani'sini nihayet izledim. Andy Garcia'nın Modigliani'si de denebilir, ya da amerikalıların Modigliani'si...Bir önemi yok! Bence hepsi aynı! Yani film bende pek bir şey bırakmadı.

Jeanne'ın anlatıcı olması güzeldi ama Picasso belki de ilgi çeksin diye gereğinden fazla ortalıktaydı!.. Mesela bu konudaki en önemli yanlışlık Modigliani'yi Renoir'a götüren Picasso değil. Tamamen uydurmaca bir sahne o. Ve de Modigliani'nin hayatında öyle çok da yer kaplamamasına karşın her olayın ucundan köşesinden Picasso'ya bağlanıp durdu öykü. Çok sıkıldım bu durumdan. Yani Picasso olmasa kimse siklemeyecek sanki Modigliani'yi. Hadi oradan!.. diyorum kibarca. Zaten Picasso'dan hiç mi hiç hazzetmem. Ne zaman kaybolacak bu adam ortalıktan deyip durdum ama hep oralarda kaldı. Modigliani ölünce bile onu gördük.

Maurice Utrillo ise bence hikayede oturması gereken yere oturtulmamış. Gerçi Montparnasse 19'da da yer etmezdi ama...

Yinede Modigliani'nin sanatı ve kişiliği üzerine çok daha fazla şey söyleyen bir film Montparnasse 19. Mick Davis'in Modigliani'si çok amerikan sineması kokuyor. İyi sahneler var mı, var tabii... Ama onlar bu biyografiyi kotarmaya yetmiyorlar ve de açık yüreklilikle söylerim ki Montparnasse 19'un finali düşünüldüğünde Mick Davis'in finali daha iyi ama filmin en çok aksayan tarafı da orada ortaya çıkıyor: bu modigliani ile Jeanne'ın öyküsü olmaya çalışan ama onların aşklarına dair çok da şey söylemeyen bir film. Bunun yerine Montparnasse 19 gibi Modigliani'nin öyküsü olsaymış daha iyi olurmuş diyor insan.

O rolde görmeyene kadar Andy Garcia'nın iyi bir seçim olduğunu düşünmüştüm ama sanırım biraz da ona verilen mizansenlerden dolayı pek Modigliani'yi giyememiş üzerine. Bunu kaçırılmış bir fırsat olarak görürüm.

Neyse, hayatımda hem de dolarlar sayarak kitabını aldığım tek ressam, Modigliani'yi anlatan bu film hayatımdan iki saat götürdü...Sizin de götürebilir isterseniz. Ya da Montparnasse 19'u izlersiniz ömrünüze ömür katar.

Herkese sevgiler.

9 Nisan 2006 Pazar

Bazen beklersin...Neyi beklediğini bilmezsin. Gelen geçen herhangi biri ya da attığın herhangi bir adım olabilir beklediğin. Ama bekleyişin cazibesi alır aklını başından. Bir yere varmayacak yolculuklar ne kadar güzelse. Bir yere varmayacak ilişkiler... Sonlanmayacak, canını acıtmayacak, hayallerini yıkmayacak...Beklemek, yalnızca beklemek ve gelen geçenden, geçip giden zamandan bir şey ummamak...Güzeldir ama gelip geçer!

Bu sabaha neşeyle ve umutla uyanan bedenim, bu sabaha kapanmayan gözlerim, bu sabaha sarılan ruhum...İşte o bekleyişin esiri.

Bittiğinde, bana ninniler söyleyin, huzur içinde tatlı rüyalara dalayım...

8 Nisan 2006 Cumartesi

bırakınız imgelerle çocuklar oynasın...karşılıklı değiş tokuş yapalım inançlarımızı.
sizde ne vardı?

7 Nisan 2006 Cuma

Staj

Erkekler, erkeklerden öğrenir. Bu bir kuraldır. Erkeklerin kendi aralarındaki hiyerarşinin bir parçasıdır bu kural. Neyi, kimden öğrendiğiniz; arkadaşlarınızın, abilerinizin, dayılarınızın, amcalarınızın, babanızın kim olduğu erkek topluluğundaki yerinizi ve geleceğinizi belirler.

Annelerin, “sakın kimseyle kavga dövüş yapma!” uyarılarına karşılık; babalar, amcalar, dayılar, “gidip burnunun üstüne kafayı çakacaksın” derler ve siz de bir erkek çocuğu olarak, ne kadar ana kuzusu olursanız olun gidip burnunun üstüne kafayı çakarsınız. Sonra akşam yemeği için babanızı kahveden çağırmaya gittiğinizde, babanız:”Benim oğlan seninkinin ağzını burnunu kırmış” diye hava atar burnunu kırdığınız çocuğun babasına.

Okuldan uzaklaştırılmanıza rağmen harçlığınız artar ve bir anda kabadayıların köşesinde (ki bu köşe; mahallenin girişi, çıkışı ya da tam orta yeridir) bir staj fırsatı yakalarsınız. Nasıl olsa okul geçici bir süre sizi kabul etmeyecektir ve Hababam Sınıfı’nda Mahmut Hoca’nın dediği gibi, “okul dört duvar, iki sıra, bir tahta demek değildir.” Siz de bir kısmı Milli Eğitim tarafından sonsuza dek ihraç edilmiş abilerinizle kumar oynamayı, yol kesmeyi, haraç almayı, aşağı mahallenin kabadayılarını faka bastırmayı öğrenirsiniz. Sustalı mı yoksa Kelebek mi tartışmalarının ortasında bulursunuz kendinizi( sosyalizm mi kapitalizm mi tartışmalarına daha çok vardır, hayatınızın o safhasına henüz gelmemişsinizdir) Henüz o yıllarda, en azından o sokaklar için tüfenk icat olmamış mertlik bozulmamıştır.

Stajınızın iki ya da üçüncü gününde mahalle takımında sağ bekte bir yer edinirsiniz kendinize. O güne dek sınıf takımına bile alınmamışsınızdır. Üstelik mahalledeki bazı kızlardan bile kötüsünüzdür futbol konusunda. Size verilen sorumluluğu bir rütbe olarak takarsınız omuzlarınıza.

Maç yapılacak arsaya gittiğinizde şaşkınlığınız zirveye ulaşır. Daha dün kafa-göz girişilen bitirimler sahada karşınızdadır. Kadrolarındaki birkaç eksikle tabi! Seke seke yürüyenler ki sizin tarafta da bir iki tane vardır, top toplayıcı olurlar. Aslında sizin sahada kendinize bir yer edinmenizin sebebi de budur.

Maçın skorunu hiç unutmam:2-2! İkinci golü ben atmıştım çünkü. 2-1 mağluptuk ve bir kornerde sahanın en kısası ve en cılızı bendeniz hayatımda ilk ve son kez uçarak bir kafa golü atmıştım. Golü attıktan sonra eve dönene kadar dizlerim titremişti ve tabi ki golden sonra orta sahayı hiç geçmedim. Çünkü o maç ile bir gün önceki arbede arasındaki tek fark ortada bir topun dönüp dolaşmasıydı…

Velhasılı kelam, sayılı zaman çabuk geçti. Başarılı stajıma rağmen asla bir kabadayı olmadım. Ya da belki siz “serseri” tabirini kullanmak istersiniz. Bunu anlayışla karşılayabilirim. Yinede hayatın bana sunduğu o hediyeyi hep lehime kullandım. Çünkü erkeklerin dünyasında, “hamili yakinimdir” kartvizitinden daha değerlidir selam alıp selam vermek.

2 Nisan 2006 Pazar

Çocukluk Menüm ya da Benim Sakatatlara Aşkımın Hikayesi

Bu akşam yemekte, dayımın kızı bizdeydi. Doğdu doğalı yemekle içmekle arası yoktur. Şimdi 4,5 yaşında ama hani çikolatayla bile arası öyle çok da iyi değil. Onun bu tutumu karşısında kendi çocukluğum geldi aklıma. Ben çocukken yemek yemeyi sevmezdim. İştahlı bir çocuk değildim. Ama dedemin çilingir sofrasının mezeleri benim günlük öğünlerim olmuştu. Aşağıda çocukken en sevdiğim yiyeceklerin listesi:

-Pastırma(dedemin arkadaşı yapardı pastırmayı,sucuğu.çok da güzel yapardı.lakabı aklımda kangal diye kalmış ama pek iyi hatırlayamadığım için bundan emin olduğumu söyleyemem)
-Beyin salatası(annem en çok bunu sevdiğimi söylüyor)
-dalak(az pişmiş ve kanlı)
-böbrek
-kelle
-paça çorbası
-billur
-sucuk
-peynir
-zeytin

görüldüğü üzere sakatatlar öğünlerimin büyük bir kısmını işgal eder. yıllarca uzak durmama rağmen 12 yaşından sonra işkembe çorbası da ana gıdalarım arasında kendine bir yer edindi. şimdilerde en sevdiğim restoranlar Pangaltı İşkembecisi,Lale İşkembe ve evimin biraz ilerisindeki kelle-paça'cıdır.

1 Nisan 2006 Cumartesi

Emprovize Yazılar -içkiler ve gülmeler-

çok değil bundan iki yıl önce;hani anasından doğduğuna pişman olmak derler ya öyle bir haldeyim. terkedilmişim, unutamamışım, senelerdir sürünüyor bir haldeyim. gerçekler acıdır derler ya gerçeği bulmuşum acısından kaçıyorum, alkolikliği bir hayatta kalma yöntemi olarak uyguluyorum. fakat siz kendinize ne kadar acırsanız acıyın kimse size acımaz. tutup acı biberi ağzıma sürüyorlar. yahu benim ne güzel yalanlarım vardı, ne güzel yaşayıp gidiyorduk! demeye kalmadı sigortalar yandı...ama nasıl yanış. yani general electric sponsor olsa tamir edilemez hasar...neyse; sağolsunlar özgürle adnan kolumdan tutup beni ilacıma götürüyorlar, yani alkole.biraz içiyorum, nispeten sakinleşiyorum falan özgür bir laf ediyor: "bak güray, göreceksin, bir sene sonra bunları anlatıp güleceksin..."
özgürcüm bu da benden sana, biraz geç oldu ama...bir neşet ertaş türküsü.

"kar yağar kar üstüne
yar sevmiş yar üstüme
varsın sevsin neyleyim
turp yemiş nar üstüne"

içelim, güzelleşelim!..