28 Aralık 2007 Cuma

2007 NASIL BİR YILDI ?

1995 ve 2001'in ardından 2007 de kendine özel bir dosya açıp anılarımda yer eden yıllardan biri oldu. ( Bu altı yıllık aralar rastlantı mı acaba?..) Genellikle; toprak insanı olmamdan kaynaklanan bir özellikle, mevsimlik yaşayan biriyimdir. Yazları durgun, kışları sessiz, baharlarda parlayan... Dört mevsim birden ritüelinden dışarı çıkınca da yıllık insan olurum. İşte 2007 böyle bir yıldı...

2006'nın sonunda kişisel on yıllık ilerleme raporumu halka açıklamış ve istikrardan yana olduğumu ortaya koyarak sivri uçlarıma ve demokrasi talep eden yanlarıma göz dağı verip susturmuştum. İstikrar için de 2007'yi gözden çıkarmıştım. Daha doğrusu baharlarını ve yazını. Ama kış da peşi sıra geliverdi işte, yapacak bir şey yok!

Yılın yarısını askerde geçirdiğim için o kısmı tamamen kayıp hanesine yazmak zor ama başka bir yılı harcamaktansa bu yılı harcamak fena bir fikir değilmiş...Bu sırada duygusal istikrarımı hiç ummadığım bir şekilde kaybedince sarsıldım biraz. Ama olasılıklar hanesinde bu ihtimale de yer verdiğim için beklenmedik bir şeydi diyemem...Alternatif planlarım işlemediği için biraz sıkıldım tabii. Yinede rotada olmayan limanlara uğramak zorunda kalmak pek çok şey kazandırdı diyebilirim...Mesela Akın, Ramazan, Necmettin ve Kenan gibi kişiliklerle karşılaşmak heyecan vericiydi...Heybeme pek çok şey koymamı sağladılar!

Bu yıl genel olarak zor sınavların kolayca verildiği bir yıl olarak kalacak hafızamda. Bedenimin ve ruhumun sınırlarını olabildiğince zorladığım ve sandığımdan daha güçlü olduğumu anladığım bir yıl olarak...Aslında buna gerek yoktu ama can sıkıntısından kaşınıp durdum.Teorik olarak oldukça iyi bir asker oldum. Elime geçen tüm talimnameleri okuyunca, geniş bir askeri bilgi arşivi kurdum. Yanaşık düzen, tek er ve manga eğitimlerinin neredeyse tamamını ezberledim.

Ama insan ilişkilerinde tökezlediğim yerler de oldu. Kredibilitem yerlerde sürünüyor şu ara ama en yakın zamanda itibarımı yeniden geri kazanmak için çalışmalara başlayacağım...

Bu yıl en çok dilime takılan parça Dr. Skull'dan "Kimi yedi seni, kimi sakladı, kimi beyaza boyayıp akladı, kimi yoluna yol oldu gitti, kimi kaçırdı seni ağladı" oldu. Ve tabii ki Nöbetçinin Türküsü! İlk kez Serdar'dan duyduğum "Gün gördüm, günler gördüm" de bozkır havasında fena gitmedi tabii...

Enkaz bir yıldan bile elde edebileceğim tüm cevheri elde etmeye çalıştım.

5 Aralık 2007 Çarşamba

CEVVAL

senin
düşlerini
sulara bıraktığın
o kıyıda
beni
dinamitliyor hayat
yüzeye vuruyorum
kimseye hayır demiyorum artık
ucuz etim
yahnim soğuk façalarım kabuk tuttu...


GÜRAY ONOK





20 Kasım 2007 Salı

Giderken tüm yapraklarımı döktün! Ve ben şimdi, çıplaklığımdan kurtulmak için, mecburen, ilkbaharı bekliyorum...

17 Kasım 2007 Cumartesi

İÇİMDEN GELDİĞİ GİBİ...

Bazen neye benzediğimi düşünürüm. Aynaya ne kadar bakarsam bakayım, gördüğümün yalan olduğunu bildiğim için, dinmez merakım. Bir yanlarım, bin yaralarımdan yeryüzüne akar durur. Hayata irin olarak karışırım. Durum o kadar da vahim değil aslında; kimine göre sempatik, kimine göre yakışıklıyım. Kendi hakkımda fikir beyan etmem yakışık almaz. O yüzden, bunu hep engizisyona bırakırım…

Suçum ihtilalden sonra doğmak değil yalnızca. Son masal ülkesinden, şehre sürülmemdir biraz da…Çocukluğum komşumun atı gibi kamyon altında kalmıştır. Can çekişirken sırtımı dönüp, onu, öylece orada bıraktım!

İlk roklarımı evvel zamanın bok barlarında yaptım. Fiyakalı çalımlarıma yıllar vardı daha. Hiçbir ihanette, ayrılıkta ya da aşkta topa girmezdim. Hep kaçak dövüşür, Galatasaraylı Tugay gibi enine paslarla vakit öldürürdüm…

Hayatla mı, şeytanla mı, yoksa kendimle mi kapıştım? Bilmiyorum. Hangi uzvumu kaptırdıysam kesip attım. Hayır! Bir kertenkele değildim ben. Mütemadiyen eksildim. Osmanlı’nın şatafatından çok daha fazlasını kaybettim!..

Her seferinde; son çocuksu saflığımla, kendimi çarşaflarına attığım kadınlar, dalga geçerek soruyorlar: “Anlat gülüm, nasıl düştün buralara?” “Anamdan orospu doğmadım” diyorum ben de. “Ama n’apıyım, namım yürüdü bir kere…”

İçim sızlasa razıyım. Ya ellerimi n’apıyım, dudaklarımı, gözlerimi, kirpiklerimi, boğazımda düğümlenen öfkemi n’apıyım? Bu kadarım işte! Artık fiyasko bile sayamıyorum kendimi. Bundan daha ucuz bir hayatı sezon sonu indirimlerinde bile bulamazsınız…

Şimdi alır, bir kenara koyarsanız; yüzyıl sonra pahaya binmeyeceğini kim söyleyebilir? Hem kim garanti verebilir ki, bir gün bir Paris Hilton’un bir milyon dolarlık ve tabii ki bir anlık hevesi olamayacağıma?! Hiç yoktan, torunlarınız bir servet edinir…

Çoktandır değiştirmeye çalıştığım rotamı, dümenim kırıldığı için hiçbir mantıklı yöne çeviremiyorum. Avucumun içi gibi bildiğim bu dünyada kaybolmuş sayılamam. Sadece sürükleniyorum. Her an, her liman, her Leman için bir gömleğim var ama ütü yapmayı bilmiyorum. Ütüsüz gömleklerimle, nereye varırsam varayım ‘gariban’dan öte bir şey gibi görünemiyorum. Aslında ben ne güzel Humphrey Bogart’ım, ahh! Ne güzel Kerem kokarım siz bilmezsiniz...

7 Kasım 2007 Çarşamba


İNTİHAR

b a t ı r b e n i !
ç ı k m a y a c a ğ ı m
k a r a - s u l a r ı n d a n .


Güray Onok


2 Kasım 2007 Cuma

Us Susmaz!


Ne zaman izlemeye başlasam, bedenimden çıkarım. Anlamını bulmaya çalıştığım şeyin anlam ötesi bir yerde durduğunu sezmeye başladım yavaş yavaş. Emin olmak için, her seferinde olduğu gibi yine zamana ihtiyacım var...Ölümün mü, ölümsüzlüğün mü yoksa hiçbir dildeki hiçbir kelime ya da cümlenin anlatamayacağı bir şeyin mi peşinde olduğumu bilmiyorum. Sakinliğimin tek sebebi yapmaya karar verdiğim şeyin henüz cümlesini kurmamış olmam, elimi yüzümü ona sürmemiş olmam henüz...Cevaplamak istediğim sadece bir soru var. Muhtemelen gülümseyerek geçiştirecek olsam da cevabını, o soruyu bana sormasını istiyorum. O sesi duymaya ihtiyacım var. Dibine yuvarlandığım kuyuya benden önce birçoklarının da düşmüş olduğunu görmem şaşırtmadı hiç beni. Ne yalnızlığım duruldu bu yüzden, ne de sesim çıkmaya başladı. Tüm uykularımı uğruna defnettiğim nefretim kıçımdan tekmeleye tekmeleye ilerletebiliyor ancak beni. Birinin gelip boğazıma o bıçağı dayamasını bekliyorum. Tavrım ne şövalyece olacak ne de umarsız. Sadece tadını çıkaracağım...
İçimden gelip geçen hayat feci ceyran yapıyor. Bu yüzden kimse barınamıyor orada. Bense sırtımdaki bıçak darbelerini saymakla meşgulüm. Hiçbir heyecan cereyan edemez hayatımda. Sükut-u hayalim yani!..Kulağıma fısıldananla gözlerimin önünden gelip geçen hayatın birbirinden bu kadar farklı olması neden???Umurumda olsaydı, şüphesiz arar bulurdum cevabını.
Bir yer beni bekliyor. Oraya gideceğim. Neresi olduğunu anlamam ve doğru bileti almam gerekiyor sadece. Her şeyden önce de gecenin sahibinin beni buradan kovması...

28 Ekim 2007 Pazar

HİKAYEM

Çocukken girip çıktığım evlerden, avlulardan bahsetmek istiyorum. İnsan içine karışmaktan çekinmediğim zamanlardan. Yağlı ballı ekmeklerden, domates ısıtmalarından, akıtmalardan, böreklerden, çöreklerden, şaraplardan, şıralardan, turşulardan, salçalardan, patlıcanlardan, armutlardan, kızılcıklardan, meşelerden, lalelerden, ineklerden, koyunlardan, tavuklardan, horozlardan, kertenkelelerden, kelebeklerden, aynalı sazanlardan, sığırcıklardan, sakalardan, leyleklerden, köpeklerden, kırlardan, bayırlardan, rüzgarlardan, yağmurlardan, yıldırımlardan, çeşmelerden, kaynaklardan, kazanlardan, fırınlardan, peçkalardan, cevizlerden, kiremitlerden, bacalardan, çatılardan, çamurlardan, samanlıklardan, bizden ve onlar’dan…

Hikayeme dürüst davranmak istiyorum. Casanova kadar olmasa da, olabildiğim kadar dürüst olmak istiyorum dün’üme. Tekrar tekrar başa dönerek, sürekli deniyorum bunu. Bir yerlerde, birilerini masalarda, sokak aralarında, balık avlarında, bayram koşularında, çeşme başlarında, çeltik tarlalarında, tilkilerin peşlerinde, evlerinin içlerinde unutup tekrar tekrar koşturuyorum en baştan. Herkesin ve her şeyin elinden tutmak istiyorum. Yetişmek istiyorum. Yetiştirmek istemiyorum. Pencereden bakınca, yine o nar ağacını görmek istiyorum. Babamın hep yapacağını söyleyip de asla belime takmadığı o kabakları belime takıp dereye atlamak istiyorum ve belki Küçükçekmece Gölü’nde ya da Saroz Körfezi’nde bir yerde kıyıya vurmak, yanılıyor olsam da emin olmak istiyorum.

22 Ekim 2007 Pazartesi

ÇOK ESKİ BİR TANIDIK GİBİ HATIRLIYORUM KENDİMİ

‘Sen’ deyince, bütün sevdalarımın tek bir yüzü oluyor ve hiçbirinin yüzü değil bu!.. Ah! Kadınlar…Kalmıyor; hafızamda, gözümün önünde, ellerimde, öpüşlerimde yüzleri ve ne de adları. Aslında dürüst olmam gerek. Çok kolay bir adamım ben. Sırf ince bilekleri için sevebilirim bir kadını, yahut utanınca kızaran yanaklarından ötürü, ya da selülitleri için veyahut yanakları, tombiş tombiş. Bu değil miydi zaten hikayemin başı? Sınıfın en tombiş yanaklısını seçmemiş miydim? Hatta abisinin adı Teoman olmasa, sıkıştırıp öpebilirdim bile o yanakları. Böyle işte! Hep korkak bir adamdım ben.

‘Siz’ demek istesem de yapamıyorum. Tek tek sayamıyorum heybemdekileri. Onlar heybemdekiler ve ben açıp bakmayacağım için tekrar, birilerine vermeyeceğimden, tek bir şeyler benim için. Kısaca “ S e v g i ”m…

Hiç eski sevgili olmadım sanki. Yani kim gittiyse, dönüp ardına bakmadı. Tıpkı, benim asla önüme bakmadığım gibi. F-Disk yapılmış bir belleksizlikten ibaretim.

O kadar çok kişiyi bağışladım ki, pek çok Papa yanıma bile yaklaşamaz bu konuda. Ben kim oluyorum ki bağışlıyorum!? Yanlış dillendirdim yine. Düşünmeden yazmam, bunların sebebi. O kadar çok kişiye ‘umurumda değilsiniz’ demedim ki!...................................Bu oldu galiba…Bak gamzelerim çıktı. Demek ki olmuş…

Siz iyisi mi bana aldırış etmeyin. Her gece en az 10-15 kişiyi öldüren biriyim ben. Hem de hiçbir sebebi yokken. Hiçbir şey sebepsiz değildir demeyin. Dönüp önce eski sevdalarınıza bir göz atın. Mesela kendinize. Tabii yeterince eskiyebilmişseniz kendiniz için…

17 Ekim 2007 Çarşamba

Ben buraya daha önce de gelmiştim. Üstelik kellemi giyotine çoktan koymuşlardı. Şimdilerde unuttuğum, o zamanlar tüm umudum, susmaktı. Yıllarca kekeme gezdim bu yüzden. Yani kellemi o günden buraya getiren, kırık dökük birkaç cümleydi yalnızca. Şimdilerde epey gevezeyim. Romalıların önüne İsa diye atsalar; ne çarmıh dokunur bana, ne çingene çivileri, ne Yahuda. “Size söyleyeceklerim var” diye başlarım söze…Hayır! Ben bir büyücü değilim. Yoktur göğe buharlaşan kelimelerimden başka hiçbir şeyim. Yaşantım olan benden geriye kalandır yalnızca. Yani, olsa olsa birkaç itham. Ki muhtemelen haddini fazlasıyla aşan.

Aslında trenlere binmeliydim. Buraya hiç gelmemeliydim. Bu, sizin yararınıza olurdu. Ama dünya artık o dünya değil.

12 Ekim 2007 Cuma

ŞİİRİN PEŞİNDEN NEDEN GİDİLİR?

“Şiirin peşinden neden gidilir?” Bu soruyu sormadım hiç. Bir tazı gibi koklaya koklaya ve koşar adımlarla takılmışken hayatın peşine; peşinde olduğum şeyin, şiir olduğunu fark ettim. Yanlış rotaya girmiştim. Burada hayat yoktu!


“İyi ki de yoktu…”

7 Ekim 2007 Pazar

Tarihten Yapraklar...

UYKUSUZ

-I-
gecenin karanlığında
hummalı bir mihraptı yüzün
ve ardından beceriksiz bir şair gibi
kafiye yapmadım hüznü.

kenti yakmayı düşledim.
düşündüm,düşündüm,düşündüm.
düşüncelerimi geceye gömdüm.

şaraba da battım
günaha da..

soruşturdum sevdayı:
çekip alabilir miyim teninden dünyayı?
o an,
kentin bütün caddelerinde
trajik bir kar yağışı
her şeyde bir donma telaşı.

kristalleşen günlerdi.

humma hileli bir zardı
hayatımın riskli köşelerinde.
karanlık ve sen
inatlaşan iki ucu bu yalnızlığın
karanlığa inat
sen yapraklarını kapamadın
ben uyumadım.

-II-

koridorlar hep pencerelerde biterdi
pencereler saçlarını severdi
uykusuz bedenim demirlerken
o nemli köşelere
uzaktan uzağa hep seni izlerdi.

o günlerden geriye
bir 'hayat üzerine tarihi yanıtlar' kaldı

bir de
uykusuz çocuklar geceden iltica etti...

Güray ONOK


Tam bir tarih veremeyeceğim ama muhtemelen 96-97 yılları idi. Aylardan da Mart ya da Nisan. İnatla ceket giymediğim, sadece okul gömleğiyle İstanbul'un bütün limanlarını, kütüphanelerini, birahanelerini, ganyan bayilerini ve bilardo salonlarını dolaştığım soğuk bir kışın ardından ilkbahar göz kırpmaya başlamıştı..."Soruşturdum sevdayı: / Yozgat'tan sarışın çıkar mı?" idi şiirin o bölümü uzunca bir süre...Ne kadar iyi ya da kötü olduğundan daha da önemlisi bu şiirin, beni o sonsuz koridorlar boyunca uçan bir halı gibi havada taşımasıydı. Ayaklarım yere değdiği anda büyü kayboldu zaten. Birine aşık olmaktan çok daha önemlisinin birini kırmamak olduğunu yıllar sonra öğrendim. Ama hala beceremiyorum...N'apıyım? İnsanım işte...

SEVERİM MACHADO'YU TANISAYDI O DA BENİ SEVERDİ...

"Sevilla'da bir avludan anılar çocukluğum
ve limonların olgunlaştığı aydınlık bir bahçe;
Kastilla topraklarında yirmi yıl gençliğim;
anımsamak istemediğim bir takım hadiseler
hikayemse.

Ayartmadım kimseyi, düşmedim arsızlığa
-tanırsınız bakıp gariban duruşuma-,
açtım sinemi sevda oklarına
ve gönül verdim gönülden anlayana.

İflah olmaz devrimci kan akar damarlarımda;
oysa dizelerim fışkırır durgun pınarlardan;
ve yolunu yordamını kendince bilen bir insan dışında
iyi bir insanım herhal, mecaza gerek kalmadan."

ANTONİO MACHADO (Portre adlı şiirden)

6 Ekim 2007 Cumartesi

BEN O YAZDAN SAĞ ÇIKTIM

Yazmak üzerine düşünsem de zaman zaman, yazacağım şeyler üstüne düşünmem pek. Yazarım, ondan sonra üzerine düşünürüm. İlhamla sezginin garip bir kesişmesi vuku bulur sık sık yazdıklarımda.

Acıkır’da uzaklara bakarken dilimden dökülen “Ben o yazdan sağ çıktım” cümlesi şimdilerde vücut buluyor yavaş yavaş hayatımda. Dirilip ayağa kalkıyor.

Bir şeylerin ters gittiği kesindi. Yani onca mucize olası olamazdı. Hiç de azim göstermeden başardığım ya da özel bir azim göstermeksizin başardığım onca şeyin, bir şeylerin bedeli olması olasılığı aklımdan geçmedi değil. Hayatımın özel ve geri dönüşü olmayan bir noktasına yuvarlandığımın da farkındaydım. Yinede biraz fazla zalimceydi her şey. Belki de zalimliğin ne olduğunu daha önce görmediğimden böyle düşünüyorum.

Ben o yazdan sağ çıktım. Bunu başarmam gerekiyordu ki yaptım. Çölün hayatımdan alıp götürdükleri hayati kayıplar mı? Buna cevap veremem şu an. O kum fırtınalarında aldığım hasarın, adına kalp dedikleri organımı şekle mi soktuğunu yoksa iyice hırpaladığını mı anlamam için yeniden sezginin ilhamla buluştuğu bir noktada dilimden dökülecek kelimelere ihtiyacım olacak gibi…

Bir gün bir şey isterim diye umuyordum. Bunun olmasını çok istiyordum. Ama istemek, başaramadığım tek eylem belki de. Bu kadar iddialı söylememin nedeni bu cümleyi, o kum fırtınalarından da sert fırtınalardan geçtiğim içindir. Aslında kaybolmak ve bir daha asla canlı ele geçmemek için peşinden koştuğum o fırtınalar beni yaşamaya mahkum etmişti ve ben o zamanlar buna da zalimlik demiştim. Ah! O kadar güzel çocuktum ki o zamanlar…Hatta haksızlığa uğradığımı bile düşünürdüm o günlerde.

-Şimdi?

-Şimdi, çok sessiz ve akla ziyan bir kabullenişim. Yabancı dile umarsız diye bile çevirebilirsiniz. Neremi çevirirseniz çevirin sıkılır atarsınız beni. Çünkü ben çok şekilsiz bir oyuncağım.

16 Eylül 2007 Pazar

Bu kalabalığın ve bunca yalnızlığın, çaresizliğin, susamışlığın, susuz kalmışlığın içinden bir avuç insanı koyup cebime yeniden yollara düşüyorum ama bu sefer yerleşmek için; kendi hayatımın, kendi bahçemin tenhalığına, sessizliğine ve rahatlığına...Bir fincan kahve! Başka bir şey istemiyorum...

8 Eylül 2007 Cumartesi

ARTURO BANDİNİ! GEL KURTAR BENİ!..

Çöle baktım. Çölü seyrettim uzun uzun. Çöle bulandım, çöl oldum... "Dudaklarım neden çatlak?" diye sordum. Bu soruyu ancak ben sorabilirdim, sırf bu yüzden sordum. Oturdum ve 'uyuma beni!' diyen gecelerle uykusuzluğumu tokuşturdum. Gel ve beni buradan çıkar Bandini! Eseri olalım esiri olmadıklarımızın...
Yeryüzündeki bütün vakitleri değil belki, ama bütün akşamları anımsamak isterdim.

3 Ağustos 2007 Cuma

Dibe Vurmak!





Biz, kumarbazlar;
ceplerimizde As'lar, hileli zarlar,
düşlerimizde hayatı taşıdığımız için
ağır çektik diğer dünyalılardan...








18 Temmuz 2007 Çarşamba

Çocuklar peşime takılmasın da...

Ne zaman konuşmaya başlasam; özenle seçtiğim kelimeler için bile sözlüğe bakmaya gereksinim duyuyor buradaki çocuklar. Oysa ben neredeyse çözdüm onların dillerini. Yanlışlıkla Türkçe konuşsalar, yabancı bir dil gibi geliyor bana. Beni sevip sevmemeleri umrumda değil de, severlerse fena. Peşime takılırlarsa, hayat çok acımasız davranabilir onlara. Onlarsa, çok temizler henüz, ağızları ne kadar bozuk olsa da...

Kasaba kurnazı da olsalar, büyük şehrin ufacık tozları da olsalar; rüyalarını daha kundaktayken becermeye çalışır benim sırtımdan inmeyen dünya.

22 Haziran 2007 Cuma

YENİDEN BAŞLAYANLAR İÇİN BİSİKLET SÜRME TEKNİKLERİ

Yazmaya zaman aramaktan vazgeçince artık neredeyse ağzına kadar dolduğunu farkettim sürahinin. Dökülsün, taşsın hatta kırılsın diyordum ki içim el vermedi. Ben de biraz da ağırdan alan sevgili edasıyla sadece yanağımdan öpmesine izin veriyorum şimdilik. Tabi çoğunluk mecburiyetten böyle, yoksa çoktan altına yatardım kuytu bir köşede. Şimdilik seviyeli beraberliğe devam. Nişanı atmazsa nazımdan bıkıp hayırlı bir yuva da kurarız belki.

Çocukken, anneannemin bahçesindeki fırının damından karşı tepelere bakardım. O tepeler yunanistan sınırları içinde, yunanistan da dünyanın sonu gibi bir şeydi benim gözümde. Oraya gitmek gelirdi de içimden, tam ters yöne bakıp uçsuz bucaksız ovaları gördüğümde "biz ayrı dünyaların insanlarıyız" derdim. Zamanla aynı şeyi Anadolu için de düşünür oldum. Sonunda da ait olamamak duygusu/burukluğu/acısı hayatımın gerçeği oluverdi. Çocukluğumun, dolayısıyla hayatımın % 99'unu geçirdiğim yerlerin şimdiki haline bakınca ait olamamak mutluluğa dönüşüyor. İstanbul'lu olduğumu da(daha doğrusu kendime bula bula bir burayı o da kağıt üstünde vatan ilan etmek zorunda kalışımdan) ancak askere gelince farkettim. Ancak buradaki çoğunluğun nüfus cüzdanlarındaki memleketlerini neredeyse hiç görmemiş olduklarını fark edince içimden tekmilimi "Güray ONOK, İTHAKA" diye vermek geçiyor...

"Yazmak için yaşamak"

***

Yazının keşfedilebilir bir şey olduğuna inanırım. Keşfetmek için de öncelikle hareket, sonra da seyahat etmek gereği olduğu da aşikar. Şimdi, aralarında seyahate çıktığım insanların her biri de birer keşif benim için. Genellikle, benimle yeni tanışan insanların çekimserliğini taşıyorlar üzerlerinde, sevip sevmemek konusunda kararsızlar. Yinede sık sık paslaşıyoruz. Dünyanın düz olduğu zamanlardan kalma çocuksulukları umut dolduruyor içime. Mutsuz olsaydım, muhakkak mutlu ederdi bu beni.

***

Sık sık sağa sola attığım ve atar atmaz unuttuğum yazılarımdan birine rastladım geçenlerde. Şöyle bitiyordu:"üzgünüm dostlarım. beklemeye mecburuz, karşılıklı iki kadeh tokuşturmak için, cehennemin görüş günlerini..."

2 Haziran 2007 Cumartesi

Marifet

Marifet hiç ezilmemek bu dünyada

Ama biçimine getirip ezerlerse

Güzel kokmak

Kekik misali

Lavanta çiçeği misali

Fesleğen misali

Itır misali

İsâ misali

Yunus misali

Tonguç misali

Nâzım misali

Bedri Rahmi Eyüboğlu

11 Mayıs 2007 Cuma

EDEMEDİYSE DE BİR ÇOK ŞEY, BOŞ BOŞ UZAKLARA BAKMAK ADAM EDECEK GİBİ BENİ...

Boşluğun, düzlüğün, hiçliğin, hiçbir şey ve hiçkimsesizliğin uydurma karşılıkları varmış sözlüğümde. Şimdilerde geçmişten kalma pek çok hatam gibi bunları da düzeltiyorum...

Günler değil haftalardır tek bir damla yağmurun düşmediği buralarda bilmem ne köyünün yağmur duası yapacağını duyar duymaz koşarak oraya gidesim geldi ama yabancıları buralarda nasıl ağırladıklarından emin olamadığım için daha bildik kapılara yöneldim....

Kaybolmayacağımı biliyorum. Yerdeki ayak izlerini takip ettiğim sürece en azından bir cesede rastlama ihtimalim var. Hayatın basit ama dokunulmaması, düzeninin bozulmaması gereken hayaller bütününden oluştuğuna inanmamı sağlayacak pek çok delilim olsa da jüri tam bir uzlaşmaya varmadığı sürece kurcalamaya devam etmeye niyetliyim...

26 Şubat 2007 Pazartesi

ELDEN GELDİĞİNCE

Dilediğin gibi kuramıyorsan hayatını
hiç olmazsa şunu dene
elden geldiğince: Rezil etme onu
kalabalığın sürtüşmelerinde
koşuşturmalarda, gevezeliklerde.

Rezil etme onu, sürükleyerek,
dolaştırarak, teşhir ederek öyle,
yabancı bir yüke dönüşünceye kadar
o gündelik budalalıklarında
ilişkilerin ve alışverişlerin.

Konstantinos Kavafis

29 Ocak 2007 Pazartesi

Şekilsiz Yazılar-2

The times are tough now, just getting tougher
This old world is rough, it's just getting rougher
Cover me, come on baby, cover me
...
Promise me baby you won't let them find us
Hold me in your arms, let's let our love blind us
...
This whole world is out there just trying to score
I've seen enough I don't want to see any more,
Cover me, come on and cover me(1)

Aç karnına, guruldayan bir karınla, çaresizlik ve yoksulluk içinde, asla geçip gitmeyeceğini sandığım bir yalnızlık çağının tam ortasında, saçım uzarken ve kısalan aklımı bir bok sanıyorken, hatamı maharet gibi ona buna anlatıyorken, bedenimi evcil bir hayvan gibi gezdiriyorken sokaklarda, hala ümidim vardı…Tuhaf olan elimdeki valeyi hiç kullanmamış olmamdı. Belki de çoktan pişti yapmış olabilirdim ama bu niyetle oturmamıştım oyuna. Ben sadece iyi zaman geçirmek istiyordum, tıpkı şimdi yaptığım gibi...

Peki neydi iyi zaman? Kırlangıç yavrularının yumurtadan çıkmasını beklemekti. İlk gelinciği görüp yanına koşup çocukça sevinmekti. Borçlanmadan yaşamaktı; dostlara, aşka, kavgaya, unutuşa, sevince ve hüzne...

Yinede düşüp dizlerinizi kanatabiliyordunuz. Ben çok fena kanattım. Hatta doktorlar altı aylığına koşmayı bile yasaklamışlardı zamanında bana. Anneme göstermeden, belli etmeden çılgınca koşup durmuştum, dehşet acılar çeksem de. Neden koşmamam gerektiğini çok iyi anlamıştım. Tüm budalalığıma rağmen hep iyileştim, kötürüm kalmadım. Veremle olan kan davamı bile hatırlı büyükleri araya sokarak tatlıya bağladım. Hala korkarım bir gün yeniden hortlayacak diye. Yinede sigarayı bırakmaya henüz niyetim yok...

En karanlık gecelerden birinde kayan bir yıldız diledim ve bir yıldız kaydı, sonra “gel artık!” dedim “havalar ısınınca kardanadamlar ölür”(2) ve bekledim…Çoook bekledim. Öyle ki bekleyiş halindeyken beklediğimi unuttum. Ne yaptığımı bilmeden bekleyedurdum. Bu arada bir çok şeyden sıkıldım ve hayatımın yasalarını değiştirdim. Parlamentoyu fesh edip bazı topraklarımı azad ederek kendi krallığımı kurdum.

Bu krallığa bir kraliçe gerekeceğini hiç düşünmemiştim. Kuruluş fermanında böyle bir zorunluluk yoktu. Sonra sen geldin. İlk gülüşünle sardın halkını, bağrına bastın. Bu krallığın senin için kurulduğunu, bu krallığı senin için kurduğumu anladım.

Havalar henüz ısınmamış, kardanadamlar ölmemişti. Hayat tabi ki zordu ama henüz birimizi bile tüketememişti. İyi ki sarıldın bana...

Şimdi bu krallığın yolunu gösteren tek haritayı sana veriyorum. Kaybolmama izin vermeyeceğini biliyorum...

1: Bruce Springsteen, Cover Me
2: Hakan Akdoğan, Nü Peride

27 Ocak 2007 Cumartesi

Şekilsiz Yazılar-1

Yazmak eylemi okumak eylemi olmaksızın hiçbir işe yaramaz. Okumak eylemi ise yazmak eyleminden yoksun olduğu zaman daha değerli gelir bana. Stanislaw J. Lec’in aforizmalarına bayılırım, hemen yapıştırıvereyim buraya bir tanesini: “binicisiz at yinede bir attır, atsız binici ise sadece bir insan.”

Gerçeğin pek çok yüzü, estetiğin pek çok aroması vardır. Anlam bir yerde durmaz, hal içinde değildir. Anlam bulunur, her zaman bir keşiftir. Kişinin apoletleri ve madalyaları olmaksızın daha değerli olduğu ‘yanılgısı’ ile yaşarım. Başkalarının doğrularının karşısında kendi yanlışımı itinayla(inatla değil) sevmemin açıklamasını yaparım yapmasına da çok zaman ve onlarca paragraf gerektirir bu durum. Sizi keşif peşine salmakla yetineyim şimdilik.

Fikir önderlerinin yerlerini sanki bir köşe kapma oyunundaymış gibi çocukça bir kabalık ve küstahlıkla kapan, işgal eden, üstelik imar planını tamamıyla değiştirip arazi değerini düşüren kişiler; çocuklarının oyun oynayamayacağı, dostlar edinemeyeceği, gülümseyemeyeceği hatta nefes bile alamayacağı bir dünyayı müjdelediklerinin farkında değiller sanırım. Hiçbir insan hiçbir insana bile bile böyle bir şey yapamaz çünkü!

Köşe taşı köşede yaraşırmış bir zamanlar, şimdiki ‘küresel’ dünyada köşe taşlarının yok farz edilmesi şekil itibariyle doğru. Oysa “şekillerdir şeklimizi bozan”(S.J.Lec). Doğaya uyumla ya da doğallıkla ilişkilendirilen şeylerin en yapay göründüğü(hatta komik) bir zamanda biri çıkıp artık şunu itiraf ve ilan etmelidir: Hepiniz yanılıyorsunuz. İnsan doğanın bir parçası değildir!

20 Ocak 2007 Cumartesi

UĞUR MUMCU’nun ardından…

Uğur Mumcu benim Amerika’mdı. Kolomb gibi Hindistan’ın peşine düşmüştüm ve karşımda yepyeni bir kıtayı, Amerika’yı bulmuştum. Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün ertesi günü sabah gazetesinde Hıncal Uluç’un köşesinde bir şiir görmüştüm. Başlığı “Hüzün ve Serseri” idi, yazarı da Charles Baudelaire. Hıncal Uluç Uğur Mumcu için koymuştu o şiiri köşesine ama onun da bilmediği Uğur Mumcu’nun benim ve benim gibi daha birçokları için Hıncal Uluç’a fısıldadığı idi o şiiri. Şiirle bulanan yürek kir tutmaz çünkü…

Şiirle bir süredir temastaydım ama şiir yazmak bir uğraş değildi benim için o zamanlar. Baudelaire’in Hüzün ve Serseri’si şiirin peşinden koşma tutkusu yaratmıştı bende. Hemen kitapçıya gidip Paris Sıkıntısı’nı almıştım. Devamında da Paris Sıkıntısı’nın her harfinde bulduğum ipuçlarını takiple özenli bir şiir hafiyesi olmuştum. Uğur Mumcu’nun bana imzaladığı formasıydı şiir. Yıllar içinde başka şeyler de edindim ondan…

Gazeteleri çok takip etmedim, bilinçli bir seçimle, Hrant Dink cinayetinin ardından. Belki de başka bir Güray Onok daha izlerin peşine düşmüştür bu sebeple, dilerim böyle olmuştur. Hrant Dink formasını birileri için imzalamış ve yaşadığı süre içinde bizlere bıraktığı bir şeylerin peşine düşecek birileri de vardır.

Kanla yazılmış bir tarihin içinden öfkeden çok iyi niyet ve hoşgörü ile dürüst bir insan olma çabasına girmiştim. Başardığımı ya da başarısızlığa uğradığımı söylemek için çok erken. Henüz 26 yaşına basmak üzere biri için bir şeyleri başarıp başarmadığından söz edilemez.

Her köşesinde binlerce yıldır sayısız pislik olan bu coğrafyada, tüm olan bitene rağmen güzel insanlar olacak hep. Varlıkları da yoklukları da kendi güzellikleri gibi güzel şeylere sebep olmaya devam edecek.

Derdini çok da dillendirmeyen bir başka azınlığın içinden güler yüzlü bir Bektaşi olarak selamlar olsun diyorum tüm güzel insanlara…Uğurlar olsun!..

HÜZÜN VE SERSERİ
Agathe, uçtuğu var mı ruhunun ara sıra,
Büyülü, mavi, derin ve ışıl ışıl yanan,
Bambaşka denizlere, bambaşka semalara,
Şu kahrolası şehrin simsiyah havasından?
Agathe, uçtuğu var mı ruhunun ara sıra?

Deniz, tek tesellisi günlük ıstırapların!
Acaba hangi şeytan veya hangi mucize
Her ulvi çalkanışta muazzam bir rüzgarın
Orguyla uğuldayan denizi verdi bize?
Deniz, tek tesellisi günlük ıstırapların!

Hey trenler, vapurlar beni buradan götürün!
Ne var gözyaşlarından çamurlar yoğuracak?
Ara sıra der mi ki Agathe’nin ruhu, üzgün,
“Nedametten, azaptan ve ıstıraptan uzak,
Hey trenler, vapurlar beni buradan götürün!”

Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet,
Ey, sadece sevincin, aşkın ürperdiği yer,
Ey her ruhun içinde boğulduğu saf şehvet,
Ey bir ömür boyunca gönül verilen şeyler!
Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet!

Ah o yeşil cenneti, çocuksu sevdaların,
O koşuşlar, demetler, o şarkılar, buseler,
İnildeyen kemanlar üzerinde dağların
Akşam, korkuluklarda şarap dolu kaseler!
Ah o yeşil cenneti, çocuksu sevdaların.

O bilinmez zevklerin yüzdüğü masum belde
Çok daha uzakta mı yoksa Çin’den, Maçin’den?
Beyhude bir arzu mu inildeyen dillerde,
Canlanan bir hayal mi billur sesler içinden,
O bilinmez zevklerin yüzdüğü masum belde?

Charles Baudelaire
(çev:Sait Maden)