30 Temmuz 2006 Pazar

MUTSUZ

şimdi sen mutsuzsun, somurtuyorsun.
ağlamak gelmiş gözlerinin kilidini zorluyor.
için içinde değil, bir adım önce düşürmüşsün.

şimdi ben mutsuzum,somurtuyorum.
sendeki ağlamakları susturuyorum.
iki adım ardında, düşürdüklerini topluyorum.

Güray Onok

24 Temmuz 2006 Pazartesi

Güray Onok'un Şiirle İmtihanı

Hayatımda hiçbir şey birdenbire olmadı. Tembel biriydim ama elde ettiğim her şeyi çabalayarak elde ettim. Bu yazı kişisel bir tarih yazısıdır ve yazarının kabahatleri yüzünden lütfen yazıyı hor görmeyiniz...
1995 yaz ayları. Bir süredir "şair" olmayı kafaya koymuşum ama sadece yazarak olunmadığının da farkındayım. Eh, hiç değilse Rimbaud'nun yarısı kadar yetenekli olduğumu düşünüyorum. Ama bunlar tabii ki 'benim' düşüncelerim...
Varlık dergisinin haziran ya da temmuz sayısında küçücük bir bant halinde şiir dergilerinin adresleri yazılmış. Benim hedefim Varlık Dergisi'nde yazıp ortalığı kasıp kavurmak ama küçükten başlamakta da bir zarar yoktur deyip adreslere bakıyorum. İçlerinden bana en yakın olanını seçip bir, iki, üç, dört, beş mektup yazıyorum. Bir ay kadar sonra da bir telefon geliyor o dergiden. Kybele Şiir Dergisi.
Ne var ne yok topluyorum, elimde kocaman bir dosya. Gidiyorum bana verilen adrese. Şöyle bir gezdiriyor şiirlere derginin editörü(Murat Öksüz) ve "Bunları çöpe at ya da yak. Yenilerini yaz, haftaya getir" diyor. Eve gidiyorum. Oturup yeni şiirler yazıyorum ve ertesi gün götürüyorum. Bu süreç böyle devam ediyor bir süre. Yaklaşık iki ya da üç ay. Aklımda üç ay diye kalmış.
Sonra okullar açılıyor. Sıra arkadaşım Değer "Cumartesi napacaksın?" diye soruyor. Ben de anlatıyorum. 'Bir şiir dergisi var oraya şiir götüreceğim.' "Aa sen şiir mi yazıyorsun?" diye soruyor. Onaylıyorum. "Ben de şiir yazıyorum" diyor. Ben de 'Sen de gel' diyorum. "Kaç tane şiir götüreceksin?" diye soruyor bana. Ben de '10 tane' diyorum. "Benim o kadar yok" diyor. 'Olsun' diyorum. Olanları getir sen.
Neyse, yola çıkıyoruz Cağaloğlu'na doğru. Yolda giderken 'Hadi beraber bir şiir yazalım' diyorum, "Nasıl yani" diye soruyor. Bir dize ben, bir dize sen...Yazıyoruz o şiiri. Kimin olsun diye tartışıyoruz, fikir benden çıktı benim diyorum.
Yine benim şiirlerim şöyle göz ucuyla okunuyor. İçlerinden birine "Bu fena değil" diyor Murat. Yolda yazdığımız şiir. Neyse, bu da olur. Sonunda bir şiiri beğendi işte. Sonra Değer'in daha okuduğu ilk şiiri beğeniyor. Neyse. Önce benim şiirim, bir sonraki sayıda Değer'in şiiri yayınlanıyor.
Yıllar sonra öğreniyorum ki, Murat her seferinde bir daha gelmememi umuyormuş. Ama ben kafaya takmışım bir kere. O üç ayda hiç değilse 400,500 şiir olduğunu sandığım şey yazıp götürmüştüm. Tabii yayınlanan ne ilk şiir, ne ikincisi, ne de üçüncüsü Murat'ın bana "şair" diye bakmasını sağlayamadı.
Ancak aylar sonra bir barda bir arkadaşını görüyor Murat(Fırat'ı), Fırat Murat'a bir şiir okuyor ezbere(Cam Perisi), Murat farkediyor ki benim şiirim. "İşte sen o gece şair oldun!" der Murat...
Ne kadar tembel olsam da, ne kadar kendimi beğenmiş biri olsam da, gerektiğinde çalışmayı, çabalamayı ve her zaman kendimi eleştirmeyi ve başkalarının eleştirilerini dikkate almayı becermişimdir. Yılmam ve vazgeçmem kolay kolay. Evet, bazen, bazı konularda yetenekli olmayabilirsiniz ancak bu o yeteneği çalışarak kazanamayacağınız anlamına gelmez. Kendinizi başkalarının sizi küçümsediğinden daha çok küçümseyebilmeli ve başkalarının sizi asla yüreklendirmeyeceği kadar yüreklendirmeyi becerebilmelisiniz...

Özür Dilerim

Bir dahi olmak istemediğim için,
Hayattan özür dilerim...
Tanrılarımı ceplerime doldurup
gidiyorum,
adımı her yerden silin!..

BİR ERKEK NEDEN YALNIZ UYUMAK İSTER?
















Bir rüzgar gelir ve dağıtır haysiyetini saçlarının, dağılırsın…
Tehlikeli olmak tehlikesiz bir şeydir,
korkutmaz gözünü sustalılar
ama bir erkek neden yalnız uyumak ister?

Hangi sokağa girsen tanıdık bir şeyler
inatla yabancılaşır sana,
susmak zorunda kalırsın.
Yalnızca yalanlar kalmıştır artık
söylenecek her şey yalandır.

Alkol… O risksiz intihar!
Alkol bile çürütemezse kederi
ne kalır insana, şiddet
hükmünü verir gecenin:
“Gündüzleri işgal edin…”

İmha edilmiş bir sevgilisindir
üstüne üstlük ve gözlerinin düştüğü
gölgeler çığ altındadır.
Sebepsiz alışkanlıklar edinirsin
mesela: ölümsüzlük!

Sonbahar da humusa dönüştüğünde,
son bir soru kalır soracak:

Bir erkek ne zaman yalnız uyumak ister?

Güray Onok

21 Temmuz 2006 Cuma

GÜRAY REKORLAR KİTABI

En uzun uyku: 26 saat

Yüzebildiği en uzun mesafe: 10 ya da 15 cm.

Bir seferde yürüdüğü en uzun mesafe: Taksim-Topkapı (kaç kilometre bilmiyorum)

En çok kaldığı ders: Sosyoloji, 3 kere, dördüncüde verdim.

Aşık olduğu kadın sayısı: 12

En kısa ilişki: 17 saat

Bonus rekorlar:
* 15 gün içerisinde 2 disiplin cezası(birincisi kınama, ikincisi bir hafta uzaklaştırma) ve bir onur belgesi almam.
*Liseden sondan ikinci sırada mezun olmam.
* Bir yılın 350 ile 360 gününü Eskişehir’de geçirmem.
(sürecek...)

20 Temmuz 2006 Perşembe

Yanlışlıklar Komedyası

Bölüm I / Sen Mete'sin, Mete'sin işte!..

Yusuf Ziya'nın Mete diye bir kuzeni vardı. Ben bir hayli "saf" bir yaratık olduğum için sürekli telefonla arayıp işletirdi. Beni her defasında kafalayabilecek kadar da iyiydi.

Bir gece evde tek başıma oturmuş CM oynarken telefon çaldı. Açtım. Karşımdaki ses Mete'ydi ve yine beni işletiyordu. Ama bu kez kanmayacaktım. "Dalga geçme sen Mete'sin" dedim, "Hayır" dedi, "Hadi oradan" dedim.

Karşımdaki ses 15 dakika boyunca Mete olmadığını kanıtlamaya çalıştı ama ben inanmadım. Sonunda vazgeçip "Tamam, ben Mete'yim. Madem öyle diyorsun, demek ki Mete'yim" dedi ve telefonu kapattık.

Ertesi akşam Yusuf gelip, "N'aptın oğlum sen?" diye sordu. Bir şey anlamamıştım. "Hasta mısın, iyi misin?" diye sordu. "Yoo, gayet iyiyim" dedim. Yanılmıyorsam Ahmet olduğunu iddia ediyordu telefondaki o ses. Yusuf, "Ahmet aramış, sen tutturmuşsun 'Yok sen Mete'sin' diye. Çocuk sonunda kendini Mete sanmaya başlamış..."

Telefonlarla ilgili bir sürü yanlışlıklar komedisi yaşamışımdır. Mesela;

- Alo! Güray.
-Evet, benim. Siz kimsiniz?
-Baban. Tanıyamadın mı?

İşte, telefonda babasını bile tanıyamayan biriyim. Geçen gece de adının 'Özlem' olduğunu iddia eden bir kız aradı. Tanıştığımız anı ve yeri anlattı. Yok! Kesinlikle öyle birini hatırlamıyordum. Bunun da bir kafalamaca olduğunu düşündüm. Ama geçerli sebeplerim vardı; gizli numaradan arıyor ve numaramı kimden aldığını söylemiyordu. Benimse ilgilendiğim bu değildi, tek düşündüğüm: "Bu tezgah kimin işi acaba?"

Kaybedecek bir şeyim de yoktu ama görüşme teklifini reddettim. Lütfen bana ulaşmak için en son telefonu kullanın:)

15 Temmuz 2006 Cumartesi

Nazım'ın Peşinde...


“Artık sesi olmayan bir dilin, kelimelerde ve köklerde hala taşıdığı izi parantezler açarak hatırlatmak gibi bir saplantım var. Böylece bugünkü davranışlarımın altında izleri bulunan bütün çocukluk anılarımı bir psikolog divanında tekrar hatırlamaya çalışmak gibi, evrimin aile albümünü karıştırıyorum. Bu, Bati geleneğinin temelinde yer alan akıl ve gerçek düşünlerinin anlamsızlığını ya da kurgusallığını aşikar etmeye yaramakla birlikte herhangi bir Katharsis sağlamıyor.Buna rağmen sanatın ahlaki bir amacının olduğu inancımı korumak istiyorum.”

Nazım Ünal Yılmaz


Nazım’la arkadaşlık ve ev arkadaşlığı yaptığım süreç içinde, sanat üzerine konuşmaktansa hayat üzerine konuşmayı tercih ettik hep. Birbirimizin ürettikleri üzerine derin irdelemelerdense, “çok sevdim” ya da “bunu pek sevmedim” gibisinden yorumlarda bulunmuşuzdur, o da eğer yorum yapmak gereği duymuş isek.

Nazım gibi büyük bir ressam ve iyi niyetli bir entelektüel ile yaşamanın, dost olmanın keyfini epeyce sürdük Yusuf, Onur ve ben. Beraber yaptığımız işlerde, Nazım, bir turnusol kağıdı ya da Nürnberg mahkemesi niteliğindeydi, yaratıcılığının yanı sıra. Her ne kadar okumuş çocuklar da olsak, Onur da, ben de, Yusuf da; çoğunlukla aklımız ya iki bacağımızın arasında ya da Futbol, alkol, kumar gibi gündelik şeylerdeydi. Uzun süre hayatı zerre kadar ciddiye almadığımız oldu. Ama Nazım, kulaklarımızı çeker ya da yerde demlenen sözde trapezci bizlere ipin üzerine çıkıp “Bunu yapabilir misiniz?” diye göz dağı verirdi.

Onun sanatçılığının yanında bizler, hep eleştirdiğimiz ve sikimize bile takmadığımız kişiler konumuna düşerdik. İçki masalarında ya da güzel bacaklı, ayva memeli, harikulade kokan kızların yanında mangalda kül bırakmasak da; koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olmaktan ziyade bir özelliğimiz olduğu da söylenemezdi.

Şimdilerde yeniden onun izlerinden gitmeye başlasak sanırım iyi olacak…

Değil mi?

İKİ TÜR İNSAN VARDIR

O çok sevdiğim filmde sürekli tekrarlanıyordu bu cümle: “İki tür insan vardır.” Evet, gerçekten de iki tür insan vardır.

Hayata neresinden baktığımıza ya da hayata bakıp bakmadığımızla ilgili olarak durmadan ikiye ayırabiliriz insanları: mutlu olanlar ve mutlu olmaya çalışanlar, kadınlar ve erkekler, çocuklar ve büyükler, çalışanlar ve çalışmaktan nefret edenler, düşenler ve kalkanlar, gidenler ve gelenler vs. vs.

Bana soracak olursanız, cevabım, ‘Aşka hükümlüler ve İşe hükümlüler’ dir…

İş deyip kesip atmamak lazım. Bir çoğumuz hayatımızı idame ettirmek için sevmediğimiz işlerde çalışırız, ben onu kastetmiyorum. Eninde sonunda yapmak zorunda kalacağımız; -ister sevelim, ister sevmeyelim ki zaten analarımızın babalarımızın büyüklerinden duydukları gibi: ‘Evlendikten sonra seveceğiz nasıl olsa’- yaptıktan sonra mecburen bir evlilik bağı kuracağımız işlerden bahsediyorum.

Bir taraftan bakınca, iş koliklik sıkıntı verici gibi geliyor; ama diğer taraftan, yapacak başka bir şeyi olmayanlar için, yani mutlu bir evlilik yapamayacak, torun torba besleyemeyecek, sevmediği işlerde çalışmaya boyun eğmeyecek kişiler için ‘ölüm bizi ayırana kadar’ birlikteliğidir. Zaten günümüz emeklilik ve kayıt dışı iş gücü koşullarında bugünden sonra bir hayal değil mi emeklilik?..

Ben kendimi bu ikinci sınıf insan kategorisine koyuyorum. Sike sike bir ya da birkaç baltaya sap olma zorunluluğum var ve bu zorunluluğun ağrıttığı kaslarım, çökerttiği gözlerim, meşgul ettiği beynim bu durumdan hoşnut.

Diğer insanlar daha basit yaşasın diye suyu bulandıranlar kısmına çoktan kaydımı yaptırdım. Yöntemlerim ve statüm zaman içinde açıklığa kavuşacak ve ne kadar rahatsız edici olursa olsun onları da gözlerinizin önüne sereceğim…

11 Temmuz 2006 Salı

Nazım Ünal Yılmaz'ın Nazım Ünal Yılmaz Resimleri Üzerine Metinleri

GÖZ YAŞINDAN YAPILMIŞ FARKLI RENKLER

Nuh Tufanı hikayesine göre Tanrı tufan sonrası çocuklarına bir gökkuşağı göstererek onlara bir daha böyle büyük bir insan kaybına sebep olan ceza vermeyeceği sözünü verir ve ne zaman gökkuşağı görürlerse tanrılarının verdiği bu sözü hatırlamalarını buyurur. Sanırım
gökkuşağının pozitif misyon yüklendiği ilk metinlerden biri bu olmalı.

Renkleri bilimsel olarak inceleyen Newton bir prizmadan geçirerek elde ettiği gökkuşağında yedi renk ilan etti. Gerçekten de gökkuşağında en belirgin olan yedi tane mi renk var ? Bu yedi rengin kutsal kitapta çoktan bir karşılıkları vardı. Mesih kırmızıya kanıyla isim verdi. Kurban! Portakalın rengi Cennetten kovulmayı sembol etti. Yaşam sarıydı, Mutluluk yeşil, Erdem mavi, Tanrının Kapsayıcılığı koyu mavi ve morsa Adaletti.

Türkiye’de çocukken gökkuşağı hakkında duyduğum iki şey vardı. Biri kaynağında hazine bulunduğu, diğeriyse altından geçerek cisiyetinizi değiştirebileceğiniz hikayesi. Tabii bunu sokakta erkekler kadar özgür oynayamadan eve daha erken gitmek zorunda kalan kız çocukları daha çok bilirdi.

Sanırım 1960’larda önemli bir gay aktivistin öldürülmesinden sonra, gay hareketinin gökkuşağı bayrağından sosyal entegrasyonu sembol eden açık mavinin çıkarılması kararlaştırıldı ve bugün iki mavinin yerine tek mavinin kullanıldığı altı renkli gay bayrağı, zaman içerisinde değişik renk fragmanları alsa da en genel olarak kullanılan oldu.Globalizasyon sürecinde çok kültürlülüğe vurgu yapan barış hareketi de gökkuşağını kendisine bayrak yaptı.

Ben de ne zaman bir gökkuşağı görsem onu bir mucize gibi izliyorum. Öte yandan doğanın dengesine öykünen hümanist algıyı, onu yediye bölen pozitivist yaklaşımı, hazlarını meşrulaştırmak isteyenlerin elinde nasıl bir etikete dönüştüğünü düşünmeden de edemiyorum.

Bu bağlamda gökkuşağı bireyleri ezen ve hayal kırıklığına uğratan göz yaşından yapılmış bir sembol olarak resimlerimde yer alıyor.


VE TANRI DEDİ Kİ: BİZ İNSANI KENDİ SURETİMİZE BENZER YARATTIK

Kişinin bir imge (Imago Dei) olarak tasvir edilmesi sınırlıdır, yine de tasvir ilgiyi üzerine toplamaya ve putlaşmaya kadirdir. Bir insanı teninin renginden dolayı sevmemekle, gözlerinin güzelliğinden dolayı sevmek aynı kaynaktan beslenir..

Golgota yolunda İsa’nın Veronika’nın havlusuna çıkan sureti Batı sanatında temsilin meşruiyetini sağlamıştır. Veronika’nın Havlusu tuvale evrilmiş ve iktidar imgesine artık yüzü kızararak bir köşede gizlice porno bakan bir çocuk gibi bakmamaya başlamıştır.Böylece yüksek sanatın kapıları açılmış hatta Atom bombasının yapılabilmesi bilimsel bir gelişme olarak karşılanmıştır. Gombrich’in bir yunan vazosunda rakursiden çizilmiş bir ayak resmi görüp başlattığı klasik sanat bütün uygarlıklara bir evrim tablosu dayatmıştır.

Bugün hala İslam’da Muhammed’in imgesinin yapılması yasaktır, aslında gerek Kuran’da gerek Tevrat’ta herhangi bir insan imgesinin yapılması yasaktır.Bu batılı kulağa primitiv gelebilir ancak yasağın dinsel bir dogma olmaktan öte bir anlamı vardır. Kaynağını imgenin sahip olabileceği gücün korkusundan alır. Reklamların ya da CIA’in Amerikan soyut sanatına verdiği desteği düşünün.

Çoğu kez kendimi bir Ortaçağ İkona ressamı gibi hissediyorum.Bir İkona ressamının nesnesi doğa değil kendinden önceki ustaların yaptığı İkonalardır ve bir İkona ressamı İkonasını boyarken imgeyle kurduğu gerilimli ilişkiden dolayı olsa gerek dua etmelidir.

Bu resimdeki yüzsüz ve gölgesiz kişinin kim olduğuna dair kolayca fikir yürütülebilir.Çünkü bazı imgeler tanınmak için bireysel bir yüze sahip olmayı gerektirmez. Maskeleri, kıyafetleri, duruşları ve bulundukları mekan onlar adına yeterince konuşur.

Yazan: Nazım Ünal Yılmaz