26 Mayıs 2006 Cuma

Ayrılış

ne çok sevindim havanın bozmasına
içtiğim çayın demsiz
müşterinin az garsonların ilgisiz duruşuna
ne çok sevindim

günlerden cuma hava yağmurluydu
iyi ki ince giyinmiştim üşüdüm
bir bilseydim terk edileceğimi
erken çıkar uzun uzun yürürdüm

ne çok sevdim vitrindeki yeşil kazağı
vazgeçilebilirliğini seyrettim uzun uzun
iyi ki asansör bozuktu merdivenlerden çıktım
ahh ne büyük şans ki iki gündür uykusuzdum

ahh ne büyük şans ki tane tane söyledin ayrılığı
karıştı hayatın küçük ayrıntılarına

Leyla Onomay

GECE YILDIZLAR ve HURMA AĞACININ TURUNCU MEYVELERİ

karanlığa dökülür sarı yapraklar
son baharda yağar son rüzzgarda eser
unutulur ne güzel görünür ay
gece hurma ağacı ve yıldızlar
seni ne çok severdi

çünkü ne zaman pencereni açsan
zayıf kollarının arasından
yıldızlar dolardı içeri

ağlayan pencere kendini vuran kapı
bir evin intiharı bir bahçenin ölümü
unutulur dalından düşen son turuncu meyvesi
hurma ağacının
seni ne çok severdim

çünkü ne zaman sana koşsam
deniz çıkıyordu karşıma
yokuş aşağı dar sokaklardan

Leyla Onomay

25 Mayıs 2006 Perşembe

Güray Onok Olmak

Daha önce çeşitli vesilelerle kendime mahlaslar(bir başka deyişle ‘nick name’ler) aramışlığım vardır. Hepsinden de başarısızlık ve ümitsizlikle ayrılıp ‘napalım, gene taşın altına elimizi koyacağız’ demek zorunda kalmışımdır. Sadece bir kereye mahsus mahlas kullanmışlığım vardır. O da yeterince başarısız olmuştur. Bu yüzden, başka biri gibi görünmekten vazgeçip sadece Güray Onok olmak, olabilmek üzerine çabalarım o günden beri. Bu bile inanın yeterince yorucu ve zor bir iş…

Kişilik bölünmeleri yaşamıyorum, yani daha doğrusu zarın bir tarafını gösterip ‘bak bu beş’, sonra diğer tarafını gösterip ‘bak bu da iki’ diyerek zaman kaybettirmiyorum insanlara. Sadece,’bak, zar!’ diyorum. Artık bahtınıza o gün kaç gelirse…Buna katlanmak zorundasınız!..

Mahlas karşıtı olduğum da çıkarılmasın ama bazı mahlaslar yanlış yönlendirebiliyor insanı. Mesela bu blogun yazarı Güray Onok değil de Roller Blade olsaydı neler düşünürdünüz? Lütfen bunu kendi kendinize tartışınız…Ha, bu arada ‘Roller Blade’ rasgele ortaya atılmış bir isimdir, bunun yerine ‘Kılçıksız Balık’ üzerinde de düşünebilirsiniz…

Güray Onok olmaya çalışmak; temelde, Güray Onok’un Güray Onok’u, Güray Onok’u tanıya(maya)n insanlarda aramasıdır. Yani insanın kendi kendini keşfi değil de, başkalarının kendisini ne kadar yanlış tanımış olabileceğini araştırmasıdır. Burada Onur Sakarya’nın dizesini zikretmeden duramayacağım:”Hep yanlış yanlarımla tanındım.”

İşin en eğlenceli kısmı da bu yanlışlıklar komedyası olayı zaten. Birinin gözünde güvenilir biriyken, diğerinin gözünde nasıl olup da dünyanın en düzenbaz kişisi olduğuma şaşırmamdır. Örnekleri çoğaltarak sizi yormak yerine Güray Onok’un en çok kendisine oyunlar oynadığını ve sıcak sütü bile bile içmekten ne kadar çok keyif aldığını belirtmem yeterli olur kanısındayım. Hakkımda yanlış fikirlere sahip insanların yüzlerini kara çıkarmak istemem hiç! Biliyorum, hiç mantıklı değil ama İsa da böyle yapmamış mıydı? Zaten, ‘hayır! Ben masumum’ demek cezanızın onaylanması anlamına gelmez mi genelde. Evet, ben üşengeç bir timsahım, asla ağlamam ve ağzıma kendi kendine giren şeyler dışında bir şey yemem. Ne evcil bir timsah, hadi kolumuzu ağzına sokalım derseniz, kolunuzu ısırır yerim. Sonra da hangi ifadeye imza atmamı isterseniz atarım.

Zeki de olabilirim gerzek de, iyilik meleği de olabilirim seri katil de…Bunu siz belirlersiniz. Ben pasifistim, oy vermeye inanmıyorum, bana dokunmayan yılan da bin yaşasın dokunan da. Bana ne yılandan. Size oy vermenizi ve pasifist olmamanızı öneriyorum…

19 Mayıs 2006 Cuma

Sahibinden az kullanılmış, ham metinler -IV

SAHİ,SİZ DE BİR ZAMANLAR KİTAPLARI KARIŞTIRMADINIZ MI?

Günlerce kitaplar karıştırıp durdum. Aşıktım. Sevgilime bir şiir,bir dize ya da dilimden geldiğince ona, onu sevdiğimi anlatan bir şeyler yazmak,vermek istiyordum. “Sen masallardan bile güzelsin,büyüksün” diye seslenmiştim ona, Attila İlhan’ın dizeleriyle. İşte aşk orada başlıyordu bir zamanlar.

Postacı Mario’nun[1] dediği gibi: şiir,ona kim ihtiyaç duyuyorsa onundur. Sanat da öyle olmalı bence. İnsan bir resme bakmak ihtiyacı duymalı, bir müziği dinleyip ondan haz alacak alt yapıyı oluşturmak,hayata eleştiren bir gözle bakmak ihtiyacı içinde olmalı. Sanat,içimizdeki ve dışımızdaki boşlukları doldurmak için güzel bir araç ve onu icra edenler için de onurlu bir amaç olmalı. Peki şimdi,sanat bizim için neyi ifade ediyor?

Yaşım o kadar büyük olmasa da,bir çağın dönüşüm noktasında,son romantiklerden biri olduğumu söyleyebilirim. Öyle ki,benden bir yaş küçük olanlar bile,resimli mesajlar,bayat söylemlerle ifade ediyorlar sevgilerini. Peki gelinen bu noktadaki uçurum neden?

Ben ve yaşıtlarım henüz yeni başlayan özel televizyon furyasına ayak uyduramamış bir nesildik. Kitaplar genellikle daha cazip ve daha renkliydi bizim için. Bizden daha küçük olanlar içinse televizyon daha cazip oldu. Çünkü onlar ,daha Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı okumadan, izleme lüksüne sahiptiler. İzledikten sonra okuma ihtiyacı duymadılar. Bizse, önce okuyup sonra izler olduk hep.

İşte bu noktada iki sanat görüşü ortaya çıkıyor: görsel ve düşsel sanat. Bizim için sanat,daha güzel bir dünyanın nasıl olabileceği ve varolan hayatın eleştirisinin nasıl yapılabileceğine dair ipuçları veren bir kanaldı. Öyle ki uyarlamaları eleştirerek geçerdi çoğu vaktimiz. Mobydick’in hiçbir görsel karşılığı düşlerimizdeki o yaratığa yaklaşamazdı bile. Ya kaptan Nemo? Televizyon çocukluğumuzun düşlerini paramparça etti.

Biz de daha sıkı sarılır olduk kitaplara.

Bizden daha küçükler içinse,sunulmuş düşler ve sorgulanamayacak mesajlar vardı. Mobydick, beyaz bir balinaydı. Kaptan Nemo,sakallı,kötü bir kahramandı. Onlar da bu düşlere sarıldılar. Kitapların kalınlığı,filmlerin uzunluğundan daha yorucu geldi onlara.

Bizse düşlerimizin kutsal kıyılarından ayrılmadık hiç. Yeraltındaki notları keşfettik,ardından Kafka ve tabii ki Shakespeare. Aşık Shakespeare[2] değil ama,şair ve yazar Shakespeare. Sunulmuş düşlerin içinde iğreti durduk ve çekildik kendi kıyılarımıza. Ayağımıza gelen sanat değil,onun katına çıkmak için çaba sarf ettiğimiz sanata vurgunduk biz. Zaten,sanat bir seçim değil midir? Biz seçimimizi kurulu düzenden yana yapmadık.

Sanat ve edebiyat, en düşsel ve kutsal noktada,bilinmezi bilmek ve kahin olmak adına yazılan,yaratılan,okunan,izlenen demekti bizim için. Hep –di’ li geçmiş zamanda bitiriyor olsam da cümlelerimi;bu,bu görüşlerin geçmişte kalmış olduğundan değil,bu görüşlerin mirasçısı olmadığı içindir.

İşte bu yazı,televizyon yayın akışı içinde mecburi olarak yayınlanan ve hep en artık saatlere sürülen bir kültür sanat programı gibi senin vaktini alabilir ey, okuyucu; ya da o programları tutkuyla bekleyen,izleyen biri olarak,bu yazıya sarılabilirsin. Sahi,sen de bir zamanlar kitapları karıştırmadın mı?


[1] Postacı filminin iki baş karakterinden biri.
[2] Shakespeare İn Love. Shakespeare’in hayat hikayesini anlatan film.

Sahibinden az kullanılmış, ham metinler -III

Mutsuzluktan Söz Etmek İstiyorum

“Mutsuzluk benim tanrımdır” diyor Rimbaud. Mutsuzluğum benim tanrımdır. Ruhumun en değerli , en vazgeçilmez arkadaşı, can dostudur. Hiçbir koşulda, hiçbir yerde beni yalnız bırakmaz, mahcup etmez. Şansımın en yaver gittiği, hemen hemen her şeyin lehime olduğu zamanlarda bile mutsuzluğum kendine bir bahane bulur ve masada kim oturursa otursun okeye dördüncü hep o olur.

Beni buraya kadar belki tek başına değil ama o taşıdı. Nice vurgunlar yedik kol kola. Ölümlere gittik, ölümlerden döndük. Hep yanı başımdaydı. En güzel, en mutlu anlardan bile daha keyifli olabileceğini kanıtladı. Tabii ben de onun yüzünü kara çıkarmadım. Zamanla o kadar karardım o kadar karardım ki mutsuzluğumun kılığına bürünebilir oldum. Bazen ben onu yarattım, ayakta tuttum, çoğu zaman o beni…

Öyle bir aşka dönüştü ki bu ilişki, onu hiç kimseyle paylaşmak istemedim. Bu yüzden kimseyi incitmek, mutsuz etmemek için yoğun bir çaba gösterir oldum. Çok sonradan anladım ki, evrendeki en geniş aile onun ailesi.. Ben de koyuverdim gitti. Sevgilimi aldattım, annemle kavga ettim, kimseyi umursamadım. Nasıl olsa onlar da bir gün mutsuzluğun değerini anlayacaklardı. Bari bu kavuşmaya ben sebep olayım dedim.

Mutsuzluğumla arama hiç kara kedi girmedi desem yalan olur. Bazı aşkların ilk günlerinde onu umursamadığım da oldu. Oysa o öylesine sabırlı ve affediciydi ki… Dönüp dolaşıp ona döneceğimi bilirdi. Döndüğümde hiç naz yapmaz, hiç asmazdı suratını. Kolları ve yüreği sonuna kadar açıktı hep bana. Ona müteşekkirim.

Sahibinden az kullanılmış, ham metinler -II

DEFTERLER

Hayatımda çokça nesneye yer ayırmasam da defterlerime hep değer vermişimdir. Çoğu zaman, üzerlerine yazdığım bu yüzey,yazılanı belirlemiş ve kusmuklarımla olmasa da içtiğim kahve ve çaylarla lekelenmiştir.

Kitapsı defterleri daha çok severim. Ciltli,kalın ve kareli olanlarını. Yazmaya başlarken cesaretini kırabilecek kadar kalın olanlarını özellikle severim. Çünkü kalın bir deftere baş kaldırmak keyifli ve zahmetli bir iştir. Defter senden de küstah ve kendini beğenmişse susturur seni. O an yeterince cesur değilsen pes eder ve kapatırsın defteri. İnatçıysan ve o defteri ciltleyen,hazırlayan işçiden bir nebze olsun daha yetenekliysen;baş kaldırır ve – seni bitireceğim’ dersin.

Bitmemiş yani son sayfasına dek yazı ile dolu olmayan defterler tehlikelidir; düzeltmelere,yeniden yazmalara açık bir uçurumdur. Üzerinden çıkaramadığın eski bir gömleğe benzer ve mevsim ister yazdan kışa,ister kıştan yaza dönsün,üzerinde iğreti durur.

Bitmiş,bitirilmiş defterler tablolara benzer. Saatlerce incelediğim defterlerim vardır. Anılar ve ahmaklıklarla dolu oldukları için en iyi nasihati onlar verir insana. Çünkü aynadaki yalnızca yansımandır,el yazısı ise insanın kendisidir.
Her türlü nasihat, sen istemezsen bir kulağından girip diğerinden çıkabilir ama kendini es geçemezsin.

Sahibinden az kullanılmış, ham metinler

SEVİŞMELER

Bir kadın ve bir erkek en fazla ne kadar yakın olabilirler birbirlerine. Bir erkeğin kadının içindeki boşluğu doldurduğu o anda, neden genellikle kapalıdır gözler? Görmek istenilmeyen nedir? Erkeğin kaslarında oluşan gerilim ve kadının tüm sınırlarını açtığı o an, iki coğrafya bir coğrafyaya neden dönüşmez. Dönüşür mü yoksa?

En uçuk dostlarımdan biri sevişmek üzerine şunu demişti:”Sevişmek döviz kuru gibi bir şeydir. Kimin para birimi daha değerliyse, onun istediği şekilde sevişilir.” İşin özeti, kim daha az istekliyse onun kuralları önemlidir.

Ne kadar yadsımaya,yanlış çıkarmaya çalışırsak çalışalım;sevişmek,bir alış veriştir. Serbest piyasa ekonomisi geçerlidir. Açılan sınırlardan gümrük vergisi alınır. Kadın genellikle, sadakat ve aidiyet olarak ister bu vergiyi. Erkekse, sahip olduğunu sandıklarının kölesi haline gelir.

Tüm erkekler bir noktada Al Bundy dinine geçerler.(Bunun tarihsel gelişimi şu şekilde olur; ilk sevişme / am salaklık / seks gurmeliği / ülserden sebep yağsız, tatsız, tuzsuz yemekler / Al Bundy’lik) Al Bundy karısına şöyle seslenir bir bölümde:”daha geçen noel seviştik. Neden her noel sevişmek zorundayız ki.” Al Bundy’ye göre,zaten kocalar çalışıp eve para getirirken bir de üzerine sevişme işkencesi çekmek zorunda olmamalıdırlar. Karısıyla sevişmektense ölmeyi bile yeğler. Kadınsa (ki kırmızı kafalı bir şeytandır ona göre) erkeği bir şekilde kandırır ve elde eder. Bunun yolu da tabii ki mideden geçer.

Al Bundy şüphesiz karikatürize edilmiş bir karakterdir. Yinede erkeklerin bir noktadan sonra buna yakın bir noktaya geldikleri söylenebilir. “Ölümdür biraz hep aynı yatakta/aynı kadınla sevişerek sabaha varmak” der Ahmet Telli. Sevişilen kişi değişse de bir noktada aynılaşır. Yani eskilerinizi getirin yerine yenilerini verelim görüşü hiçbir şeyi çözmez. Üstelik kadınlar sevişmeleri hep ödenen bir diyet, fedakarlık ya da bedel olarak görür. Bunun yerine bir de vergi almadan,sadece sevişmek için sevişmeyi deneyelim. Peki kim buna ‘evet’ diyecek.

Dilerim bunu yaşayacak kadar şanslı olursunuz.

Dead Man

Dead Man'i ilk izleyişimde şaşkınlığa uğradım. Bir gece yarısı yapacak başka bir iş bulamayınca, artık bu filmi izlemenin zamanı geldi dedim ve filmi izlemeye başladım. Daha önceki Jarmusch deneyimlerimden ötürü bir süre kadar bu filmi izlemeye cesaret edememiştim. Beklentilerim oldukça yüksekti ve hâlâ daha önce izlediğim filmlerinin etkisinden çıkamamıştım. Üstelik filmin kapağında: "Jarmusch'un Baş Yapıtı" yazıyordu. Eğer bu baş yapıtsa, daha önce izlediklerimden çok daha iyi olmalı diye düşündüm. Oysa ben hâlâ Down By Law ve Ghost Dog'un etkisinden çıkamamış ve hâlâ o mekanlarda, o karakterlerle yaşamaya devam ediyordum. Üstüne üstlük Dead Man bir western'di. İşte bu ruh haliyle sonunda cesaretimi toplayıp kendimi filme bıraktım.

Filme dair yaşadığım ilk şok kahramanın isminin William Blake (Johnny Depp) oluşu oldu. William Blake tutkunu olduğum için filmin pek çok noktasında çok farklı okumalar yapma şansım oldu. Bu filmi izleyecek herkese de önceden William Blake okumalarını tavsiye ederim. Özellikle de Cennet Ve Cehennemin Evliliği'ni.

Kahramanımız Bill Blake'in William Blake'e dönüşmesi filmin de kırılma noktası. Daha filmin başında Henri Michaux'nun dizeleriyle ölü bir adamla seyahat etmemek konusunda uyarılıyorsunuz. Her ne kadar Bill Blake "ben ölü değilim" dese de o an William Blake'e dönüşerek sizi de yanına alıp seyahatine başlıyor. Aptal Beyaz Adam seyahat etmek konusunda tereddüt etse de Exhabacay yani Nobody (filmdeki Kızılderili karakter) onu seyahate hazırlıyor ve beyaz adamın yola çıkmasına ön ayak oluyor. Bill Blake de bir noktadan sonra William Blake olduğunu kabul edip, bunun farkına vararak (iki şerifi öldürmeden önce onlara: "Şiirimi biliyor musunuz?" diye sorar) Yolcu'ya dönüşüyor.

Exhabacay yani Nobody melez bir Kızılderili ve bu sebeple de melezi olduğu iki kabile tarafından da dışlanmış ve yalnız yaşamak zorunda kalmış. Onun hikayesini öğrendiğinizde bugüne kadar filmlerde karşınıza çıkan tüm Kızılderililerden farklı bir karakterle karşılaşıyorsunuz. Vahşi batıda tek başına varolabilmesinin ötesinde kendi geçmişinden kaynaklanan bazı tecrübelere sahip olması onu oldukça ilginç bir karaktere dönüştürüyor. Nobody ve William Blake yan yana geldiklerinde adeta bir eğretileme, bir şiir ortaya çıkıyor. Çünkü birbirinden bağımsız ve çok farklı karakterler olmalarına rağmen yan yana geldiklerinde o kadar çok anlam oluşturuyorlar ki... Kızılderili soy kırımı, Amerika'yı kuran, yaratan çapulcu tayfası, yamyamlık ve oldukça dürüst , tarafsızca anlatılmış bir Amerikan tarihinin içinden gelip geçiyorlar. Bugüne kadar kimsenin söylemeye kolay kolay cesaret edemediği gerçekleri o kadar yalın bir dille anlatıyor ki Jarmusch; Dead Man siyah-beyaz bir western olmanın ötesine geçip iç içe geçmiş pek çok imgenin bir festivaline dönüşüyor.

Filmin her epizodu ayrı bir şiir. Her epizodu başlı başına ayrı bir görsel şölen. Klasik western filmlerinden hristiyan ikonalarına kadar pek çok şeye atıfta bulunuyor Jarmusch. Bazı kareler adeta birer tablo gibi hazırlanmış. William Blake'in (Johnny Depp) ölü bir geyiğe sarılıp yattığı sahne adeta cennet ve cehennemin evliliğini simgeliyor, yaşamı ve ölümü. Ölü şerifin adeta bir hristiyan ikonası gibi sönmüş ateşin üstündeki başı ve ateşteki odunların başının çevresinde bir hare oluşturması, daha sonra kiralık katillerden Cole'un şerifin kafasını ayağı ile ezip parçalaması bir inanç sistemini, bir dönemin sanat anlayışını ezip parçalıyor.

Bunların yanında biraz da filmin müziklerinden bahsetmek gerek. Filmin müziklerini Neil Young yapmış. Müzik, anlam ve görsellik o kadar usta bir aşçının karışımı ile bir araya getirilmiş ki biri diğerinin eksikliklerini kaparken diğerinin önüne geçme isteği duymuyor. Bu denge filmin sonuna kadar da devam ediyor. Müzik filmin ritmine, ritim müziğe ayak uydurarak film boyunca uygun adım gidiyorlar.

Bunun dışında film ne mi anlatıyor? O kısmını da William Blake'ten öğrenelim:
"Uysaldı bir zamanlar ve tehlikeli bir yolda,
Adil insan tutturdu yolunu
Ölüm vadisi boyunca.
Güller dikilir dikenlerin bittiği yere,
Ve çorak çalılıkta
Vızıldar bal arıları.

Tehlikeli yol yapıldı sonra,
Ve bir ırmak ve bir kaynak
Her uçurum ve mezarda,
Ve ağarmış kemiklerin üzerinde
Kızıl balçık oluşmuş;

Kötü kişi terk edene dek rahatlığın yollarını,
Tehlikeli yollarda yürümek ve adil insanı
Çorak iklimlere sürmek uğruna.

Şimdi ilerliyor sinsi yılan
İnce bir ağırbaşlılıkla.
Ve öfkeden kuduruyor adil insan
Aslanların dolaştığı yabanlarda."

Not:Bir zamanlar ödev olarak hazırlamıştım bu yazıyı. Sonra bir sinema forumuna yazmış ve çoktan unutmuştum o yazıyı oraya yazdığımı. Bugün google'da gezinirken rastladım. Bir internet sitesi o forumdan alıntılayıp beni yazımı yayınlamış. Ben o kadar da iyi bir yazı olduğunu düşünmüyorum, çok fazla eksiği var ama birilerinin yeniden yayınlaması hoşuma gitti.(http://kirpi.fisek.com.tr/index.php?metinno=sinema/20060515142559.txt) Bu site nedir, necidir bilmem ama birden bire acaba bu yazıyı adam mı etsem yoksa 'ulan o kadar sinema okuduk biraz da öğrendiklerimizi yazı yazarak gösterelim' hevesinin peşinden mi koşsam diye tereddütler yaşattı bana. Kendilerine teşekkür ederim...

18 Mayıs 2006 Perşembe

Reunion

Ne zamandır Değer'le görüşemiyorduk. Son senesi, sınavlar falan derken epey bir bahanesi vardı. Ben de aynı süreci acılar içinde tamamladığım için anlayışla karşılıyorum kendisini. Allahtan Morrisey geliyor da konserde görüşeceğiz.

Değer'le tanıştığımızda ben ticaretle uğraşıyordum daha çok. Şimdilerde hani kesici aletler, silahlar okullara nasıl giriyor diye soruyorlar ya bundan 12,13 sene evvel ben o işi yapıyor bayağı da iyi para kazanıyordum. Sustalı, kelebek, kama...Bunların yanında zararlı neşriyat, yiyecek, içecek, tefecilik falan, yolumu buluyordum. Değer de benim kalite kontrol elemanımdı. Sustalıların düzgün çalışıp çalışmadığını kontrol ederdi...

Bir süre iyi gitti işlerim. Zamanla düşmanlığı dostluğa çevirince insanlar bu kesici alet ticareti de kesildi. Ergenliklerinde epey yol alınca yaşıtlarım, zararlı neşriyattan da para kazanamamaya başladım. Bir de üstüne yüreğimin nasırları çözülüp aşık oldum. Şiir falan yazmaya başladım. Kadim dostum, sıra arkadaşım Değer'in de şiir yazdığını bu vesileyle öğrendim.

Beraber edebiyat dergilerinin kapılarını aşındırdık, fotokopinin nimetlerinden faydalanıp fanzinler çıkarttık. Bir dönem sinema fanatiği olduk. Neredeyse attığımız her adımda beraberdik. Şimdi o diş hekimi olacak(oldu da aslında), ben de hasbelkader bir yerlere doğru gidiyorum. Bugün oturdum, ya biz Değer'le geleceğe dair nasıl hayaller kurardık diye düşündüm. Yarım saat sonrasını planlamaktan öteye geçmemişiz. Bunu farkettim. Yaşadığımız her anın bu kadar keyifli olmasının sebebi belki de budur.

7 Mayıs 2006 Pazar

-I-

yazayım diyorum. sonra, yok! yok! en iyisi yazmamak diyorum. gidiyorum. geliyorum. gidiyorum. gelmek gelmiyor içimden. dur! çay demlenmiştir. bir bardak çay iç önce. içiyorum. balkondan sokağa bakıyorum. çocuklar oynamıyor. garip değil mi? neredeler ki? gidip bir çocuklara bakıp geleyim sonra yazarım. hava biraz serin sanki. hırkamı yanıma alıyorum. sokağa çıkıyorum. yıllardır şu bakkala girer çıkarım da, yıllardır selam eder selam alırım da ondan adını bilmem mesela. o da hiç adımla seslenmemiştir bana. sahi neydi bu adamın adı? neyse. iyi akşamlar! diyorum. iyi akşamlar! diyor. buralarda bir yerde bitiyor olmalı mahallem. ama ben hiç bu mahallenin çocuğu olmadım. bakkaldan, bir de berberden başka kimse tanımaz beni. komşularımın bile adımı bildiğinden şüpheliyim. seviyorum ama onları. onlar da bana hep sevgi dolu bakıyorlar. tereddüt etmiyorum mahallemden çıkarken. almanyadaki gurbetçi türkler gibiyim. geliyorum. gidiyorum. ama en çok gideceğimi bilerek gelmeyi seviyorum.

5 Mayıs 2006 Cuma

ARINMA

Ah! Rakının kadehte

kalan beyazlığı


beni temizle...



Güray ONOK





4 Mayıs 2006 Perşembe

ESKİŞEHİR OKULU

“Eskişehir Okulu” kavramını ilk kim kullandı, bilmiyorum.

Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi civarında boy atmış bu oluşumun adı da o fakültenin kaçılamaz geyiği olan Frankfurt Okulu tartışmalarından gelir. Daha çok da bu amors duruşun hiçbir katılımcısının o geyiklere katılmamış ve bu konuda ödev hazırlamamış olmasından.

Herkesin bir şeyler olmak hayaliyle yanıp tutuştuğu o garip dünyada; bir tekel bayii açmanın, bir iddaa bayii açmanın, altılı tutturmanın, iddaa’da haftanın sürprizlerini bulup çıkarmanın derdinde, lafın gelişi ipsiz sapsız adamlardık. Hepimizin koskoca bir orta öğretim hayatı kitap okuyarak geçmişti. Ne bulunduysa hatmedilmişti. Arada sırada coşkuyla okuyacak bir şeyler bulunca mutlu oluyor, kalan zamanlarda içiyor, sevişiyor, terk ediliyor, terk ediyor, arıza çıkartıyor, sabaha karşı polis amcalar ‘hadi lan evinize!’ diyene kadar sokaklar arşınlanıyordu.

Canımız sıkıldıkça fanzinler çıkartıyor, radyo sahipleri kandırılıp onlar işe uyanana kadar radyo programı yapılıyor, yerel gazetelerde sürtülüyordu. Birileri, ‘bunlarda bir iş var ama…’ diyordu ama o ‘ama’dan hemen sonra da emin olamıyor ve uzaklaşıyordu bizden. Zaten eli yüzü düzgün yaptığımız işlerin sayısı iki bilemedin üçü geçmez. Her fırsatta bir şeyleri bok etmenin telaşındaydık. Yani oldukça keyifli günlerdi…

Kimseye yeteneğini ispatlamaya kalkmamış, üretimden çok yaşama sanatına kafa yormuş olduğu için de hiçbiriniz bu oluşumdan haberdar değilsiniz. Ama biraz zaman ayırıp ‘Güzel İnsanlar Tutanağı’na göz atacak olursanız şimdilik en seçkin ürünleri olmasa da bu yazının yazarının worde geçmeye üşenmediği, bir zamanlar worde geçilip pc’sinin kuytu köşelerinde kalmış olan eserlerini görebilirsiniz…

Tam bir ‘Eskişehir Okulu’ öğrencisi listesi henüz oluşturulmadı. Şu an için üzerinde hiç tartışılmadan sayılabilecek isimler; Onur Sakarya, Yusuf Ziya Zeybekoğlu, Emre Gürdal, Nazım Ünal Yılmaz ve Güray Onok’tur. Çeşitli zamanlarda bu insanların üretimlerine ya da yaşam tecrübelerine eklemlenmiş bazı isimler de vardır. Ancak onlara şimdiden Eskişehir Okulu öğrencileri demek yanlış olabilir…

“ve zamanla
on sekiz yaşından küçüklere yasak
büyüklere şenlik bir film haline geldi hayatımız
içkiler küfürler ve bol seks
yan etkileri olan
aç karna okunmaması gereken bir kitap oldu
bol mide bulantısı ve bol baş ağrısı

oysa biz
hayat hakkında ileri geri konuşmamıştık hiç
atıp tutmamıştık
varsa yoksa dudakları ve saçlarıydı”(*)

Hayat hakkımızda ileri geri konuşmuş olabilir ya da fanilerden bazıları ama dargın değiliz kimseye. Ne omuz verdik birbirimize ne tekme attık. Kimse kimseye karışmadı. Kimse kimsenin olmadı, sana yamuk yapmayız Edip abi!

İşte böyle…Henüz kimse haberdar olmasa da belki bir gün tarihin de eşlik edeceği ya da bir an olsun ayık yakalayamadığı için fikrini alamayacağı bir insanlar topluluğuyla tanıştırayım sizi dedim. Onlar sizinle tanıştıklarına memnun oldular. Umarım siz de olursunuz…

*: Yusuf Ziya,Yanlış Yere Tutunanlar

3 Mayıs 2006 Çarşamba

UNUTSAM DA…

(Yıldızmania)

Yusuf Ziya Zeybekoğlu’na, ‘Güray Onok kimdir?’ diye soracak olursanız, size vereceği cevap şu olacaktır: ‘Bir yıldızın çarpıp üzerindeki tüm yaşamı yok ettiği gezegendir.’

Üstelik bu lanetli çarpışmanın sorumlusu Güray Onok’u yörüngesinden çıkarıp o yıldızın önüne atan Onur Sakarya’dır. Yani onun bu konuyla ilgili konuşmaya hakkı yoktur. Madem ki bu ‘Yıldızmania’ lafını o etti, öncelikle bu yazıyı kendisine ithaf ediyorum…Afiyet olsun!

Bu kıyametin daha başlarında Yusuf Ziya ile birbirimizi bu benzer yokoluş/yokediş’ten kurtarabilirdik. Ancak o aralar Onur Sakarya gece gündüz sarhoş gezdiği ve ders aralarında uyukladığı için iş işten geçene kadar Yusuf Ziya ile arkadaş olma fırsatımız olmadı. Onur Sakarya ile onun deyimiyle ‘gece gezmeleri’ dönüşlerinde Ata Öğrenci Yurdu’nun ünlü gece bekçisi İskeletor’u kapıyı açması konusunda ikna etmeye çalışırken karşılaşır, zaman zaman karşılıklı batak, king, 3-5-8 oynardık tost kokan kantininde o yurdun.

Sonra bir ortak noktamız olduğunu fark ettik: şiir! Çok daha önceleri fark etmiş ama uzaktan uzağa birbirimize gıcık olduğumuz için ortada bir yerde buluşamamıştık. Sonra buluştuk. Hayırlı mı oldu derseniz, ben, size: maç 90 dakika, top yuvarlak, bitiş düdüğüne kadar ağzımı açmam derim:)

Sonra Onur Sakarya beni Yusuf Ziya ile tanıştırdı. O aralar Onur’la ben aynı kıza aşıktık: Zigot! Yusuf Ziya da aramıza karışınca Zigot’un peşini bırakıp üçümüz bir kıza sevdalandık: Kayra!.. Bayağı da uzun sürdü bu sevda…

Sevda üstüne sevda, yuva üstüne yuva kurulmazmış ama biraz da Yıldız’ın ve onların kumalarının sayesinde başımızı dertten derde soktuk.

İşte oralarda bir yerde Nazım Ünal da takıldı kolumuza, bir (u)mutsuz aşklar korosu oluşturduk. “Ah! Ne yapsam, ne yapsam unutabilsem / Ne yapsam kendimi avutabilsem” günleri başladı. İçlerinde kendini avutabilme hevesinin en bir bokunu ben çıkardığım için ortaya bu “Yıldızmania” deyimi çıktı.

Yıldızmania’nın bugüne kadar net bir tanımı yapılamamıştır. Daha çok kara mizah ile trajedi arasında gidip gelen bir durum olarak anıla gelmiştir.

Kolombiya’lı futbolcu Escobar’ın; 94 dünya kupasında kendi kalesine attığı golle ve bu golün ardından ülkesinin dünya kupasından elenmesi sonucu ülkesine dönünce öldürülmesi ile benzerlikler taşır. Bu sebeple, bir daha o topraklara ayak basmayacağım demiştim ve aslında bunda da niyetliydim. Allahtan şansım yaver gitti de o kurşuna hedef olmadım.

Aşk desem değil, obsesyon desem değil, mazoşizm desem değil. Olsa olsa bir kara büyü olabilir bu diyorum. Kurşun döktürmem, büyü bozdurmam lazım ama üşeniyorum. Yıldızmania’nın bilimsel bir tedavisi de yok, üstelik ne zaman nüksedeceği de belli değil. Geçti, yandı, bitti, kül oldu desem yalan söylemiş olabilirim. Size mahcup olmak istemem. Dünya; aidsle, neo-liberalizmle uğraşa dursun, bendenizin tek derdi, çoğu etkisi ortadan kalkmış bu illetin, yeryüzünden silinip silinmediğine dair endişesidir…

1 Mayıs 2006 Pazartesi

Oğulluktan emekli, sevgili olamamaktan ziyan çocuklar

İkinci 70'lik diyalogları:

- O cehennemden de geçmiştik değil mi?
- Geçmiş olsun!
- Geçmiş olsun!
- Söz geçiremedik
- Yok, yok! Ezberden çaktık biz.
- Haklısın. Gölgemiz yok bizim, onun yerine hayalimiz var.
- Hayali suretimiz.
- Terli ve karanlık bar köşelerinde James Dean'i andırır.
- Siktir lan! Bunu nerden çıkardın?
- Biri söylemişti.
- Ha! Ha! Ha! Ne komik değil mi?!
- Bir hafta sonra da sen adam değilsin dedi.
- Neyse...En azından kıdem aldık da zebaniliğe geçtik artık.
- Kapının önü esiyor en azından...

* * *

Islak ağaçlarla uyanmak

Güzeldir sevgilim.



Isınan yeryüzüyle


Buharlaşır dertleri,


İmgelere ihtiyacı olmaz


Ellerini kullanabilen


Bir adamın.



Güray ONOK