27 Haziran 2006 Salı

ŞİMDİ BUNDAN BİR ŞEY ANLAMAM GEREKİYOR MU???

Uzun bir zaman boyunca klasikleri seven biri olamadım. Sevmemem onlara bir şey kaybettirmedi. Ben de onlara bir şey kaybettirmeye çalışmadım. Seke seke, sıkıla sıkıla çoğunu okudum. Bazı yazarlar söz konusu olduğunda doz aşımı yaşamamak için tek kitapla yetindim. Kimseye “bunları okumayın!” demem. Bu resmen budalalık olur. Ama birkaç klasik okuyarak kendini okur sananlar kadar da değil.

Bir dostum klasikler için şunu demişti: “Sevene kadar okumak zorundasın! Anlayana kadar değil, sevene kadar! Eğer sevemiyorsan hatayı kendinde aramalısın. Eksiklerini, hatalarını bulmak için tekrar tekrar ve her seferinde daha fazla okumalısın.”

O, bunları söylerken, içimden “hadi oradan!” diyordum. Ben; bunları, bunları, bunları okudum; ne gerek var ki şuna, şuna ve de şuna…

İnsan dangalaklıklarını kolay kolay fark edemez çünkü çok eğlencelidir.

Bir süre de Tarkovski’yi beğenmemekle falan övünürdüm. “Anlayamıyorum” demektense “Beğenmiyorum” demek daha hoş duruyordu. İşte, ne olduysa klasikleri sevmeye başlayınca, Tarkovski’yi, Fellini’yi, Godard’ı anlamaya başlayınca oldu. “Seni gidi kendini beğenmiş, cahil, geri zekalı!” diye aşağılamaya başladım kendimi. Tabi bunlar bir anda mucizevi bir aydınlanışla gerçekleşmedi. Israrla anlamaya, sevmeye uğraşıp yavaş yavaş bir şeyler bularak; sonra, zamanla daha fazlasını fark ederek gelişti, gelişti. “Ha! Ha! Ha! Ben anlıyorum işte! Siz zavallılar nasıl da boş boş bakıyorsunuz!” Demiyorum kesinlikle…Beni yanlış anlamayın. Hala emek vermem, hala ter akıtmam gerekiyor bazı şeyleri anlamak için. Hala da “Burada yazar şunu demek istemiş” türünden saçma açıklamalara inanmam. Çünkü, bana sorarsanız ne yazar, ne yönetmen, ne de besteci bir şey demek istemez. Neyse bu kısma dair felsefe beni aşar…

Artık bu yazıya bir son verelim, değil mi? Evet, bundan bir şey anlamanız gerekiyor! Bunu anlamak için de biraz emek sarf etmeniz. Hiçbir şeye, hiç kimseye “Hadi oradan!” deme hakkınız yok. Yinede bu dünyada hakkı olmayan şeylere el uzatan milyarlarca insan gibi, “Hadi oradan!” diyebilirsiniz bana. Bu bana bir şey kaybettirmez…

Masum düşleri yad etmenin zamanıdır

"Sensin! O kadar yakınsın ki!.. Sustukça dünyayı değiştiriyorsun."

" 'Dağlarda dolaşmayacağım, fırtınalı denizlere açılmayacağım' diyor W.W. Evet, ben de bunu yapacağım. Ama önce dağlarda dolaşmalı, fırtınalı denizlere açılmalı..."

"Soluğum hayata değer değmez donuyor. İnsanlar, huzuru; kedilerinin sırtlarında okşuyorlar, yataklarında karılarının kendilerini beklediklerini düşünüyorlar, karınlarını doyurduktan sonra tövbe etmeyi öğretiyorlar kanlarına. Camlardan geceye taşıyor aydınlıkları."

"Yanlış anlaşılmalara mahal verebilir rüzgar...
Bari vermese..."


" 'Sen fena vurulmuşsun' dedi X. Bir an utanayım mı, sevineyim mi şaşırdım. Aşk bana bol geliyor galiba. Emin değilim..."

"Bir an dehşetle farkettim ki tüm kapıları ardımda bırakmışım. Artık kaçacak bir yer yok! Sike sike savaşmak zorundasın..."

26 Haziran 2006 Pazartesi

13/3

Gözlerimi kamaştırmayan

Hiçbir karşılaşma için

Bulaşıkları yıkamam

Ne de çıkarıp öderim hesabı

Tüydüğüm her gölgede

Bir bıçak yarası hayattan

Pişman olmamanın bedeli


Güray ONOK

...

Geçtiğim yolları sorma bana
Paçalarımdan kan damlar

Kırıktır hevesim
Kırk rüzgarın
Kırk yağmurunda ıslandığından

Bedenim alkole bulanmıştır
Üzerimde nemli meyhanelerin kokusu
Yüreğimde biraz Müslüm Gürses
Biraz Ferdi Tayfur tortusu

Geçtiğim yollarla kıyma bana


Güray ONOK


ŞİİR SİZE KAZANDIRIR

Okumuş, eğitim görmüş bir aileden gelmiyorum. Hasbelkader okur-yazarlığım, hasbelkader babamın çiftçi olmak istemeyip kendine yapacak bir iş arayıp İnkılap Yayınları’nda matbaacılık yapmaya başlamasına dayanır. Daha sonra, babamın peşinden küçük amcam da aynı işe girmiş ve zaman zaman eve getirdikleri kitaplar da ben okumayı öğrenene kadar kapakları açılmadan rafta öylece beklemişlerdir. Yaklaşık 15 yıl kadar. Annem, babaannem, ablam sıkça tozlarını alsalar da kimsenin aklına “acaba içinde ne yazıyor?” sorusu gelmemiş.

Daha küçücük bir çocukken o kitapların allı pullu ciltleri ilgimi çekerdi. Daha sonra; Akif’in Safahat’ı olduğunu öğreneceğim o kara, yaldızlı yazılı cilt ve bir de bordo ciltli Osmanlıca Sözlük en çok seyrine daldığım şeyler olmuştur evimizde.

Sanırım televizyonda dizisinin oynuyor oluşundan dolayı ilk okuduğum kitap(evet “ilk”) Çalıkuşu idi. Çocuklar için olan özet versiyonu değil, orijinali. Adeta yabancı bir dil öğrenir gibi, sık sık Türkçe ve Osmanlıca sözlüğe başvurma ihtiyacı duysam da okuduğum ilk kitap oluşunun heyecanı ve Reşat Nuri’nin küçücük bir çocuğun hayal dünyasına sunduğu yeni olanaklar dolayısıyla inatla sonuna dek okumuştum.

Sonra; tek başıma mı yoksa ev içinden birinin yönlendirmesi ile mi bilemiyorum, uzun süren bir Jules Verne serüvenim olmuştu. Hemen onun peşinden de anlamsızca karıştırılan ansiklopediler. Evdekiler bitince, sevgili ilkokulumun küçücük kütüphanesinde çürümekte olan kitaplara el attım. Gerçekten eğlenceli bir dönemdi. Bir yandan da tutkunu olmasam da haftalık çizgi romanlarla oyalanıyordum.

Artık akıcı bir okumaya sahip olduğum süreçte Halid Ziya aşkıyla yanıp tutuşmaya başladım. Onlarca sayfa okuyup hemen hemen hiçbir şey anlamasam da ilk şiir beğenimin Halid Ziya ile başladığını söyleyebilirim. Muazzez Tahsin Berkant, Ömer Seyfettin, Mevlana’nın Divan’ı ve tabii ki La Fontaine derken benim ortaokula ablamın da liseye başlaması ile ablamın lise edebiyat kitabı en sevdiğim kitap olmuştu. Baudelaire ve Dante’nin hayatıma girişiyle de iyice zıvanadan çıktım.

Şiirin iyi bir şey olabileceğine dair ilk fikrimi, ilkokul üçte okurken 23 Nisan’da bir akrabamızın şiir kitabından beğenip seçtiğim şiiri okumam üzerine bana verdiği yüklüce harçlıktan edinmiştim. “Şiir size kazandırır” fikri bir çok ışık yaktı ufkumda. Aslında daha yıllarca şiir yazmaya çalışmayacak, okuyarak bir şeyler kazanmaya çalışacaktım ama para getirecek bir proje de geliştiremiyordum. Aslında o 23 Nisan’ın hemen ardından bir 19 Mayıs projesi geliştirsem de 19 Mayıs’ın benim değil ablamın bayramı olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğramıştım. Ali abinin o şiir kitabından bir sürü anlamsız beste yapmış olsam da bunları sadece yalnız başımayken mırıldanıyordum.

Çocukken de şimdi olduğu gibi bir sürü gizli kimliğim vardı. Daha James Bond’u tanımıyor olsam da ilkokul arkadaşlarım ile ortaokul arkadaşlarım arasında gidip gelişlerimle gizli kimliklerimi çoğaltıyordum. Doğu Berlin- Batı Berlin arasında kesici silahlar, ahlaka mugayir neşriyat ve yeni toplumsal gruplaşmalar (buna ideoloji de denebilir) taşıyıp duruyordum. Gizli kimliğe bürünmekte iyi değildim ama “aa ne tatlı çocuk” dediklerinde tatlı çocuk, “seni gidi haylaz, yaramaz” dediklerinde yaramaz oluyordum.

Özümde “iyi niyetli, azimli bir çocuk” yatsa da; Anadolu lisesine adım atar atmaz, çalışkan çocuk birden tembel öğrenciye dönüştü. Bunun en büyük sebebi tabi ki hormonlardı. Ergenliğin bana sunduğu “eteklerin altına bakma”, “kızlara dokunma”, “erkeklerle dövüşme” arzuları ders kitaplarından ve öğrenmekte zorluk çektiğim İngilizce’den daha çok ilgimi çeker olmuştu. Uğur Mumcu’nun ölümü, Baudelaire, Attila İlhan, Nazım Hikmet, Rimbaud, Penthouse, Playboy, Hustler, Kral, kısa Camel ve Kutman şaraplarıyla geçen bir yıldan sonra aşık olup ilk şiirimi yazdım. O boktan şiirler bile kimi bilardo manyağı, kimi futbol manyağı, kimi at yarışı tutkunu hayta arkadaşlarım arasında bir statü getirmişti bana. İşte tekrar “şiir size kazandırır” görüşüm onaylanıyordu.

Kerouac Beat kuşağı içinde ne ise tüm arkadaş gruplarım içinde ben de o oldum. Yani serserilerin en uysalı, inançsızların en inançlısı, cesurların en korkağı…Sert çocukların ifade etmekten utanç duydukları şeyleri rahatlıkla söyleyebiliyor, şiirler yazıp aşklarımı ifade ediyordum.

Bir iki yıl hayta olmaktan keyif aldım. Sonra şair olmaya kalkıştım. Şiir yazmaktan öteye gitmek istiyordum artık. Şansımı iyice zorladım ve sonunda başardım. Henüz on dört yaşımın içindeyken ilk şiirimi yayınlatmayı başardım ve tabi ki küstahlığım bunu duyurabildiği kadar duyurdu. Yıllardır Türkçe'den iki hariç bir not almamış bendeniz birden üç almaya başladım. Matematik sınavında bayan hocama aşk şiirleri yazarak matematikten bir almaya devam ettim. Ne o? Yoksa geçtim mi sandınız? Kalmaya devam ettim ama matematik öğretmenim bana şiir kitapları hediye etmeye başladı. Artık kızlar aklımdan çıkmıştı. Çünkü ben artık şiire aşıktım ve şiir bana "kazandırmaya" devam ediyordu.

Herkesin üstünden atlamaya çalıştığı barların üstünde amuda kalkarak sigaramı tüttürüyordum ben...Kim bilir, belki de bu konuda bir dünya rekoru sahibi bile olabilirim...

15 Haziran 2006 Perşembe

Sali hakkında bir kaç ayrıntı

Bu yazıdaki ve bu yazıdaki karakterler gerçekti ama ben öyle duyumsansınlar istememiştim pek ve aslında tam olarak da anlatıldıkları gibi değildiler ama delikanlı oldukları gerçekti.

Bazılarının isimleri gerçekti, mesela Sali. Beş para etmez adamın biri de derler onun için ama hasbelkader bitirdiği liseden sonra üniversite sınavına girerek herkesi şaşırtmıştı. Okeyde çetele bile yazamayan bu abimiz nasıl olduysa Hacettepe Üniversitesi'ni kazanmıştı. Bölümü tam hatırlamıyorum, o sıralarda ben 10-12 yaşlarındaydım, yinede üniversiteyi kazanmak hayaliyle o sınava girenleri hasetten çatlatan bir bölüm olduğunu hatırlıyorum . Hatta Ankara'ya bile gitmişti herkesi şaşırtarak. "Acaba?" demeye başlamıştı insanlar artık Sali için ama üniversite öğrenim hayatına başladıktan bir ay sonra tası tarağı toplayıp geri dönmüştü. "Ankara çok sıkıcı" demekle yetindi sadece. Sonra da köyümüzün kahvelerinden birinde garsonluk yapmaya başladı. Uzunköprü'yü Ankara'dan daha eğlenceli bulan bir adam için ne denebilir:Güzel adamdı! Hala öyle midir bilmiyorum. 10 senedir falan köye uğramışlığım yok. Şimdiye evlenmiş, çoluk çocuk sahibi bile olmuştur.

Sinoplu Sabri, Piç Metin, Baba Hakkı ve tabii ki İsa hakkındaki bazı gerçekleri de önümüzdeki günlerde açıklayacağım...

12 Haziran 2006 Pazartesi

Kendini ne ile ifade ettiğin önemlidir.

"Giyindin mi
Tırnaklarını boyadın mı
Ya dudakların
Onları da boya
Tara saçlarını bir güzel
Hazır mısın
Çıkabilir miyiz
Doruklarına aşkın
O yerlere varabilir miyiz
Denizleri geçebilir miyiz
Elele
Hazır mısın
Hadi soyun öyleyse."


Ümit Yaşar Oğuzcan

Su tesisatçısı olmak isteyen 12 yaşında bir çocukla tanışana kadar ne olup bittiğini asla kavrayamayacağımı düşünüyordum ben de. Varoluşuma tanrısal nedenler yüklemek istiyordum. 12 yaşındaki her çocuk gibi ya peygamber olmalıydım ya da tanrı; başka bir olasılık yoktu, olamazdı, olmamalıydı.

Sonra o çocuk, “su tesisatçısı olmak istiyorum” dedi. O güne kadar düşünce ve inanç sistemimi üzerine kurduğum her şeye ters düşüyordu bu. Su tesisatçısı olmaktansa Hitler olmayı tercih ederdim; gerçi o zamanlar, doktor olacağıma seri katil olurum daha iyi dediğim de olurdu.

Sonra birdenbire ne olmak istediğimin farkına vardım. Daha 12 yaşındaydım ve Rimbaud’nun pabucunu dama atacak kadar vaktim vardı. Günler, geceler boyu okumaya başladım. Öyle ki 17 yaşına kadar hiçbir kitabın kapağını kitabı bitirmeden kapatmadım. Okudukça Rimbaud’nun pabucunu dama atma isteğim azaldı. Rimbaud’dan daha iyileri de vardı. Üstelik onlar 40,50,60’lı yaşlarında bile yazmışlardı.

Yeteneğim yazmaktan daha çok okumak üzerineydi. Zamanla illa da okumak gerekmediğini de öğrendim. Dinlemek, izlemek gibi en az okumak kadar keyifli eylemler de vardı. Gerçi hala snob’luğumu koruyordum. 13 yaşında The Doors dinliyor ve Doors’u çoluk çocuğun dinlediğinden yakınıyordum. Metallica’dan nefret ediyordum ama bir metal dinleyicisi bile değildim. Yinede İron Maiden’ı Beatles’tan daha çok severdim. Lou Reed tanrımdı, John Fante tanrımdı, Jacques Brel tanrımdı, Turgut Uyar tanrımdı, İncil’de bahsedilen tanrı tanrımdı, Tevrat’ta bahsedilen tanrı tanrımdı, Kuran’da bahsedilen tanrı tanrımdı, Zeus tanrımdı, Dyonisos tanrımdı, Güneş tanrımdı, ay tanrımdı, rüzgar tanrımdı; deniz, gece, yalnızlık, aşk ve arkadaşlarım da…

İnanmak konusunda çok yetenekliydim. Her şeye kolayca inanabiliyordum. İnanmayı çok seviyordum, en az yanılmayı ve inançlarımın boş çıkışını sevdiğim kadar…

Harıl harıl film izliyor, haftada iki, üç kere sinemaya gidiyor ama üniversitede sinema televizyon bölümüne burun kıvırarak giriyordum. Kubrick’i seviyordum, evet, Scorcese tam bana göreydi ama sinemaya ait hissetmiyordum kendimi. Bir yönetmen olmaktansa bir rock grubu kurmayı tercih ederdim, bir rock grubu kurmaktansa sokaklarda açlıktan ya da soğuktan ölmeyi tercih ederdim. Çok ciddiyim, düşebileceğim kadar düşmeyi ve hayata orada veda etmeyi düşlüyordum. Bir çocuğun hayaliydi bu ve o çocuk bunu gerçekten istiyordu ve belki de bir gün başaracaktı ama sonra aşk çıktı karşısına; evet, aşk, insanın uğruna tüm inançlarını, tüm düşlerini rafa kaldırabileceği bir şeydi. Başını sevdiği kadının vajinasına yaslayıp uyumak istiyordu o çocuk. Asla giyinmek istemiyordu. Hep çıplak kalmak ve son nefesini verene kadar sevişmek istiyordu. Sevdiği kadınlar o’nun bu kadar çok istediği şeyi sadece bir yem olarak görüyorlardı. O da balık olmayı sevmeye başladı. Tek sorun aynı kadında çok fazla konaklayamamasıydı. Kısa süre içinde, “sen beni sevmiyorsun, sadece sevişmek istiyorsun!..” diye suçlanıyordu. Oysa o, sadece bir kadınla can sıkıntısından yatmıştı.

Canı bu kadar az sıkılmasaydı belki daha fazlasını da yapardı…

6 Haziran 2006 Salı

GÜVEN

I...
Ne zaman
Ellerine kavuşsa
Gün ya da gece,
Sahile toplanan martılar olup
Giriyorsun düşlerime.
Marmara ruhsuz bir iç deniz.
Sen sadece sen’sin yüreğimde;
İnsanların gözlerinden,
Sözlerinden uzak,
Apayrı bir şiirsin;
Etten ve kemikten,
Coşkudan biraz,
Pek çokça korkudan,
Güvenden ibaret.

Eksiklerinle güzelsin.

II...
Ne zaman
Ellerine kavuşsam,
Belki’lerle bitirirsin
Tüm cümlelerini.
Haritalara şiirler yazarım,
Varlığının meali…
Biraz Afrika
Ve tümden kadere yazgılı
Kar kaplı Asya.
Ben en çok Madagaskar’ım,
“Şiirin sonundaki nokta!”

III...
Mesafeler ayırmıyor insanları,
Sadece kaygılar…
O halde,
Kaygıları yenip
Haritalara güvenmeye başlamalı insanlar.

Güray Onok

5 Haziran 2006 Pazartesi

Zalim!

Kadınların sıklıkla söylediği bir sözdür:”Beni sadece dış görünüşüm için sevme!” Oysa içini, dışını ayrı tutmuyor olabilir insan, tutmamalıdır da ayrıca. Güzel göğüsleriniz varsa elbette sizi seven erkek orada bolca vakit geçirecektir. Gülü seven dikenine katlanacaksa, dikeni seven de gül üzerinde hak iddia edebilmelidir. Balkondan denizi izlemek varken; siz, illa da ona içeri odada televizyonu izletmek istiyorsanız, bu sizin zalimliğinizdir.

4 Haziran 2006 Pazar

*

Biz ona gece diyoruz.

Peki o bizi hangi isimle çağırıyor?

Svetlana Korkhina, Ah! Svetlana, Neredesin?


Hayatımda çokça şey değişmedi son on yılda. Şu aralar elimde olmadan bazı alışkanlıklarımı yitiriyorum. Mesela 4 Grand Slam’i de her yıl izlerdim. Arada Fransa açığı kaçırsam da Wimbledon, Amerika açık ve Avustralya’yı yıllarca aksatmadan düzenli olarak izlemişimdir. Acaba bunda benim bir hatam mı var diye düşünüyorum. Tamam Eurosport hala veriyor onları ama benim kumandada elim eurosport’a çok nadir gidiyor. Hıncal Uluç’un TRT’ye yönelik tüm eleştirilerine katılıyorum bu anlamda. Atletizmin tıpkı resmin yüksek sanat zevki kazandırması gibi insanlara spor zevki ve centilmenlik aşıladığını düşünürüm. NTV’nin Golden League yarışları da olmasa hiç atletizm göremeyeceğiz. Şimdi tenisten niye atletizme atladın ki demeyin. Tenis’in atletizme göre daha popüler bir spor olduğu düşünülürse, atletizm yayıncılığı eleştirisi de daha doğru bir yere oturur. Mesela, hiç ilginiz olmasa bile bir Boris Becker’i, bir Steffi Graf’ı, Martina Hingis, Pete Sampras, Andre Agassi ya da hiç olmadı Williams kardeşlerden birinin adını duymuşsunuzdur hadi onu da geçtik diyelim Anna Kournikova adını duymuşsunuzdur. Ben Türk televizyonlarında atletizm izlemek istiyorum. Atletizm izlendiğini görmek istiyorum.

Yetenek ve Yapıt

"Sanat, sanatçıdan yetenek değil yapıt ister" der Stanislaw J. Lec. Bense yetenekli bir yazarın ben yetenekliyim demesini -tabi ki iyi kötü bir şeyler çiziktirerek- severim. Yani muhteşem bir ilk roman okumaktan keyif alamam da üç beş kitap yetenekli birinin elinden çıkmış zırvaları okumak hoşuma gider. Hele bir de onca zırvanın üzerine güzel bir şey çıkarsa ortaya, tadına doyum olmaz.

Bu, "bir yazar en iyi eserini olgunluk döneminde vermelidir" ön yargısı biraz da...Şu aralar bağlasan k.İskender okutamazsın bana. Keşke bu kadar erken yazmasaydı o şiirleri derim hep. Bu saatten sonra bu adamdan artık iyi bir şey çıkmaz önyargısı yaşamak istemiyorum.

Sanatsal küstahlığı yalnızca edebiyatta tolere edebilirim. Sinemada ya da müzikte çok canımı sıkar. Bu konudaki düşüncelerim çok karmaşık kısacası, biraz kafamı toplamaya ihtiyacım var...

Knut Hamsun

Knut Hamsun, Göçebe'de ne anlatıyordu hiç hatırlamıyorum. Belleğimde bir oduncu kalmış sadece. İtiraf etmeliyim ki başka da kitabını okumadım. Bunun sebebi biraz da nazilere yardım ettiğine dair söylentilerdir. Nazilerle pek de sorun yoktur aramda gerçi. Yinede biraz etkisi olmuş olmalı.

Mesele o değil zaten...O kitabın bende bıraktığı iz çok derindir. Hayatımı kökünden değiştiren şeyler bırakmıştır bana. İşin ilginci şimdi bu şeylerin hiçbirini hatırlamıyor olmam ve tabii ki kitaba dair neredeyse hiçbir şeyi. Hemen hemen aynı şeyleri İlhan Berk için de söylerim:"Beni derinden etkilemiştir...", hatta öylesine derinden ki üzerine onu okursanız şunu, şunu, şunu öğrenirsiniz diyebileceğim bir şey yok.

Bir kitabı ya da yazarı özümsemek bu mu acaba???