8 Temmuz 2012 Pazar

UMUT KUŞU...

Kendimi bağışlıyorum, artık özgürsün.” dedi. Sonunda bu meseleyi çözdüğümüze sevinmiştim. Herhangi bir şey söylersem işler yine karışabilirdi. Susup kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Bir an evvel oradan sıvışmam lazımdı. Bir iki adım attım ya da atmadım ki arkamdan belli belirsiz hıçkırıklar duydum. ‘Dönme sakın! Arkana bakma! Yürü, git!’ dedim ama beceremedim. İradeli bir adam sayılmazdım zaten.
Onu sevmiyordum. Asla da sevmemiştim. Can sıkıntısından yanına oturduğum biriydi sadece. Çok hasta olduğu için ona acımış ve sıkılmasını beklemiştim. Uzun zaman aldı bu. Böyle bir iş edindiğimden pişman değilim aslında. Yıllar evvel; ressam olmak istedikten hemen sonra, miço olmaya karar vermeden hemen önce tiyatrocu olmak istemiştim. Rüzgarlı bir havada göğe saldığım uçurtmalarımın hepsini birden elimde tutamayacağımı anladığımda ilk olarak tiyatrocu olmaktan vazgeçmiştim. Şimdi, onunla ortaklaşa yazdığımız ama bir tiyatro oyunu olduğunu sadece benim bildiğim trajediyi sahneye koyuyorduk. Sahne tozu yutmuş ama ilk hapşırığında onu tekrar dışarıya atmış biri olarak hoşuma gidiyordu bu.
Kaba olmak ya da olmamak, konuşmak ya da susmak demekti. Kabalıkla çözemediğim, daha da düğümlediğim bir çileydi o. Oysa genelde kaba olmak kadınlardan kurtulmanın en kolay yoluydu. “Güzelim, ben senin kadar güzel değilim. Juliette Binoche’un oyunculuğuyla zerre kadar ilgilenmem” derdim ve belki biraz hakaret, belki bir tokat ya da sıvası dökülmüş bir duvar kıvamındaki bir yüzü karşımda bulur ve ‘bu kez de yırttın evlat’ diyerek sevinirdim. Ama o çok hastaydı. Gerçekten hastaydı…
Diğer kadınları illet etmek için özenle yetiştirdiğim aykırı dallarıma takılmıştı. Bunu kazara yaptığına inanmak istiyordum ve onu, bunu kazara yaptığına inandırmak. Ama o, takıldığı dallara her gün çaputlar bağlıyor, iki kişilik bir yatak alacağım o güne adıyordu. ‘O gün asla gelmeyecek’ diyemezdim, ben de ‘bugün git, yarın gel’ yöntemini denedim. Türkiye bürokrasisinin ne kadar işe yarar bir şey olduğunu bu sayede fark ettim. Alışkanlıklar insanı hantallaştırıyor ve başını önüne eğmesine neden oluyordu. O da aynen bunu yaptı.
Bu karmaşayı budalalıklarımla çözemeyeceğimi anladığımda, birbirini takip eden  monologlar yazmayı bıraktım. Onu dinlemeye başladım ama hiçbir zaman ona yanıt vermedim, soru sorduğunda ve hatta o sorunun muhatabı ben olduğumda bile…
Böylece, bir zamanlar umursuyor olduğumu varsaysan bile artık umurumda değil beni sevmen, seviyor olman ya da olmaman diyordum ona. Kurduğum bu cümleyi kendi diline çevirirken tökezlemişti o, bir şiir sanmıştı bunu. Birbirimize kendi dillerimizi öğretmemize rağmen ısrarla ikimiz de kendi dillerimizde konuşmaya devam ettik. İşler karıştıkça karıştı. İşler karıştıkça küçük ekonomik sarsıntıları kapitalizmin sonunun habercisi olarak gören küçük bir umut kuşu gibi kendi Berlin duvarımızı yeniden inşa edip başkalarından alı koyup bedenlerimizi ve ruhlarımızı, baş başa kalacağımıza daha da çok inanmaya başladı o. ‘Küçük kuş, sen uçmaya cesaret etmedikçe ayrılamıyorum yanından…” demek istiyordum her gün, her an. Bunu merhamet olarak algılamasından korkuyordum. Merhameti sevgi, sevgiyi aşk, aşkı istibdat olarak algılamasından… Aslında kolayca, tek bir hamlede, tek bir kanat çırpışıyla, tek bir nefes alışla aşık olabilirdim ona. Daha değerli bir şeye sahip değildim, o yüzden tek bir imzayla onun istibdadına girebilirdim ama bunu istemiyordum ki!..
Bunun farkına varamasa da asla, sonunda bir şeyi fark etti: gözünü korkutan, güç sandığı, gücüm sandığı şeylerin güçsüz ve yeteneksiz yanlarımın beyanı olduğunu. Yinede kendi beyanını vermek epey zaman aldı ama sonunda yaptı. “Herkesin bir hastalığı var” dedi önce, “ama sen bir hastalık değilsin benim için!”, herkesin zayıf yanları olduğundan bahsetti, herkesin ihtirasları olduğundan ama ben ne onun zayıf yanıydım ne de herhangi bir ihtirası. “Ben sadece sevdim seni…” dedi, “hiçbir şeyi, seni bile umursamadan…” yılların bir bir dökümünü yaptı. Karşılıklı olarak hatalarımızı ortaya döktü. Her şey buraya varması için yaşanmıştı. Aslında daha en başta, tanıştığımız andan yirmi dakika sonra söylemesi gereken şeylerdi bunlar ona göre ama yıllarca arayıp da bulamamıştı bu sözleri. Bu sözleri bulamamış olsa bile sadece aramasına sebep olduğum için minnettar olabilirdi bana. “Artık beklemekten vazgeçtim” dedi, “duymak istediğim şeyleri söylemeni beklemiyorum artık…Gönlümü almanı… Hatta bir zamanlar beni kıracağın, üzeceğin anları bile iple çekerdim…Komik, değil mi? Karşıma oturur uzun uzun anlatırdın neden öyle saçmalıklar yaptığını, dinlemek o kadar hoşuma giderdi ki…” Sonra bıkmıştım ben bundan ve hesap vermeyi ya da yaptıklarımı mantığa bürümeye çalışmayı bırakmıştım. Kadınları mantıklı yaratıklar sanıyordum o zamanlar. Komik, değil mi?!
O konuştukça, söylediklerinin arasına girebileceğim hiçbir boşluk bırakmadığını fark ettim. Yüzüme bir gülüş kondu ve bunun onun hoşuna gittiğini fark ettim. Gülünce cesede benzetirdim kendimi, ben üçüncü şahsın şiirindeki o ip gibi oğlandım. Şimdiyse Hardy’ye dönüşen bir Laurel’im. Umut kuşu kanat alıştırmaları yaparken öyle mutluydum ki. Çünkü biliyordum onun göçmen bir kuş olduğunu, bense kuşlar geri geleceği sıra bir kutup tilkisine dönüşüyordum. Bu kuşla aramdaki durumu açıklayamıyorum. Onu yemem gerekiyordu aslında. Anlık bir tereddüt yüzünden yıllarca yanında kalacağımı düşünememiştim işte!..Böyle olması gerektiği için böyle olmuştur belki de…
“Kendimi bağışlıyorum, artık özgürsün” dedi ve sustu. Gözlerini kapattı ve boğazını kopartacağım anı beklercesine kıpırtısız durdu. Bir an evvel oradan sıvışmam lazımdı. Bir iki adım attım ya da atmadım ki arkamdan belli belirsiz hıçkırıklar duydum. ‘Dönme sakın! Arkana bakma! Yürü, git!’ dedim ama beceremedim. İradeli bir adam sayılmazdım zaten. Arkama döndüm. Gözlerini açmıştı ve gözyaşları yanaklarından aşağı süzülmüş neredeyse çenesinden damlamak üzereydi. “Teşekkür ederim” dedi. Ağlıyordu ama o kadar mutluydu ki…Ona bir hediye vermem lazımdı…“Bu ev sanırım artık senin” dedim kırık dökük, özensizce seçilmiş kelimelerle. “Bir gün boşaltırsan faturalar için bana haber ver” dedim. “Her şey benim üzerime de…”
“Sen de beni seviyorsun” dedi tam kapıdan çıkıyorken, ona döndüm ve “Keşke haklı olsaydın” dedim. “Hiç denemedim bunu. Keşke denemiş olsaydım. En azından denemiş olsaydım…” Kapıyı kapatıp çıktım. Evden ayrılınca bana haber vermedi. En azından yüklü faturalar bırakmamıştı ardında, benim yaptığımı yapmadığı için ona müteşekkirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder