30 Aralık 2006 Cumartesi

NEFSİ MÜDAFAA

I

haylaz çocuklardan
çok güzel haydutlar yarattı zaman
yok sayıyoruz itirazlarını
düpedüz bir ihtilalken

dekadans desek
daha bir fiyakalı durur belki
söze karışınca
daha mı anlayışlı oluruz o zaman
canımızı acıtıyor olsa da
törpü görmemiş tırnaklarının açtığı yaralara


II

kabulün reddi
zulmün ilhakının devri bu
kimin haddine redd-i ilhak
hem sırttan bıçaklamak sanat
hem bıçağı sırtlamak



Güray ONOK





25 Aralık 2006 Pazartesi

MUHACİR

Londra asfaltından Ergene ovasına yaptığım yolculuklarla geçen çocukluğum boyunca hiç dağ görmedim ben. Göğe değil toprağa uzayan insanlar tanıdım hep. Düşleri yarına değmeyen, yarına değmeyen düşleri hiç kirlenmeyen; atam, ailem olan muhacirler!..

Evet, kötü şeyler gördük. Zulüm yolumuzu kesti, karşımıza dikildi. Boynumuzu eğdik geçtik yanından. Somurtkan da olabilirdi hikayemiz, başkaları anlatsaydı muhakkak olurdu. Hatta ağlak bir şarkıdan ne farkı kalırdı, kim bilebilir?! Biz, boynumuzu eğdik ve geçtik yanından, oralı bile olmadık. Yutardık çünkü bazı harfleri yuttuğumuz gibi acıların çoğunu da. Ait olduğumuz tek yer bizi seven insanların olduğu yerdi. Bu yüzden çok sevdik içki masalarını. Muhabbet demek aşk demek değil miydi?..

Annelerimiz çeri çöpü bile bir gün lazım olur diye saklardı. Yahudilere benzerdik biraz, her an göçe hazır ve vatansız… Nereli olduğumuzu kim bilebilir? Orta Asya’dan Viyana’ya kadar yayılmış tüm hemşerilerimiz ve geçmişimizi, asla öğrenmeyelim diye çıkarmış sanki tarih kayıtlarından birileri. O yüzden “buralıyız” demeyiz hiçbirimiz çünkü “buradayız!”

22 Aralık 2006 Cuma

Kendimi bildim bileli
Bilmiyorum bildim mi bilmedim mi?

17 Aralık 2006 Pazar

Defterler arasında bekleyen tamamlanmamış şiirlerden


Şiir oradayken

Burada daha fazla kalamazdım
Çekildim kazanamadan Normandiya’mdan
Dünyayı kendi kaderine bıraktım.

Güray ONOK

16 Aralık 2006 Cumartesi

Eskiden, “seni seviyorum” diyen herkese inanırdım. Şimdi, “neden?” diye soruyorum. Aldığım cevapları defterlerime not ediyorum. Benzer bahaneleri sunanları gruplayıp üzerlerinde düşünüyorum. Sevilesi bir adam olup çıktığıma inanasım gelmiyor bazen. Komplo teorilerine, psikolojiye ve abuk sabuk şeylere bağlıyorum insanların beni sevmesini.

Sonra; sevmemiş, sevememiş olanları düşünüyorum, bir ara sevip sonra sevmemeye başlayanları. Yaptığım budalalıkların bedelleriydi bazıları, bazıları daha sevilesi adamlar, daha sevilesi şeyler bulup onların peşinden gitmişti.

Hayat bir oyundu ama onlar birer oyuncak değillerdi. Oyuncuyum demektense oyuncak değilim demeyi seçenlerdi.

Hayalperest, kaba ve kılıbık olmakla da suçlanmıştım. Kılıbık olmak dışındakiler biraz abartıydı. Ben de herkes kadar kaba, herkes kadar hayalperesttim. Hepimizin içindekiler hemen hemen aynıdır zaten. Bizi birbirimizden ayıran içimizdekileri sergileyip sergilemediğimiz ya da sergilerken kullandığımız üsluplardı.

Sıkıntıyı sıkıntılar içinde yaşayan biri olmadım hiç. Güneşin tekrar doğmayacağını hayatımda sadece bir gece düşündüm. Sonra güneş doğdu ve bunu da doğru çıkmayan öngörülerim arasına ekledim. Göz yaşlarımı silip halime güldüm. Evden çıktım, bir fanatik aldım ve bir börekçiye gittim. Kahvaltı ederken puan cetveline, evvelki günün at yarışı sonuçlarına ve o günün galoplarına baktım. Kahvaltımı bitirip okula gittim ve hayat bildiği yoldan akmaya devam etti.

Onca yoldan geçip paçalarımı bunca kirletmişken eve dönüp annemin beni hala sevdiğini ve paçalarımdaki çamurları temizleyebildiğini görünce sevindim. Sonra bir kadın çıkıp geldi ve hayatımdan bir parça istedi; “al” dedim, “zaten sana ayırmıştım” Şimdi o kadın ne zaman gülümsese, güneşi ertesi sabah da görebileceğimi biliyorum.

15 Aralık 2006 Cuma

Sevmeyi bölüştük mü, seviştik mi hiç? Oldu mu umurumuzda? Hiç sanmam! Herkes kendi yürüdüğü yolda güzeldi, herkes yürüdüğü yolda hızlı yaşar, genç yaşlanırdı. Olgunlaşmaktı bunun kendi dilimizdeki anlamı, yanlış çevirmişti çünkü günün birinde gavurcadan biri, biz de sahiplenmiştik…Sevmedik yaşayanları. Mezarları sevdik bir. Anıt mezarlarda anılmayı hak ediyorduk şüphesiz. Resmimiz tişörtlere mi basılacak sanıyorduk hakikaten?..Ya da basılmalı mıydı? Çeviri aşklar, çeviri düşler, çeviri sürünüşler. Üşendik yeni şeyler öğrenmeye. Ya da herhangi birine inanacak kadar saftık. İçten pazarlıklı ya da, sadece inanmak istediğimiz şeylere inandık. Auschwitz’ten sonra yazılan şiirlere inandık, koştuk peşlerinden. İşkence edilerek resim yaptırılan adamlara ressam dedik. Alık alık bakıp, şaşakaldık o zulmün karşısında. Ve daha neler neler…Ama dünya güzel! Zaten bunun için yaratıldı. Peki bunun ne önemi var?!

11 Aralık 2006 Pazartesi

TARİHTEN PORTRELER / PEPE…

Koşmayı, ilkokuldayken Cenk adında bir arkadaşımdan öğrenmiştim. Çok hızlı koşardı, imrenirdim. Bir gün bir mahalle maçı öncesi ‘Bana koşmayı öğretir misin?’ diye sormuştum. O da öğretmişti: “Önce bir ayağını öne atıyorsun, sonra öbürünü onun önüne; sadece bacaklarını düşünerek bunu olabildiğince hızlı tekrarlıyorsun…” O gün, neredeyse nizami ölçülerdeki sahayı en az 40-50 kere bir baştan diğerine koşup durmuştum. İlker Yağcıoğlu’na benziyordum tıpkı. Ama işe yaramıştı. Koşmayı öğrenmiştim…

Arkadaşlarım hep en iyi öğretmenlerim oldu. Pepe de bunlardan biri.

B.H.Y.A.L.’de ilk lakap takan ve kullanan o olmuştu. Kendine Pepe’yi, Uğur’a İgor’u, bana da Çakal’ı layık bulmuştu. İlginçtir bir tek “İgor” hala kullanılır.

Futbol, basketbol, bilardoda oldukça yetenekliydi. Mücadeleyi asla bırakmaz elinden gelenin en iyisini yapardı hep. Kısa boyuna rağmen basketbolda iyi bir savunmacı ve iyi bir oyun kurucuydu. Futbolda kale dahil her mevkide oynayabilirdi. Redondo ile Maradona karışımı bir oyuncuydu diyebilirim. Bilardoyu bana ilk öğreten Pepe’ydi sanırım. Tam hatırlamıyorum ama bendeki kısıtlı yeteneği ortaya çıkaranın o olduğunu açık yüreklilikle itiraf edebilirim.

Veliefendi’ye de ilk onunla gitmiştim. Bir keresinde onlarca küçük kupon yapmıştık. Hedefimiz dördüncü ya da beşinci ayakta hala yürüyen kuponları satmaktı. Gün sürprizle başlamış ve daha ikinci ayakta biri hariç tüm kuponlar yatmıştı. Benim bile neden yazdığımı bilmediğim bir at ikinci ayağı alt üst etmiş ve kazanmıştı. Elimizde kalan o son kupon dördüncü ayağı da sağ salim atlatınca “hadi satalım!” demişti Pepe.

Beşinci ayakta Portakal günün bankosuydu ve elimizdeki kuponda da ben Portakal’ı tek geçmiştim. Son ayakta da üç at yazılıydı. Tribünlerden aşağı inip kupon satanların arasına karıştık. “Tek at, tek at”, “tek at, iki at” diye seslenenleri duyduk. “Tek at, iki at” diyenin etrafına bir sürü kişi toplanmıştı. Kulak kabarttık ve yapılan pazarlık iştahımızı açtı. Pepe “Tek at, üç at” diye seslenir seslenmez etrafımıza bir sürü kişi toplandı. “Tek at hangisi” diye sordular, “Portakal” dedik. Adamın biri “bu ayakta Serkanbey gelecek” dedi. Ben hemen atladım “Portakal banko!” adam cazip bir teklif yaptı, ben tam kabul edecektim Pepe fiyatı yükseltti. Biz ısrarcı olunca kalabalık dağıldı. Tam beşinci ayak başlamak üzereyken bizimle pazarlık eden adam geldi ve istediğimiz parayı verdi, biz de kuponu sattık. Yarış başladı. Portakal birkaç boy fark atınca pişman oldum. Ama son düzlükte Serkanbey yarışı alınca hemen topukladık Pepe’yle. Hipodromdan çıktığımızda, yediğimiz içtiğimiz de dahil geldiğimizden daha fazla para vardı cebimizde. Parayı bölüşüp evlerimize dönmüştük…

Bir gün okulun önündeki basketbol sahasının tribünlerinde otururken “Galiba O’ndan ayrılacağım” demişti. “Neden?” diye sordum tabii ki, o da “Maça götürsem numaralıdan bilet almak lazım. Dışarı çıksak, onun gittiği yerlerde hesap bile ödeyemem ben. Doğum gününde hediye, sevgililer gününde hediye…Başa çıkılmaz. En iyisi fazla bağlanmadan bitirmek…”

Lise 1’e geçtiğimizde, üniversite sınav sistemini önümüze koyup bir strateji belirlemiştik. O zamanlar orta öğretim başarı puanı çok az etkiliyordu üniversiteye girişi, boşu boşuna sınavda sorulmayacak derslere çalışmak çok anlamsızdı. Zaten ortalama ile sınıfı geçiyorduk. Biz de sevmediğimiz dersleri belirledik. Ben İngilizce ve matematiği, Pepe de İngilizce ve Türkçe’yi daha baştan sildik. Sürekli sıfır alıp duruyorduk ama umurumuzda değildi. Sistem değişip orta öğretim başarı puanı önemli olunca Pepe B.H.Y.A.L.’den ayrılıp Şehremini lisesine geçmişti.

(devam edecek...)

SEVGİLİ OKUR, BUYUR OTUR. BİR ACI KAHVEMİ İÇ…

Özel olarak blog, genel olarak internet dünyasına bir yazarlar topluluğu gözüyle bakmıyorum. Benim açımdan bir yayıncılar dünyası burası.

Yayın politikaları açısından bazı yazarların gereksiz yere ön plana, bazı yazarların da hak etmedikleri kadar arka plana düştüklerini düşünüyorum. Klavyenin uçurumuna düşüp paramparça olduğumuz oluyor her birimizin. Bazen de kendi kendimizden sıkılıp, okurdan sıkılıp uzaklaşıyoruz.

Okurun yayıncıya ya da yazara yorum yapıp onu mutlu etmek, canından bezdirmek, gaza getirmek, gazını almak gibi bir sorumluluğu ya da sorumsuzluğu olmamalı. Bu sebeple bir süredir yapılan yorumlara cevap vermiyorum, bundan sonra da vermemeye devam edeceğim. Yaptığım yorumlara da hiçbir zaman cevap beklemedim, ya teşekkür etmekti amacım ya da yayıncıdan istekte bulunmak. Zaman zaman gelen ufuk açıcı yorumlardan yola çıkarak bazı yazılar yazmışlığım da var. Zeki, araştırmacı, hisli okur bunları şıp diye anlar zaten.

Bir şeye sahip olduğumu düşünmüyorum bu blogun kullanıcı adı ve şifresi bende olduğu için. Bir yerlerde yazdıklarımı okumak konusunda istekli birilerinin olduğunu düşünerek yazıyorum sadece. Ama o okurları mutlu etmek, sevindirmek, gönüllerini almak gibi kaygılarım da yok! Bu blogun yayıncısı var hep karşınızda, ne yazık ki yazarı asla teşrif etmeyecek…Onu şımartmak, mutlu etmek, zaman zaman süründürmek, sık sık acılar çektirmek ise bu blogun yayıncısının görevi.

Bugüne kadar yapılan tüm yorumlar için teşekkür ediyorum, bugünden sonra yapılacak olanlar için de. Fark ettim ki cevap yetiştirmek yayıncının yazarı ile ilgilenmesi gereken zamanları ve yazarına karşı tutumunu etkiliyor. Bu ilişkiyi kimsenin zedelemesine izin veremem, kusuruma bakmayın…

Sevgiler, saygılar…

9 Aralık 2006 Cumartesi

BİLARDO SALONLARININ ÇEŞNİLİ ORTAMI

-I-

90’lı yıllara öyle ya da böyle bulaşmış herkes, bir bilardo salonuna ya da bilardo salonu olduğunu iddia eden bir mekana uğramıştır. Biz de; Fame City’nin vefatına müteakip, biraz Semih Saygıner, biraz da Yavuzhan ile Bold Pilot etkisi ile; uzun Marlboro ya da tarihe karışmış Camel paketleri ile hayata pike çekmenin yasalara aykırı olmadığı ve hatta gelenek görenekler dahilinde olduğu o dumanaltı serbest bölgede zamandan ziyade kendimizi öldürüp durduk. Ağabeylerimiz solcular/sağcılar diye ayrılmışlardı, bizler de amerikancılar ve üç topçular diye ayrıldık, dört top’ta buluştuk, üç bantta zıtlaştık, karambolde yozlaştık…Kızların da ortama dahil olmasıyla, zaman zaman hırlaştık, zaman zaman şıklaştık.

Yeteneksizlerimiz saçlarını jöleleyip, sigaralarını tabakalardan içip, ayakkabılarının arkasına basıp, eline ıstaka almadan sadece fikir beyan ederek ve arada sırada(büyük kapışmalarda) yasa dışı bahis düzenleyerek yer ettiler o yapay aydınlıkta.

Kimimiz utana sıkıla satranç oynayarak bekledi masa sırasını, kimimiz küçük bebelerden haraç toplayarak…

Oralarda kendilerini öldürmeye çalışıp da başaramayanlar epey yol aldılar zamanla. Farkında olmadan, o masalarda ceplerimize doldurduklarımız hayatta epey işimize yaradı. Kimi bunun ayırdına vardı, kimi farkında olmadan hala o sermayeden yemeye devam ediyor. Sadece topa falso vermeyi öğrenmek bile tökezleyince düşmemenizi sağlayabiliyordu. Rakibi küçümsememeyi herkes oralarda öğrendi; kimi de zamanla İnönü’de, Ali Sami Yen’de, Şükrü Saraçoğlu’nda bunu unutuverdi.
Yaşımız, bilgi birikimimiz, kazıklanmalarımızdan çok bunların her birini içinde barındıran dönemler bizi biz yapar. Kendimizi ya da çevremizdekileri geçirdikleri, tecrübe ettikleri dönemlerle kıyaslarsak daha adil oluruz gibi geliyor bana. Böylece ne kimseyi hak ettiğinden fazla yüceltir, ne de yereriz.

Kişinin tecrübe ettiği döneme bir borsa gözüyle de bakabiliriz. Borsanın durumuna göre tahıl mı, petrol mü, altın mı, elmas mı daha çok paha eder o ortaya çıkar. Kimi borsada bir kilo altın bir gram buğday etmezken, kimi borsada tüm dünyada bir senede yetişen arpayı verseniz bir kilo altın alamazsınız. Yinede, eğer kayıtlara geçerse varlığınız, günün birinde gerçek pahanızın ortaya çıkacağını umabilir ya da hiç ummadığınız halde kendinizi “hall of fame”de bulabilirsiniz.

7 Aralık 2006 Perşembe

Oradan...Buradan...

Serserilerin ve beterlerin arasında geçen çocukluğum boyunca korkular içinde yaşayıp durdum. Hayatında yer ettiğim ya da hayatımda yer verdiğim herkesin peşinden gitmek istedim ama hiçbiri ve hiçbir şey beni peşinden sürükleyemedi. İşgal edilmiş bir çocukluğun içinden şansımın yardımıyla kurtuldum. Metin’in kuracağı çeteye katılabilir, Sinan’ın küfür ve dalavere dolu hayatına saplanıp kalabilir ya da Onur ve Ufuk’la bir kahvehane köşesine yığılıp her gece yarısından sonra loş bir kumar masasında olabilirdim. Bunlardan her hangi birinde olmaktan utanç duymazdım. Yine de serseri suçlara ve beter yok oluşlara kapılmadığım için mutluyum.

Yıllarca kamyon şoförü olmak istedim. Yorgunluktan harap bir halde gün doğumuyla beraber bir Anadolu kasabasına varmak ve sabahın ilk çayıyla içimi ısıtmak. Heveslisi olduğum kamyonu sürmek değil kamyonun beni sürmesiydi. Hüseyin eniştemin Libya’da askeri bir tabyayı son gazla delip geçişi ve çok fazla uzaklaşamadan yakalanıp orada bir ceza evinde altı ay yatışının anılarıyla doluydu belleğim. Macera, askerlerin kurşunlarının arasından son hızla geçmek değil; altı ay, hayatında ilk kez adım attığın bir ülkede, küçücük bir ceza evi hücresinde çay üstüne çay, sigara üstüne sigara içmek ve ne zaman serbest kalacağını bilmeden bile tavla oynayıp eğlenebilmekti.

Çocukluğum boyunca yeterince sevilmediğimi düşünürüm. Hatta çevremdekilerin beni sevmemek için özen gösterdiklerini. Ben doğmadan bir yıl kadar önce halamın bir kızı olmuş ve üç, dört aylıkken ölmüş. Üstüne ben doğmuşum. Doktorlar bile yaşayacağıma dair pek ümitli değillermiş. Aylarca, dillendirmeden ne zaman öleceğimi düşünmüşler. Sonra, ölmemişim. Tam herkes beni sevmek konusunda yüreklenmişken hastalanmışım. Sevgiden yoksun değildim belki, ama hep beni kaybetmekten korktukları için bir türlü alamamışım tüm sevgilerini…N’apalım, “üstü kalsın!”

3 Aralık 2006 Pazar

Aralık

İşte bir aralık daha! Geç bakalım bu aralıktan da, maharetini görelim...