Sevgilim anahtarı çevirdi ve ‘Ölüm mü senin hedefin?’ diye sordu. Işığı açsaydı yalanım sürecekti, yalanım sürseydi ışıklar sönmeyecekti. Konuşamadım. Verebileceğim her cevabı biliyordu zaten. ‘Buradan bin çıkış var’ dedim. Gözleri parladı ve sönmedi. Bu kadar aşkla, bu kadar ticaret ilişkisinden sonra tüm acılarımı yalanlamış ve içimdeki şımarık çocuğu yavaş yavaş adam etmeye başlamıştı. Sıradanlığımı bahane olarak kullanamıyordum, çünkü o, sıradan bir adam olduğum için seviyordu beni. Bana hiçbir zaman, hiçbir şartta onu sevmemek gibi bir seçenek tanınmamıştı. Tuhaf! Mutlu bir köleydim ben… Mutluysam, nasıl köle olabiliyordum?! Bilmiyordum… Sarıldım ve sıcacık sesini dinledim:
“Gully Foyle benim adım Terra benim yurdum. Derin uzay benim evim Ve ölümdür hedefim.
O, Gulliver Foyle’du, Makinist Tayfası 3. sınıf, otuz yaşında, kalın kemikli ve yontulmamış… yüz yetmiş gündür uzayda sürükleniyordu. O, Guly Foyle’du, rüşvetçi, katil, üçkağıtçı; bela için fazlasıyla hazırdı, eğlence için yavaş, dostluk için fazla boş, aşk için fazla tembel.
…
Çıkmaz sokağa girmişti. Otuz yıl boyunca bir anlık varoluştan diğerine, ağır zırhlara bürünmüş yavaş ve kayıtsız bir yaratık gibi sürüklenip durmuştu –Gully Foyle, tipik Sıradan İnsan- ama şimdi yüz yetmiş gündür uzayda sürükleniyordu ve uyanışını gerçekleştirecek olan anahtar kilide girmişti. Yakında anahtar dönecek, kıyamete giden kapıyı aralayacaktı.”( Kaplan! Kaplan! ; Alfred Bester)
Bir hafta önce, Yusuf, Ankara’dan getirdiği Emin Kitol’un notunu elime tutuşturdu: “bazen, senden bile boş bir adam olduğumu düşünmekten alamıyorum kendimi” diyor… Evet, böyle… Hafiflemeye devam edelim kardeşim. İçimizde hiçbir şey kalmayana kadar… Ama… Biliyorsun değil mi, bizim lanetimiz, içimizin asla boşalmayacak olması!.. Rekorunu kır ve bir başkası kırana kadar onu, deneme yeniden ve sonra yeniden ve elbette ki yeniden…
aşk dört harfli bir kelimedir diyordu matrix'te... her tarafından budalalık akan bir laf değildi bu, yani basbayağı çeviri hatası değil... evet, aşk gerçekten de dört harfli bir kelimedir, Türkçe'de de... dördüncüyü yalnız erbabı bilir...
Tiki kabilesiAdem Sarıkaya'nın ilk kitabı, pek çok yönüyle iyi bir demo albüme benziyor. Kayıt (editasyon ve baskı) sürecindeki aksaklıkları hoş görürseniz eğer -ki bunu yapmak için çok da büyük bir çaba harcaması gerekmiyor iyi bir okurun- size eğlenceli ve fantastik bir hikaye vaad ediyor.
Kitabın pek çok kahramanı var aslında; ama bizler gözlerimizi, bu kitap için (Tiki kabilesi bir dörtlemenin ikinci kitabı ) Sapsız Mahmut ile açtığımızdan uzunca bir süre baş kahramanımız olarak görüyoruz onu. Neredeyse tüm karakterlerin çok güçlü, çok boyutlu yaratılmış olması Tiki kabilesi'nde biraz aklımızı karıştırsa da, kitabı okuyup keyif alanlar için serinin diğer kitapları hakkında oldukça heyecan verici ve merak uyandırıcı bir ortam yaratıyor.
Tiki kabilesi'nin temel hikayesi Sapsız Mahmut'un Yağmurla Yıkanan Tin'e dönüşüp hiç tanımadığı bir dünya ve toplumda yeni bir hayat kurması.
İlk fırsatta Adem Sarıkaya ile röportaj yaparak kitap hakkında daha geniş bilgileri ve açılımları size sunacağım. Adem Sarıkaya röportajı ile bu blogdaki röportaj serimin de açılışını yapacağım...
"...Öğlenlere terk edilmiş evlerde, odalarda uyanmayı sevmişimdir hep. Bazen bir kap çorba, bazen ılık bir oda, bazen de sırf eve gitmemek için konakladığım her mekan ve insan, ev sahibi hissi uyandırmıştır bende. Misafirliğin görgüsünden yoksun olduğum için değil. (Genellikle öyle gibi görülsem de...) Misafir olup olmamayı kendi seçimime bıraktığım, henüz misafir olunacak bir yer ya da insanla karşılaşmadığım için.
Misafir olmak bir şey olmak demektir. Bir şey olmak, lüzumsuz gelir bana. Ben olmak zaten başlı başına çok ağır bir sorumlulukken, neden daha fazla sorumluluğa gönüllü olayım ki? Bu, asıl olmam gereken şeyden taviz vermek demek değil midir?
"O çok iyi bir ..........'ydı." Noktaların yerine ne koyarsanız koyun, bu cümlede ve bu cümleyi kuran herkes için 'o' olacaksanız ne anlamı var ki? Şu tembellerin tembeli insanoğlu, 'o' sıfatından daha kısa bir isminiz olmadığı sürece; doktor, avukat, öğretmen, koca, baba ya da kendinizden öte her ne olmaya daha çok çabaladıysanız, o olarak anacaktır sizi.
"O çok kötü bir ........'ydı." Bu cümlenin diğerinden daha beter bir yargısı yoktur. "İyi" demekle de, "kötü" demekle de sizi 'insan' olarak görmediğini beyan eder kişi. Hiçbir insanoğlu "iyi" ya da "kötü" olamaz. Bu yargıyla hiçbir insan yargılanamaz...Nail Hikmet'sinizdir, Orhan Gediz'sinizdir, Yaşar Yörükoğlu'sunuzdur, Güray Onok'sunuzdur...Ama insanların pek çoğu asla bunun farkına varamaz...
Kadınların yanında barınamamamızın en önemli sebebi buydu, kadınların yanımızda barınamamasının...Rüyalarının erkeği olup olmama tercihini tanımaz size kadınlar, tıpkı hafızalarından sonsuza dek silinecek kişiler olma tercihini tanımadıkları gibi...Bu yüzden, tanımlanamayacak kadar kısa ikamet edeceğiniz insanları tercih etmeye başlarsınız, hayatınızın figüranları olarak. Karakter oyuncuları zaten belirlenmiştir ve bu, bütçenizi aşmanıza yetip artmıştır bile . Hayatınızın karakter oyuncularının daha iyi teklifler almamalarını umarsınız ya da başka karakterler olmak istemelerine sesinizi çıkartamazsınız. Batmış bir projedir hayatınız. Kör topal sonunu getirmeye çalışırsınız...
Herkesin çoktan bir yerlere yollandığı evler, odalar; adım atmak konusunda isteksizlerin en isteksizi olanlarımızı mutlu etmek için kafidir. Biraz ortalıkta dolanır yiyecek bir şeyler, okumaya değer kitaplar, dinlemekten keyif alacağınız müzikler ararsınız...Zaman can çekişirken, ona ne elinizi uzatırsınız ne de ambulans çağırırsınız. Birilerinin geri dönmesi muhtemel saatlerde de kapının arkasında ne olduğunu görebilmek umuduyla, kendinizi dışarı atarsınız..."