23 Şubat 2014 Pazar

Her Şiir Biraz Yalan İçerir - Şiir ve Seslendirme Furkan ÇİRKİN - Sizden Gelen Şiirler


 Şiir ve Seslendirme Furkan ÇİRKİN
Sizden Gelen Şiirler

Kendi Şiirini Seslendirerek Bize Gönderen Furkan Çirkin'e Çok Teşekkür Ederiz...


Her Şiir Biraz Yalan İçerir



Sen yokken seni özlüyorum sevgili / ve sen varken seni özlemeyi.

Böylece her gece özlüyorum ben, her gece özlüyorum.

Yavaşça özlüyorum, nazikçe özlüyorum, aşıkça özlüyorum.

Ama açların tok olacağını değil

Çünkü her şiir biraz yalan içerir.



Seni alıp bana getiriyorum sevgili / ve şömineyi yakıyorum.

Seni bana ısıtsın diye şömineyi yakıyorum.

Yavaşça yakıyorum, nazikçe yakıyorum, aşıkça yakıyorum.

Ama evsizleri ısıtsın diye değil

Çünkü her şiir biraz yalan içerir.



Sen benim ölümsüzlüğümsüm sevgili  / ve intiharlarım sonuçsuz.

Zaten ben sabahtan akşama kadar intihar ediyorum.

Yavaşça ediyorum, nazikçe ediyorum, aşıkça ediyorum.

Ama karanlıkları aydınlatmak için değil

Çünkü her şiir biraz yalan içerir.





Furkan ÇİRKİN


Şiir Vakti



17 Şubat 2014 Pazartesi

Necip Fazıl Kısakürek - Takvimdeki Resim - Kendi Sesinden Dinle


Takvimdeki Deniz - Necip Fazıl Kısakürek
Kendi Sesinden
Şiir Dinle


Takvimdeki Deniz


Hasreti denizlerin, 
Denizler kadar derin. 
Ve o kadar bucaksız. 
Ta karşımda yapraksız 
Kullanılmış bir takvim. 
Üzerinde bir resim; 
Azgın, sonsuz birdeniz. 
Kaygısız, düşüncesiz, 
Çalkanıyor boşlukta 
Resimdeyse bir nokta; 
Yana yatmış bir gemi, 
Kaybettiği alemi 
Arıyor deryalarda. 
Bu resim rüyalarda 
Gibi aklımı çeldi, 
Bana sahici geldi. 
Geçtim kendi kendimden, 
Yüzüme o resimden, 
Köpükler vurdu sandım. 
Duymuş gibi tıkandım, 
Ciğerimde bir yosun. 
Artık beni kim tutsun. 
Denizler oldu tasam, 
Yakar onu bulmazsam 
Beni bu hasret dedim 
Varırım elbet dedim. 
Bir ömür geze geze 
Takvimdeki denize. 
Ne var bana ne oldu 
Odama nasıl doldu 
Birden bire bu meltem 
Ve dalgalandı perdem 
Havalandı kağıtlar. 
Odamda kıyamet var. 
Ah yolculuk yolculuk 
Ne kadar baygın soluk 
O gün bizde betbeniz 
Ve ne titrek kalbimiz. 
Ve eşyamız ne küskün. 
Yola çıktığımız gün 
Bir sıraya dizilmiş 
Gözyaşlarını silmiş, 
Bakarlar sinsi sinsi 
Niçin o anda hepsi 
Bir kuş gibi hafifler 
Arkandan geleyim der 
Niçin o güne kadar 
Dilsiz duran ne kadar 
Eşya varsa dirilir 
Yolumuza serpilir 
Ufak böcükler gibi 
Gezer onların kalbi 
Üstünde döşemenin 
Gizli bir didişmenin 
Saati çalar o an 
Birden bakar ki insan 
Herşey karmakarışık. 
Ayırmak olmaz artık 
Bir kalbi bir taraktan 
Ve kalb ağlayaraktan 
Çekilir geri geri 
Terkeder bu mahşeri. 
Bu mahşerin içinden 
O gün ben de geçtim ben, 
Nem varsa evim, anam, 
Çocukluğum, hatııram, 
Ve ne sevdalar serde 
Bıraktım gerilerde 
Kaçar gibi yangından. 
Rüzgarların ardından 
Baktım da süzgün süzgün 
Kurşun yükünü gönlün 
Tüy gibi hafiflettim. 
Denize hicret ettim.

Necip Fazıl Kısakürek



Şiir Vakti



Aliya İzzetbegoviç - Her Şey Bittiğinde - Özlü Söz


Ve Her Şey Bittiğinde,
Hatırlayacağınız Şey;
Düşmanlarınızın sözleri değil,
Dostlarınızın Sessizliği Olacaktır...

Aliya İzzetbegoviç



Şiir Vakti

Mehmet Akif Ersoy - Zulmü Alkışlayamam Şiiri - Resimli Şiir


Zulmü Alkışlayamam


Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; 
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. 
Biri ecdadıma saldırdımı, hatta boğarım! ... 
-Boğamazsın ki! 
-Hiç olmazsa yanımdan kovarım. 
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; 
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. 
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; 
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! 
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? 
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! 
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, 
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! 
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım. 
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! 
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu... 
İrticanın şu sizin lehçede ma'nası bu mu?

Mehmet Akif Ersoy

Şiir Vakti - Resimli Şiir

Atilla İlhan Hiç Kimsemisin, Bilmem ki nesin? - Resimli Şiir


Sen benim hiçbir şeyimsin
Yabancı bir şarkı gibi yarım
Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
Hiç kimsemisin bilmem ki nesin?
Uykumun arasında çağırdığım
Çocukluk sesinle ağlayarak
Sen benim hiçbirşeyimsin...

Atilla İlhan 

Resimli Şiir 

Şiir Vakti


Süleymaniye Kürüsüsü Şiir İnceleme

Süleymaniye Kürsüsü'nden (Şiir İncelemesi)




Süleymaniye Kürsüsü'nden 

Bir de İstanbul'a geldim ki: bütün çarşı, pazar 
Naradan çalkanıyor, öyle ya... Hürriyet var! 

Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... doğru: 
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru. 

Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının; 
Kafalar tütsülü hulya ile, gözler kızgın; 

Sanki zincirdekiler hep boşanır zincirden, 
Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden! 

Zurnalar şehr ahalisini takmış peşine; 
Yedisinden tutarak ta dayanın yetmişine! 

Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli, 
En ağır başlısının bir zili eksik, belli! 

Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük. 
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük! 

Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlayacak 
-Yaşasın 
-Kim yaşasın? 
-Ömrü olan. 
Şak! Şak! Şak! 

Ne devairde hükümet, ne ahalide bir iş! 
Ne sanayi, ne maarif, ne alış var, ne veriş. 

Çamlıbel sanki şehir, zabıta yok, rabıta yok; 
Aksa kan sel gibi, dindirecek vasıta yok. 

'Zevk-i hürriyeti onlar daha çok anlamalı' 
Diye mekteblilerin mektebi tekmil kapalı! 

İlmi tazyik ile ta'lim, o da istibdad 
Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen azad. 

Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan... 
Sahneden sahneye koşmakta bütün şakirdan. 

Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa, 
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa, 

Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli; 
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli. 

Dalkavuk devri değil, eski kasaid yerine 
Üdebanız ana-avrat sövüyor birbirine. 

Türlü adlarla çıkan namütenahi gazete, 
Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete. 

İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit 
Bularak fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it 

Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor, 
Nesl-i hazır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor. 

Kadın erkek koşuyor borc ederek Avrupa'ya... 
Sapa düşmekte bizim şıklara, zannım Asya. 

Hakka tevfiz ile üç dane yetişmiş kızını, 
Taşıyanlar bile varmış, buradan baldızını... 

Analık ilmi için Paris'e, yüksünmeyerek... 
Yük ağır, ecri de nisbetle azim olsa gerek. 

Haşim akşam karanlığında meçhule doğru uzanan yollardan, sadece cemiyetin değil, varlığın da dışına çıkmak istiyordu. Akif, onun tam zıddına, her şeyin vazıh olarak göründüğü bir öğle güneşi altında hayatın gürültülü, boğucu ve alelade hayatın içine girer.

Türk edebiyatında onun kadar içinde yaşadığı devri bütün teferruatı ile gören ve gösteren başka bir şair yoktur, denilebilir. Safahat, adeta, muayyen bir nokta-i nazardan tasvir edilen bir manzum romana benzer: Sokak, ev, kulübe, saray, meyhane, cami, köy, şehir, fakir, zengin, dindar, dinsiz, cılız, pehlivan, korkak, kahraman, halk, yüksek tabaka, münevver, cahil, yerli, yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, harp, sulh, şehircilik, köycülük, mazi, halihazır, hayal, hakikat, hemen hemen her şey Akif'in duyuş ve görüş sahnesine girer. Ve o bunları yalnız şiirin değil, edebiyatın bütün ifade vasıtalarıyla anlatır: Tasvirler yapar, portreler çizer, hikayeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz eder. Komik, trajik, öğretici, hamasi, lirik, hakimane her edayı, her tonu kullanır. Bu suretle Akif, şiirin hududunu nesir kadar, edebiyat kadar genişletir; hatta edebiyatı da aşar, onu hayatın ta kendisi yapar.

Almış olduğumuz parça (Süleymaniye Kürsüsünden) , Akif'in hayatı nasıl en reel tarafları ile ortaya koyduğunu çok güzel gösteriyor. Bu tasvirin 'Süleymaniye Kürsüsünde' bir vaiz tarafından yapılmış olması ayrıca dikkate değer. Akif, kendisinden önce Türk edebiyatında kimsenin yapmadığı bir işi yapıyor. Mabede sokağı, dinin içine hayatı sokuyor. İnzivasında, insanların hallerini düşünen Yunus, bir gün:
Kasdım budur şehre varam feryad ü figan koparam
der. Fakat şehirde değil, ruhun içinde dolaşır. Akif, şehrin içine gerçekten giren ve feryat ve figan koparan bir şairdir. Bu bakımdan o, eski tip dindarlardan tamamıyla ayrılır. Eski tip dindar, umumiyetle Allah'ı ve ahireti düşünür, cemiyete ve dünyaya önem vermezdi. Akif'in esas konusu dünya ve cemiyettir. Onun için din, insanları nizama sokan ve yükselten bir kuvvettir. Akif, müslümanlığa sadece bir ahiret dini gözüyle bakmıyor, onun dünyayı da düzeltebileceğine iman ediyordu.

Akif'e göre, insanları kötüleştiren ihtiraslardır. İhtirasları tanzim eden kuvvetler -din bunların başında geliyordu- ortadan kalktı mı, fertler de, cemiyetler de hayvanlık seviyesine düşerler. Almış olduğumuz parçada şair, 1908 hürriyetinin ihtirasları nasıl başıboş bıraktığını ve cemiyeti nasıl korkunç bir anarşiye sürüklediğini tasvir ediyor. Galeyanı hürriyet sananlar, sarhoş veya deli gibi ne yaptıklarını bilmiyorlar. Akıl ve mantık tanımayan kalabalık, anarşik bir halde sokaklara dökülüyor. Neyin takdir olunduğu bilinmeyen bir alkıştır gidiyor. Şuursuzluk, cemiyetin en hayati sahalarına, hükümet dairelerine, mekteplere kadar yayılıyor. Matbuat sosyal birliği parçalamaktan çekinmiyor. Cinsi duygular istismar ediliyor. Dine hücum etmek, vicdan hürriyeti sayılıyor. Eğlenmek için borç alarak Avrupa'ya koşuluyor...

Süleymaniye Kürsüsü'nde konuşan vaiz, tasvirlerine daha uzun müddet devam eder. Devrin bütün sosyal manzaralarını gözden geçirir. Almış olduğumuz parça, Akif'in muhteva ve üslup bakımından çok zengin olan şiirinin bütün hususiyetlerini göstermemekle beraber, biz, mahdut bir netice verse de, tahlilimizi sadece onun üzerine teksif edeceğiz.

Realist bir tablo gibi görünmesine rağmen, şairin, tasvir ettiği manzara karşısında tarafsız kalmadığı, heyecanlı bir tavır aldığı besbellidir. Bu tavır, hiddet, hiciv, alay kelimeleri ile hülasa olunabilir. Kelimenin tam ve hakiki manasıyla bu sosyal bir satirdir. Hürriyeti çok yanlış anlayan, aklı, mantığı, nizamı unutan şuursuz kalabalığa karşı şair, son derece kızıyor. Bu kızgınlık dolayısıyla onun hareketlerini kötü ve gülünç gösteriyor. Manzumenin komikliği ile bu davranış arasında yakın bir münasebet vardır. Hiciv ve gülünç, aslında yüksek beşeri değerlerin kıymetlerinin düşmesinden doğar. Akif burada gülüncü, akıl ve ahlak nizamı ile ihtirasların şuursuz ve mekanik hareketleri arasındaki tezattan çıkarıyor. Hürriyet, aslında yüksek bir değerdir. Zira, o insanın aşağı bir seviyeden yukarı bir seviyeye çıkması demektir. Hakiki hürriyet, akli ve ahlaki nizamla çatışmaz. İnsanı aşağı seviyeye düşüren bir harekete hürriyet adı verilemez. Akif'in şiirinde insanlar, yüksek zannettikleri bir şey yüzünden aşağı seviyeye düşüyorlar. Şuursuz, abes, mihaniki hareketler yapıyorlar. İnsanları bu hale gelişi, şairle beraber bizi de hem güldürüyor (komik) hem kızdırıyor (hiciv) .

Akif, insanların değerlerini kaybedişlerini, müşahhas bir şekilde göz önüne koyuyor. Şuursuzluk, abeslik ve mihanikilik şiir boyunca küçük sahneler halinde devam ediyor. Alkış, bilinen bir değerin takdiridir. Buradakı kalabalık neyi alkışladığını bilmiyor. 'Yaşasın -kim yaşasın? - ömrü olan- şak, şak, şak': Bu konuşma, şuursuzluk ve mihanikiliği çok güzel gösterir. Genellikle ciddi, ağırbaşlı, işinde gücünde gördüğümüz halk, yedisinden yetmişine kadar, zurnaların peşine takılmış, dört keçeli, eli bayraklı alaylar halinde yürüyor. Niçin? Bu hareketin de muayyen, vazıh ve değerli bir gayesi yoktur. Bu da bize gülünç geliyor. Vazifesi, nizam içinde çocukları terbiye etmek olan mektepler, mektepliler, hürriyet zevkini daha çok anlamalı diye kapatılıyor. Çok ciddi ve değerli bir müessese olan mektebin böyle abes bir gaye ile kapatılması da bizi güldürüyor. Eskiden dalkavukça kasideler yazan şairler, şimdi dalkavukluk devri değil diye ana avrat sövüyorlar. Bu anlayışsızlık ve sukut hali de gülünçlük doğuruyor. Üç tane yetişmiş kızını Allah'a havale ederek, 'analık ilmi' öğretmek için baldızını Paris'e götürenlerin mantığa sığmaz hareketlerine de gülmekten kendimizi alamıyoruz. Bütün bu örneklerde insanlar, şuursuz, aklıselime aykırı, mihaniki hareketler yapıyorlar.

Akif, şahısları ve hareketleri, abes, mihaniki ve değersiz gösteren benzetmelerle de bizi güldürüyor. Hürriyete kavuştuğunu sanan kalabalığın hareketi, tımarhaneyi yıkan delilerin zincirden boşanmasına; köşe başında nutuk söyleyen hatipler dilli düdüğe; nizam ve rabıta içinde bulunması gereken şehir Çamlıbel'e benzetiliyor.

Bu komik unsurların yanında, şairin hiddetini ağır kelimelerle ortaya döktüğü hiciv unsurları da var. Herkesin şuursuzca konuşması, kör çıbanın neşterle patlamasına, gazetelerin birbirini tutmaz fikirler neşretmesi ayrılık tohumları ekmeye, fuhuş yapanların hareketi, itlerin çiftleşmesine benzetiliyor. Bunlardan şairin komikten hicve geçtiğini görüyoruz. bununla beraber, komik unsurlarda da daima hiciv mündemiçtir. Zira, burada şairin maksadı güldürmek değil, kötülüğü ortaya koymaktır. Akif'in komiği ve hicvi, ahlaki bir gaye taşır. Bu tahlillere devam eden vaiz bir ara dinleyicilerinin ümitsizliğe düştüğünü görünce şu ihtarda bulunuyor:
Ye'se düşmeyecek zerrece imanı olan,
Sade siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.

Akif, tasvirlerinde didaktik bir gaye gütmekle beraber, tahlil ettiğimiz parçada görüldüğü üzere, kuvvetli bir komik ve hiciv sanatı gösteriyor.

Şairin kullanmış olduğu dil ve üslup da esas gayesine ve parçanın muhtevasına uygundur. Şair (burada vaiz) kalabalığa hitap ediyor. Kalabalığa hitap etmek için onun dilini, üslubunu, hatta düşüncesini benimsemek lazımdır. Akif, bütün eserlerinde olduğu gibi burada da kalabalığın dilini, üslubunu ve zihniyetini benimsiyor. Bu bakımdan o, başlıca gayeleri, şahsi ve orijinal olmak, yeni ve başka görünmek olan Servet-i Fünuncularla Haşim'den tamamıyla ayrılır. Akif, kalabalığın sade kelimelerini değil, deyimlerini, benzetmelerini, ifade, hatta bütün cümlelerini dahi almaktan çekinmez.
Bir de İstanbul'a geldim ki; bütün çarşı, pazar
Naradan çalkanıyor, öyle ya... Hürriyet var!

Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru

Kimse farkıdan değil anlaşılan yaptığının

Çamlıbel sanki şehir; zabıta yok, rabıta yok.
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vasıta yok.

örneklerinde ve daha başkalarında, Akif'in konuşma dilini, bütün unsurlarıyla nasıl benimsediği görülüyor. Şaşılacak taraf, onun üslubunun herkese benzemekle beraber, yine de çok şahsi olmasıdır. Akif, bütün mısralarında kendi damgasını vurmasını biliyor. Bu da gösteriyor ki, onda benimseme kabiliyeti kadar, değiştirmek hassası da vardır. bu değiştirmeye bir örnek olmak üzere şu beyti tahlil edelim:

Ötüyor her taşın üstünde bir dilli düdük
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük,

Halk dilinde de gevezeye 'dilli düdük', manasız konuşmaya 'ötmek, aptala 'hödük' denir. Fakat bunlar çok ayrı yerlerde kullanılır ve böyle bir araya getirilmez. Akif, bu tabirleri Meşrutiyet devrinde sokak başında konuşan hatiplerle, onları dinleyen kalabalığa tatbik ederek gülünç bir tablo vücuda getiriyor. 'Düdük' ile 'hödük'ün birbirine kafiye oluşu gülünç bir tesir yaratıyor. Vezin değiştirme, bir araya getirme, vezin ve kafiye içine sokma ameliyeleri tamamıyla Akif'in çalışması ile vukua geliyor. Kolay zannedilen bu iş, hususi bir mizaç ve kabiliyet ister. Herkese benzer gibi görünen Akif, bu mizaç ve kabiliyetle, nevi şahsına münhasır bir sanatkar olmuştur.

Mehmet Kaplan
(Şiir Tahlilleri, Dergah Yayınları, s.174-177

Profesör Mehmet Kaplan




Şiir Vakti





Süleymaniye Kürsüsünde - Safahat İkinci Kitap - Mehmet Akif Ersoy İnceleme

İKİNCİ KİTAP: SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDE



Gelen "hürriyetin” beklendiği gibi memleketi kurtarama¬yacağı, çünkü yanlış anlaşıldığı ve doğrusunu anlamaya da -önce aydınlar olmak üzere- hazır olunmadığını görmüştür. Başta gazete¬ler, herkes birbirine sövüp karalamakta, partiler ve ırkçılık cereyan¬ları milleti parçalamaktadır. Aydınlar  millî olan her şeyi bırakıp Avrupa'nın izinden gitmeyi istemekte, halk ise faydalı da olsa bü¬tün yeniliklere karşı çıkmaktadır. Aydınlar dini yanlış anlayıp orta¬dan kaldırmaya çalışırken, halk da dinin aslını bırakıp hurafelerle oyalanmaktadır.
Mehmed Akif, dostu Abdürreşid İbrahim Efendinin ağzından, Süleymaniye Camiinde verilmiş bir va'az şeklinde, bütün bu yanlışları ve bu hâl devam ederse milletin başına gelecek felâketleri sayar. Önce, bütün İslâm âlemini dolaştığını söyleyerek Rusya, Türkistan ve Hindistan'ı son¬ra da Japonya'yı anlatan, buralardaki halkın iyi ve kötü hallarını tasvir eden vaiz, 1908'de Kanûn-i Esâsi’nin ilân edildiğini duyun¬ca, sevinerek İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'u, daha önceki gelişinde gördüğünün aksine uyanmış ve çalışır bir halde bulmayı bekler¬ken, hayal kırıklığına uğramıştır. Bütün bunları anlatan ve tasvir eden şair, sözlerini, bu halden kurtulmak İçin tutulması gereken yolu göstererek biti¬recektir.

Üstad şairimiz Mehmed Akif’in Safahatındaki “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı enfes şiirini okumayanımız
yoktur. Şiirine, Haliçten Süleymaniye Camiine doğru yolculunda gördüğü manzaraları, akabinde Süleymaniye
Camiinin dış ve iç mekanlarını şiirsel bir dil ile tasviriyle başlar. Akabinde çağdaşı ve dostu bir İslam
seyyahı’nın ağzından dönemin Osmanlı toplumu ve diğer İslam diyarlarının o dönemdeki dini, sosyal ve siyasal
durumlarından bahseder. Mehmed Akif’in söz konusu şiirinde uzun uzun konuşturduğu bu kişi kimdir diye
bir soru sorulduğunda, çoğumuzun hakkında ayrıntılı bir bilgisinin bulunmadığı, hatta adını bile duymayanımızın
olduğu bir şahsiyettir.. Süleymaniye Kürsüsünde adlı şiirde konuşturulan bu kişi Abdurreşid İbrahim’dir.
O, eğitimci, hoca/imam, vaiz, gazeteci, matbaacı/yayıncı, seyyah, yazar, siyasetçi, medrese hocası ve Rusya
Türklerinin ilk siyasî temsilcisi gibi sıfatları bulunan çok yönlü bir aksiyon adamıdır.
Abdurreşid seyahatlerinin çoğunu doğuya yapmıştır. Aynı şekilde insanlık medeniyetinin doğduğu yer olan
doğu Akif’inde önem atfettiği bir coğrafyadır. Akif’e göre, medeniyetin gerçek kaynağı Müslüman Doğu’dur.
Doğunun medeniyet yarışında geri bırakan sebepler arasında, aydınların batı hayranlığı, yeis, atalet, tembellik,
cehalet, taassup ve öz güvenin olmayışı zikreder. İslam’ın terakkiye engel bir din değil, özü itibariyle ilme ve
ilerlemeyi teşvik edici yönünün bulunduğunu ve İslam’ın özde müntesiplerini geri bırakan bir din olmadığını
ifade eder.

 Şiir Vakti

SAFAHAT’TA SANATA AİT UNSURLAR ÜZERİNE BİR İNCELEME

SAFAHAT’TA SANATA AİT UNSURLAR ÜZERİNE BİR İNCELEME
(A Research About Artistic Elements in Safahat)




Özet

Mehmet Âkif, yaşadığı devrin siyasî ve sosyal hayatını çok başarılı bir şekilde işlemiştir. Bu yüzden, daha çok bu yönüyle değerlendirilmiştir. Safahat isimli şiir kitabında, sanatı ve edebiyatı değerlendirmiştir. O sanatta kolektif bir ruh arar. Bu ruhu kısmen Osmanlı mimarîsinde gördüğümüz kanaatindedir. Bizde güzel sanatlar hep eğlence tarafı ile ele alınmıştır. Bu yanlıştır. Sanatın bir gayesi olmalıdır. Sanat, insanın ve toplumun yükselmesine hizmet etmelidir. Bunun gerçekleşmesi için ilim ve sanat adamlarına önemli görevler düşmektedir.

Anahtar kelimeler: Mehmet Âkif, Safahat, sanat, toplum

Abstract

Mehmet Âkif has performed political and social life of period that he lived very succesfully. So, especially, he is evaluated with his this respect. İn his poet book named Safahat, he evaluates the art and the literature. He looks for a collective spirit in the art. He believes that this spirit is seen in Ottoman architecture partially. İn our country, generally, the fine arts are performed with amusing respects. This is wrong. The art should has an aim. The art should serve to promote the human and society. From this point of view the scientist and the artists have important duties.

Key words: Mehmet Âkif, Safahat, art, society

I.Giriş

Edebiyat araştırmalarında üzerinde çok fazla durulan Âkif’in sanat hakkındaki düşünceleri, daha çok edebî anlayışının içine sıkıştırılarak verilmiştir. Ney üfleyen, güzel sesli insanları dinlemekten büyük bir zevk aldığını söyleyen Âkif, birçok şiirinde diğer güzel sanatlarla ilgili düşüncelerini belirtmiştir.

Safahat, 1911’de başlayan ve sonuncusu 1933’de yayınlanan yedi eserden meydana gelmiştir.1 Kitapta çeşitli vesilelerle mimarî, musiki ve resim gibi güzel sanat kollarıyla ilgili düşüncelerini açıklayan Âkif’in sanata bakışını ortaya koymayı amaçlayan bu çalışma, Safahat’ı hareket noktası olarak almaktadır. 2

II. Sanat

Safahat’ta mimarî, tiyatro, resim, roman, şiir, musiki gibi güzel sanat kollarıyla birlikte; Safahat’ın birçok yerinde sanat, sanat-eğitim, sanat-ilim, sanat-millet, sanat-din ilişkileri değerlendirilmiştir. Süleymaniye Kürsüsü’nde Süleymaniye Camisi’ni tanıtırken;

Göreceksin: o harîmin ebedî zıllinde,

San’atın rûhunu seyyal bulut şeklinde (s.157)3

diyerek, sanatta her şeyden önce kolektif bir ruh aradığını açıkça söyler. Fatih Camisi’nin de anlatıldığı Safahat’ın dördüncü kitabında, sanatta her şeyden önce millî bir kimliğin olması gereğini vurgular. Âkif, bunun mimarîde kısmen sağlandığı inancındadır. Fatih Kürsüsünde isimli eserinde Osmanlı mimarîsinin yanına, Batı tarzı mimarîyle yapılmış bir binayı anlattığı şiirinde bu düşüncesini daha net söyler:

Benim gözümle bakarsan: ne muhteşem! Ne mehib!

-O başka… Sorsalar üslûb için “şudur” denemez.

Asâlet olmalı san’atta evvelâ… Bu: melez!

Hayır, melez de değil… Belki birçok üslûbun

Halîta hâli ki, tahlîle kalkışılsa: uzun!

Necîb eser arıyorsan: Sebîle bak, işte…

Taşıp taşıp dökülürken o şi’r-i berceste,

Safâ-yı fıtratı şâhit ki: tertemiz aslı;

Damarlarında yüzen kan da, can da Osmanlı!

Görüp bu cûşiş-i san’atta rûh-u ecdâdı,

Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evlâdı! (243-244)



Sanatta, millîlik ve asaleti, sanatın vazgeçilmez gayesi ve özelliği olarak kabul ettikten sonra, sanatın sadece eğlence tarafının yanlışlığına dikkat çeker. Ortaoyunu, tiyatro ve sinemanın bizde bu şekilde görülmektedir. Çizgisi olmayan sanatların değişken olduğuna işaret eden Âkif, genelde bu tip sanatların güç kimde ise ona hizmet edeceği kanaatindedir. Âkif’e göre her dönemde bize hizmet edecek, sanata ve sanatkâra şiddetle ihtiyacımız vardır. Çünkü rengi ve kokusu bizim olan sanat, bu asırda her zamankinden daha fazla hizmet edebilir. Çağdaş Fransa ve Almanya’yı gerçekleştiren unsurlar arasında sanatın da sayılması bu yüzdendir:

Heriflerin, hani dünya kadar bedâyii var:

Ulûmu var, edebiyâtı var, sanâyii var. (s.289)

Asrın değiştiğinin farkında olan Âkif, sanatın bu asırda geçmiş dönemlerden daha fazla görevler üstlenmesi gerektiğine inanır. Bu yüzden öncelikli yapacağımız iş, sanat anlayışımızı değiştirmek olmalıdır:

Eşikten atlamak isterseler hayâta yarın

Beşikte duyduğu sesler gelir bu yavruların

Dokur ufukları üstünde bir serâb-ı kesîf,

Ki yırtarak çıkabilmek ümîdi hayli zaîf! (s.346)



Sanat anlayışının değişmesi, başka şeylerin değişmesini gerekli kılar. Bunların başında eğitim gelir. Çünkü hayatı, dünyayı, dini, insanlığı doğru algılayabilmenin yolu eğitimden geçer. Dünkü ve bugünkü eğitim Âkif’e göre bu noktadan uzaktır:

Bana dünyaya çıkarken “batacaksın!” dediler…

Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!

Ye’si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam;

Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi, İmam?



Bir ışık gösteren olsaydı eğer, tek bir ışık,

Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık.

İki üçyüz senedir serpemiyor bizde şebâb;

Çünkü bîçârenin âtîsine îmanı harâb.

Hissi yok, fikri bozuk, azmini dersen: meflûc… (s.408-409)

Milleti böyle hissiz bırakan, iki-üçyüz senenin ihmalidir. Safahat baştan sona bu ihmalle hesaplaşır. Düne ait bu önemli tespitten sonra, sanatın bugüne ve yarına hizmet edebileceği vurgulanır. Ancak, böyle bir sanat farklı bir anlayışla vücuda getirilmelidir. Safahat’ın yedinci kitabı olan Gölgeler’i de ithaf ettiği ve “Şarkın yegâne dâhîsi” olarak gördüğü Şerif Muhittin Bey’e 4 yazdığı ve Safahat’ın daha sonraki baskılarına aldığı bir şiirinde yeni sanat anlayışını hayata geçirmek için Şarkın Amerika’da yaşayan bu “dâhî evlâdı”nı yurduna çağırır:

Yanık bağrında, yıllardır, kanar mızrabının yâdı,

Gel ey bîçâre Şark’ın, Şark’a küsmüş gitmiş evlâdı,

Zaman ıssız, mekân ıssız, görünmez kimse meydanda

Gel ey dâhî-i gâip san’atın pek bîkes arkanda.

Bütün cevvinde ölgün rûhu inler bir derin ye’sin,

Bu vîran kubbe yüksek bir figân ister ki ses versin.

Evet, yüksek, senin ûdun kadar yüksek figân ister

Gel ey Dâvud-u san’at Sûr-u Mahşerden nevâ göster!

Uyansın, gel ki, mızrabınla Şark’ın dalgın eb’âdı,



Gel ey Peygamberin fevk-al-beşer fıtratta evlâdı,

Bugün, bîçâre san’at bekliyor, bir senden imdâdı.

Gezen lâkayd ayaklardır bugün kudsî harîminde,

Nasıl nâ-mahrem izler var görürsün Şark’a bir in de

Melez, soysuz, şerefsiz parçalardan başka şey yok hiç;

Ne düşkün zevk-ı millî, besteler piç, şah-eserler piç.



Bu çöl tûfanlar ister cevv-i san’attan ki ürpersin,

Sen ey dâhîsi Şark’ın, yoksa bir yağmur mu beklersin?(s.559-560)



Âkif bizdeki sanat anlayışını eleştirirken “melez” ve “piç” kelimelerini sık sık kullanır. Bu iki kelime bizdeki sanatın mahiyetini açıklamak için yeterlidir. Yukarıya bir bölümünü aldığımız şiirinde anlattığı “bu vîran kubbeye yüksek bir ses” verebilecek sanatkârlar, öncelikle sanatı bu iki çirkin vasfından uzaklaştırmalıdırlar. Sanatımız ancak bu sayede ve büyük sanatkârlar elinde bir kimlik kazanabilir.

IIa. Sanatta gaye: Âkif’in gündeme getirdiği sanata ait tartışma konularından en önemlisi “sanatta gaye olmalı mı?” sorusudur. Âkif, özellikle Almanya’da gördüğü sanat eserlerinin, Çağdaş Almanya’nın oluşmasında temel görev üstlendiğini gördükten sonra, bizim sanatımızın hayatımıza ve insanımıza bu noktada hizmet edemediğini, amaçsız bir sanatın ve estetiğin olamayacağını söyler:

Ne çan sadâsı boğar san’atin terânesini,

Ne susturur medeniyet bu âhiret sesini.

Muhîtiniz ne acâyip muhît-i velveledâr:

Ki her gürültüsü bir başka intibâha medâr!

Sanâyiin ne var âfâkı tutsa demdemesi?

Bedâyiin de münevvim değil ki zemzemesi.

Ne mûsikînize girmiş uyuşturur nağamât;

Ne şi’rinizden olur târumâr fikr-i hayat.

Onun lisân-ı semâvîsi rûha söylerse;

Bununki rûh-u meâlîyi nefheder hisse.(s. 345)



Sanatın bir gayesi olduğuna inanan Âkif, bizim sanatımızın gayeden uzak durmasına itiraz eder. Bir bölümünü yukarıya aldığımız Berlin Hatıraları isimli şiirinde, sanatın bu topraklarda bir gayeye hizmet ettiğini fark eden Âkif, bizde amaçsız bir sanatın peşinde olanları, buraları görmeye davet eder.

Gelib de görmeli san’atta gaye var mı imiş?

“Hayır” denir mi ki: her gayenizde en müthiş

En ince san’atın esrarı yükselip duruyor,

Sizinki yüksele dursun biraz da gel bizi sor!(s.345)



IIb. Sanat ve taklit:Safahat’ın başka, düz yazılarında da sanatta taklide karşı çıkan Âkif,5 inşâ edildiği toprağın mânevi havasını teneffüs etmeyen sanata karşı çıkar. Fatih Kürsüsü isimli eserinde insanlara sanatın görüşünü aksettiremeyen ortaoyunu gibi sadece eğlenceye yönelik sanatı da eleştirir. Bu tip sanatları monoton ve sıkıcı bulan Âkif, Edirne Kalesi, isimli eserinde Edirne’deki Selimiye Camisi’ni dönemin bütün ihtişamını, bütün güzelliğini yansıtan bir güneşe benzetir. Çünkü, ancak kendi milletinin rengini ve kokusunu yansıtabilen sanatların milletlerin önüne ışık tutabileceği fikrindedir. Batı medeniyetinin geldiği noktada sanatın önemine işaret eden sanatkâr,6 Berlin’de edindiği bu ferdî tecrübe sayesinde Doğu-Batı mukayesesi yapar:

Beşikte her birimiz bir terânedir işitir,

Ki bestekârı tabiat değil de an’anedir.

Evet, bu an’anenin tellerinde mâzîmiz

Terennüm etse o parlak sesiyle razîyiz.

Fakat mefâhir-i ecdâdı nakleden “ana” tel,

Bakılmayıp da asırlarca kalmadan mühmel,

Ya büsbütün sağır olmuş, ya öyle paslanmış:

Ki hangi perdeye vursan, çıkan sadâ yanlış. (s.345)



Sanatımızın dünü ve bugününü bu şekilde özetleyen şaire göre bizim sanatımız gayeden uzaktır. Kısmen mimarîmiz o muhteşem dönemleri yansıtır. Diğer sanat kolları maalesef sanat ve ideal uyumundan yoksundur. Bunun gerçekleşebilmesi, bir kere o millette sanata ait coşkunluğun bulunmasıyla mümkün olacaktır. Yukarıya da aldığımız;

Bir ışık gösteren olsaydı tek bir ışık

Biz o zulmetleri bin parça edip çıkmıştık (s.409)



Mısraları, sanata ait bu coşkunluğun ancak eğitim vasıtasıyla olabileceği gerçeğini vurgular. Böyle bir anlayıştan asırlardır yoksun oluşumuz Âkif’in diliyle “melez” ve “piç” bir sanat anlayışını hayatımıza hakim kılmıştır.

IIc. Sanat-millet, sanat- ilim, sanat-din ilişkisi: Âkif’e göre sanat, toplumların yükselmesi ve yücelmesine hizmet eden çok önemli bir unsurdur. Türk tarihi bunun en güzel örnekleriyle doludur. Bir milletin kalkınabilmesi için beyin ile kalp, yani sanat ile ilim bir ahenk içerisinde olmalıdır. Bunu başarabilen toplumlar kalkınmanın önünü açmış olurlar. Âkif’e göre bizde olmayan işte budur:

O râbıtıyla giderken sizin teâlîniz:

Bu tefrikayla perişan bizim ahâlîmiz.(s.344)



Görüldüğü gibi bir milletteki ikiliğin ortadan kaldırılmasının yolu sanat ve ilmin ahengidir. Abbas Halim Paşa’ya yazdığı mektupta da yine sanatın hayata, ahlâka ve insana hizmet etmesi gerektiğini belirten Âkif, böyle bir sanatı ilimle iç içe görür. Bu tip bir yaklaşım “Fevkal beşerdir”, yani insanlığın üstündedir:

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;

Veriniz hem de mesâinize son sür’atini.

Çünkü kaabil değil artık yaşamak bunlarsız;

Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin; yalnız,

İyi hâtırda tutun ettiğim ihtarı demin:

Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için,

Kendi “mahiyet-i rûhiyye” niz olsun kılavuz.

Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz. (s.187)



Hersekli Arif Hikmet’e yazdığı bir şiirinde, sanatı, din ve milletle ilişkilendirir. Sanatın hem dine hem millete hizmet etmesini ister. Âkif’e göre böyle olmayan bir sanatın ne hayata ne insana hizmet etmesi mümkündür. Son dönemde dinini öğrenmemiş, hayatını aklı ve iradesine göre şekillendirmemiş insanımızın içine düştüğü durum biraz böyledir.

Öyle bir kavm ki dinlerse nevâ-yı ninni

Gibi dinlerdi onun zemzeme-i hikmetini!

Öyle bir kavm idi ki Âşık Ömer’i ezberler;

Sonra Kur’ân’ı sıkılmaz da yüzünden heceler.

Öyle bir kavm ki Köroğlu’na peygamber der;

Sonra peygambere birlerce hatâ nisbet eder!

Öyle bir kavm ki tahsîli tanır da bid’at;

Kara câhilliğe Sünnet gibi eyler hürmet (s.539)



Bizdeki bu hazin manzaraya karşılık, Almanya’da ilmiyle birlikte sanatını da geliştiren farklı bir ülke manzarası vardır.

Nüfûsunuz iki kat arttı, ilminiz on kat;

Uçurdunuz yürüyen fenne taktınız da kanat.

Zemîni satvettiniz tuttu, cevvi san’atiniz;

Yarın musahharınızdır, bugün değilse, deniz.

Terakkiyâtınız artık yetişti bir yere ki:

Maârif oldu umûmun gıda-yı müştereki.

Havâssınız yazıyorken avâmınız okudu,

Yazanların da okutmaktı, çünkü maksûdu.

Unutmuyordu beyinler süzerken âfâkı,

Nasîb-i nûrunu topraktan isteyen halkı.

Semâya çıkmak için yüksek olmalıydı zemin…

Bu i’tilayı siz evvelce ettiniz temin.(s.343)



“Beyin”le “kalb” i hem-âhenk edip de işleteli,

Atıldı vahdet-i milliyye sakfının temeli.

O vahdet işte bütün ihtişamınızdaki sır,

Cihâna ra’şe veren ses onun sadâlarıdır.(s.344)



Safahat’ın altıncı kitabı olan Âsım’da sanat-ilim ilişkisini incelerken sanatın, müspet ilimlerden ve naklî ilimlerden ayrı düşünülmemesi gerektiğini belirtir. İlim gibi sanatın da eğitimle geliştirilebileceğini söyler:

Beni gördün ya, şu ben kaç paralık şâirsem

Senin ilmin de odur, nâfile uğraşma, Köse’m (s.417)



Âkif, müspet ilimlerle güzelleştirilmiş, zenginleştirilmiş bir sanatın dinle de çatışmayacağını söyler. Gerek Fatih Kürsüsü gerekse Âsım isimli eserlerinde aslında sanatın da ilmin de dine hizmet ettiğini belirtir. Bugün sanatın da mârifetin de fenden ve akıldan yoksun olduğu için, insana hizmet edemediği kanaatindedir:

Beşer değil mi? Teâli de etse irfânı,

Nasıl kucaklayabilsin hârîm-i Yezdân’ı?

Evet, medâris, o vahdet-serâ-yı muhteşemin

Önünde: hürmetidir dîne her zaman ilmin.

Bütün şu kubbelerin mevce mevce silsilesi:

Huzûr-u Hak’ta kapanmış sücûd kafilesi! (s.246)



Bunun farkında olmayanlara karşı daha sert ifadeler kullanan Âkif, dünün mirasını iyi kullanamadığımızı söyler:

Oyup, sıçan gibi, her dört adımda bir kemeri,

Deden mi açmış o miskin kılıklı kahveleri?

Hayır, deden sana, bak, hastahaneler yapmış!

Yanında Mekteb-i Tıbbiyeler, neler yapmış! (s.246)



Dünün ışığından gerektiği gibi istifade edemeyen bugünün insanının geleceğe umutla yürüyebilmesi “ma’rifet” ve “fazilet” gibi iki kudrete sahip olmakla mümkün olacaktır. Şanlı geçmişimizde bu iki kudrete de sahip olduğumuzu vurgulayan sanatkâr, günümüzde en fazla buna ihtiyaç duyduğumuz kanaatindedir. İlmin ışığıyla gelişen bir sanatın en büyük kaynaklarından birinin din olduğunu belirten Âkif, bu kaynaktan istifade edemediğimiz taktirde, Batının emriyle yatıp kalkmak zorunda kalacağımızı belirtir:

Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım,

Ma’rifet, bir de fazilet… İki kudret lâzım.



Bizler, edvâr-ı faziletleri cidden parlak,

Bir büyük milletin evladıyız, oğlum, ancak:

O fazilet, son üç asrın yürüyen ilmiyle,

Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,



Garb’ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkûm;

Çünkü hâkim yaşatan şevket-i fenden mahrum.

Biz, evet, hasmımızın kudret-i irfânından,

Bînasîbiz de o yüzden bu şerefsiz husran.



Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,

Göreceksin ki: bu millette fazilet en uzun,

En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,

Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: “Din-i mübîn. (s.242-243)



III. Sanat Eseri

Âkif bir sanat eserini her dönemde itibar görmesi gerektiğini, sanat eserinin kıymetinin ancak bu şekilde belirlenebileceğine inanır. Ne Eser Ne de Semer isimli şiirinde insanın kıymetinin kendinden sonra bıraktığı mirasla ilgili olduğunu söyler. Geriye kalanlardan en kıymetli olanlar ise ölümsüz olanlardır:

Dün beyinlerde kıyâmet koparan “hikmet”i al,

Bugünün zevkine sor: beş para etmez ciğeri!

Gündüzün, başları üzerinde gezen “şah-eser”in,

Gece şâyet, ararsan, mezbeledir belki yeri! (s.501)



Âkif, Safahat’ına almadığı Şarkın Yegâne Dâhî-i San’atine isimli eserinde sanatı ve sanatçıyı överek, milletimiz için gerçek kurtuluşun ancak bunlar vasıtasıyla olacağını ifade eder. Kurtuluşa vesile olacak sanatın nasıl bir disiplin içerdiğini Safahat’ın değişik yerlerinde söyleyen Âkif’in kısaca kastettiği sanat, içinde kolektif bir ruh, insanî bir gaye bulunduran sanattır. Böyle olmayan sanat çaresiz ve zavallıdır:

Gel ey Peygamberin fevk-al-beşer fıtratta evlâdı

Bugün, bîçâre sanat bekliyor, bir senden imdâdı. (s.559)



IV. Sanatçı

Âkif, Safahat’ta toplumda iyi gitmeyen şeylerle mücadele eder. Bunlardan biri de sanatçıdır. Bu yüzden gerek Safahat’ta gerekse makalelerinde Atâr, Hansa, Sâdi gibi beğendiği ve saygı duyduğu şairleri, Şerif Muhiddin Bey gibi musikişinasları zikretse de, daha çok bu gruba eleştiriler yöneltir. Çünkü sanat adına, edebiyat adına ortaya bir şey koyamayan bu insanlardır.

Âsım’da şiirimizin dününü ve bugününü masaya yatıran Âkif, toplumun kalkındırılmasında din adamlarıyla birlikte sanatkârların da görevlerini yerine getirmesini ister:

O muazzam, o yaman şâir-i dâhîyi zaman,

Çıkarıp vermemiş âgûşuna yurdun el’ân.

Rûh-u millîmizi tatmîn edemezmiş bir edîb,

Gelmeden sahne-i eyyâma o dâhî-i mehîb. (s.440)



Sanatı bir bütün olarak gören Âkif, bizim gibi sanata düşkün toplumlarda bilinçli sanatkârların daha etkili olabileceğine inanır. Bizde sanatçı sayısının olması gerekenden az olmasını geçmişimizle ilgilendiren şair, bizde ilim ve sanat adamlarının yetişmeyişini ise, bu gruba gereken değeri vermememizle izah eder:

Garb heykel dikiyor nâmına ehl-i hünerin,

Sökeriz bizse mezar-tâşını bî-çârelerin.

Fuzalâ Garp’te binlerle sayılmakta iken,

Kadr ü kıymetleri âsûdedir eksilmekten;

Bizde yüzyılda bir âdem yetişirken, o bile,

Hiç mazhar olamaz zerre kadar tebcîle. (s.535)



V. Safahat’ta Sanata Ait Unsurlar

Va. Mimarî: Mimarîyi bir mâbetten hareketle anlatmaya çalışan şair, dinin geliştirdiği medeniyete örnek olarak mimarîyi gösterir. Böyle bir mimarînin kubbesi, penceresi ve kapısı din ve din etrafında şekillenen düşünce sistemleri etrafında anlatılmaya çalışılır:

Yatarken yerde ilhâdiyle haşr olmuş sefîl efkâr,

Yarıp edvârı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrâr.

Siyeh-reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler,

Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrar;



Bu bir ma’bed değil, Ma’bud’a yükselmiş ibâdettir;

Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr. (s.5-6)



İkinci Safahat’a ismini veren Süleymaniye Kürsüsü isimli eserinin başında Süleymaniye Camisini önce mimarî özellikleri ile tanıtır. Bu eser, dış görünüşüyle ilmin ve îmanın sembolüdür. Onu seyretmek bedii zevklerimizin tatmin olması için yeterlidir. O semavî yuva asırlarca karanlıklara ışık saçmıştır. Süleymaniye Camisi medrese ile iç içedir. Bu yüzden ilmin sembolüdür. Dinî mimarîyi, insanın uhrevî tarafını zenginleştiren bir unsur olduğunu vurgulayan Âkif, bu kutsal mâbetlerin sadece ibâdet yapılan yerler olmadığını, insanın kendini ve kâinatı tanımasını da sağladığını söyler:

Sanki Mevlâ, mütefekkir, kocaman bir beyni,

Açıvermiş bize, göstermek için her yerini.

Görüyor şimdi nazar girdi mi derhal içeri:

Aynı eb’ad ile tesbît edilen kubbeleri.

Avlun sâha-ı uryânına bin sâye-i nûr

Döşeyen bunca kemerlerle sütunlarda, vakûr

Bir tenâzur yoruyor görmek için irkileni.

Yalınız iç kapının üstüne yükseltileni,

Mutlaka medhali göstermek için olmalı ki-

Bir siyâk üzre atılmış, sıralanmış öteki

Kubbelerden daha yüksek, daha vâsi’ duruyor. (s.258-159)



Süleymaniye Camisi’nde kollektif bir ruh bulan şair, bu düşüncesini veciz bir şekilde ifade eder:

Karşıdan gördüğümüz heykel-i nûrânûrun

Göreceksin o harîmin ebedî zıllinde,

San’atın ruhunu sayyâl bulut şeklinde (s.157)



Ancak bugün bu güzel mabetlerin yapılış amacına uygun olarak değerlendirilmemesinden rahatsız olan Âkif bu eserlerin gayesine uygun bir şekilde kullanmasını bilen insanla güzel olacağı kanaatindedir. Bu kutsal mabetlerin dışında, estetiği olan bir mimarîden bahsetmemiz mümkün değildir. Berlin Hatıraları isimli eserinde Alman mimarîsinin insanın hayatını nasıl kolaylaştırdığını gören Âkif, bizde böyle bir mimarînin olmayışını diğer sahalardaki başarısızlığımıza bağlar. Çünkü ona göre sanat, diğer unsurlarla ahenkli bir bütün meydana getirdiği zaman amacına ulaşır. Bizde durum çok farklıdır:

Zamane şi’rine benzer zemin-i tertîbi:

Zalâm içinde mebâdîsi, müntehâsı gibi. (s.332)



Âkif sanatı önce maddî tarafıyla ele alır. Alman sanatı bunun iyi bir örneğidir. Maddî problemi olmayan sanat, insana da hayata da daha iyi hizmet edebilir. Bu yüzden diğer sanatlarımız neyse mimarîmiz de odur. Dinî hayatımızı kolaylaştırmak maksadıyla muhteşem dönemlerde yapılmış, muhteşem eserlerden başka bugünün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir mimarîden söz etmek mümkün değildir.

Vb. Musiki: Safahat’ta görülen sanata ait unsurlardan ikincisi musikidir. Tıpkı mimarîde olduğu gibi, musikide de bir kolektif taraf arayan Âkif, Allah’ın nûrunun ve sırlarının musikinin her nâmesine ve her zerresine intikal ettiğini söyler:

Her zerrede âheng-i celâlin duyulurken

Her nağmede binlerce lisan nâtık olurken,

Cilvendeki esrâr nasıl kalmada muzlim?

Ey nûr-i ulûhiyyetinin zılli avalim! (s.23)

Âkif’in klâsik musikiyi çok sevdiğini, hatta ney üflediğini biliyoruz. Güfteleri çok ağır olan şarkıları bile hafızasında saklayan Âkif’in birçok ilahiyi ezbere bildiğini, mevlit mesnevîsini çok sevdiğini,7 güzel sesle okunan Kur’ân dinlemekten hoşlandığını ona yakın olanlardan öğreniyoruz.8 Buna rağmen Âkif, Türk musikisinin bir yes ve hüzün musikisi olduğu kanaatindedir:

Meğer, bu haybetin altında kıvranırken ben,

Kopar kopar da gidermiş o lîme lîme diyar!

Dönünce arkama, baktım: ne yer durur, ne de yâr

Yabancı ellere geçmiş, birer birer, hepsi;

Kalan şu kubbede, hâsir bir ümmetin ye’si!

-O ye’si inletiyordun, değil mi, ûduna sen?

-Değil ki ûdu, bütün kâinatı inletsen,

Figana söyletebilmek bir ıztırabı, hayal!

Diyordu şairi Hind’in o feylesof İkbâl:

“Heyecana verdi gönülleri,

Heyecanlı sesleri gönlümün;

Ben o nağmeden müteheyyicim:

Ki yok ihtimali terennümün.”

Benim de kalb-i harâbımda duyduğum hicran,

Henüz duyulmadı mızrabımda lisânından. (s.514)



Yukarıya bir bölümünü aldığımız Gölgeler”de yer alan Sanatkâr isimli şiirinde Klâsik Türk musikisini ûd ile sembolleştiren Âkif, ûdu viyolonsel ile karşılaştırarak, Türk insanının hissiyatını musiki ile yansıttığını ifade eder.9 Diğer sanat kollarında olduğu gibi, musikide de sosyal bir faydanın peşine düşer. Âkif zaman zaman musikiyi devri yansıtan bir unsur olarak görür ve mimarî ile mukayese eder: “Hafız Kemal’in sesinde Sultan Süleyman devri var; bu seste kubbeler, sütunlar yükseliyor.” (Kuntay 1997: 231)

Vc. Resim: Âkif’in Safahat’ında görülen sanata ait unsurlardan biri de resimdir. Manzum bir hikâye olan Mahalle Kahvesi isimli şiirde tasvir edilen mahalle kahvesinin duvarlarındaki resimler sanatkâra geçmişle ilgili birçok şey düşündürür:

Duvarda türlü resimler: alındı Çamlıbeli,

Arab Üzengi’ye çalmış Şah İsmail gürzü;

Ağaçta bağlı duran kızda işte şimdi gözü.

Firaklıdır Kerem’in “Of!” der demez yanışı,

Fakat şu “Âh min-el-aşk”a kim durur karşı?

Gelince Ezrakabânû denen acûze kadın,

Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhâd’ın!

Görür de böyle Rüfâî’yi: elde kamçı yılan,

Bakındı bak Hacı Bektaş’a: Deh demiş duvara!

Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra

Birer birer oku mümkünse, sonra mânâ ver…

Hayır, hülâsası kâfi, yekûnu ömre sürer:

Bedâheten kusulan herze-pâreler ki düşün,

Epey zaman daha lâzımdı herze olmak için! (s.121)

Yukarıdaki mısralar Doğu kültüründe inançların, kahramanlıkların, aşkların sembolleştiği resimlerle o resimlerin altına yazılan şiirleri kastediyor. Âkif Böyle bir yaklaşımı doğru bulmuyor. Onları resimle sembolleştirmek ve kalıplarla ifade etmek şaire çok cansız geliyor.10

VI. Sonuç

Safahat’ta sanat, sanatçı, sanat eseri, bizdeki güzel sanatların durumu, sanat-ilim, sanat-din, sanat eğitim ilişkisi konularındaki değerlendirmelerden sonra, Safahat’ta yer alan sanat ile ilgili düşünceleri şu ana başlıklar altında toplamak mümkündür:

İki-üçyüz senenin ihmali milletimizi böyle hissiz bırakmıştır. Bu durum “melez” ve “piç” bir sanatı benimsememize sebep olmuştur. Bu taklitten kurtulmamız için sanatımızı millî zevk ve çizgilerle bezememiz gerekmektedir.
Geçmişten günümüze ne sanat adına ne de sanatkâr adına millî bir miras bırakılmamıştır. Sanatta her şeyden önce millî bir kimlik ve kolektif bir ruh olmalıdır. Bunu kısmen Osmanlı mimarisi başarmıştır.
Sanatın sadece eğlence tarafının peşine koşmak yanlıştır. Bizde özellikle görsel sanatlar bu şekilde değerlendirilmiştir. Millî çizgisi belli olmayan böyle sanatlar, sürekli değişkenlik gösterir; güç kimdeyse ona hizmet eder. Oysa her dönemde bize hizmet edecek sanata ve sanatkâra şiddetle ihtiyacımız vardır.
Asır artık değişmiştir. Bu asırda sanat vasıtasıyla insanımıza ve hayatımıza daha fazla hizmet etmek mümkündür.
Amaçsız bir sanat ve estetik olamaz. Sanatın mutlaka gayesi olmalıdır.
İnsanımıza faydası olmayan bu sanat anlayışını değiştirmeliyiz. Bunun ilk şartı eğitimdir. Hayatı, dünyayı, dini, insanlığı doğru algılayabilmenin ilk şartı eğitimdir. Bunun için iyi eğitilmiş sanat adamlarına ihtiyaç vardır.
Bir milletin gerçek manada kalkınması için, din adamlarıyla birlikte, ilim ve sanat adamlarına da önemli görevler düşmektedir.
Milletimizin gerçek kurtuluşu, içinde kolektif bir ruh ve insanî bir gaye bulunan sanat vasıtasıyla olacaktır.


Kaynaklar
ABDULKADİROĞLU, Abdulkerim-Nuran. (1990), Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
AKTAŞ, Şerif. (1996) “Millî Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı-II”,Türkiye Günlüğü, S.39, Mart-Nisan.
ERSOY, Mehmet Âkif, (1990) Safahat –Edisyon Kritik- (Yayına Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
ERSOY, Mehmet Akif. (1977) Safahat, (Yayına Hazırlayan: Ömer Rıza Doğrul), İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul.
FİLİZOK, Rıza. (1986) “Mehmet Âkif’in Batı Medeniyetine Bakış Tarzı”, Ölümünün Ellinci Yılında Mehmet Âkif, Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
KUNTAY, Mithat Cemal.(1997) “Bir Ezan”, Mehmet Âkif, Timaş Yayınları, İstanbul.
ÖZTUNA, Yılmaz. (1990), Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi II, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
YETİŞ, Kâzım. (1992) Mehmet Âkif’in Sanat ve Edebiyat Hayatından Çizgiler, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara.




(Afyon Kocatepe Üniversitesi

Sosyal Bilimler Dergisi,

Cilt: VIII, Sayı: I, Haziran 2006, s.1-17.)




1. M. Ertuğrul Düzdağ, edisyon kritik yaparak yayına hazırladığı Safahat’ta, kitabın ismi ile ilgili olarak şöyle der: “İlk kitaptaki şiirlerden bir kısmı daha önce Sırâtımüstakîm dergisinde yayınlanırken “Safahât-ı Hayattan” genel başlığı altında çıkmışlardı. (..) Bu başlık daha sonra “Safahat” şeklinde kısaltılarak, bütün külliyat için genel bir isim olarak kullanılmış, ancak ikinciden itibâren bütün ciltler ayrı ayrı adlar taşımışlardır.” Ersoy 1990:XIII)

2. Mehmet Âkif’in sanat ve edebiyat anlayışını ortaya koymayı amaçlayan çalışmalar içerisinde, Kâzım Yetiş’in Mehmet Âkif’in Sanat – Edebiyat ve Fikir Dünyasından Çizgiler isimli çalışması en kapsamlı olanıdır. (Yetiş 1992) Daha çok makalelerinden hareket edilmiştir. Bizim bu çalışmamız, Safahat’ta yer alan sanat ve edebiyata ait düşünceleri tespit etme amacı taşıdığı için, tahlilden kaçınıldı ve zorunlu görülen açıklamalar dipnotlarda verildi. Tespitlerimizi, ana başlıklarıyla sonuç bölümünde özetledik.

3. Bu çalışmada Safahat’ın aşağıda açık kimliğini verdiğimiz baskısı esas alınmıştır. Metin içerisinde verdiğimiz sayfa numaraları eserin bu baskısına aittir: Mehmet Akif Ersoy, Safahat, (Yayına Hazırlayan: Ömer Rıza Doğrul), İnkılâp ve Aka Basımevi, İstanbul 1977, LXXII+599 s.

4. Mekke Emiri Şerif Haydar Paşa’nın oğlu olan Şerif Muhyittin Bey (Targan 1892-1967), aynı zamanda bir musiki üstâdıydı. Konser vermek için gittiği Amerika^da sekiz yıl kalan Muhyittin Bey, Irak Devlet Konservatuarını kurdu ve 13 yıl yönetti. İstanbul Belediye Konservatuarı Sanat Kurulu Başkanlığı da yapan Muhyittin Bey, sanatçı Safiye Ayla ile evliydi. (Öztuna 1990:377)

5. Âkif, Sebilü’rreşad ve Sırat-ı Müstakim’de “Edebiyat Bahisleri” adı altında yayımladığı yazılarında öncelikle edebiyatımızın dünü ve bugünü üzerinde durur. Sırat-ı Müstakim’de 17 Eylül 1325 tarihinde yayınlanan “Mukallitliği de Yapamıyoruz” isimli yazısında bugünkü edebiyatın taklitten öteye geçemediğini, hatta taklidi bile tam manasıyla beceremediğimizi söyler. Bu yüzden İslâm sonrası Arap edebiyatından istifade edemediğimiz gibi, bugün de Batı edebiyatından gerektiği gibi faydalanamadığımızı ve edebiyatımızın bundan zarar gördüğünü belirtir. (Abdulkadiroğlu 1990:4-7)

6. Rıza Filizok “Âkif’in Batı Medeniyetine Bakış Tarzı” isimli makalesinde, “çalışma, zaman şuuru, aktif insan, ilim, fen, maarif” gibi unsurların, sanatkâr tarafından batılı insanın müspet tarafları olarak görüldüğünü belirtir. (Filizok 1986:53-66)

7. Bir sabah ezanında sesini işitip sonradan dost olduğu Edirne Selimiye Camisi Müezzini Bursalı Hafız Emin’e Mevlitlerde okusun diye “Naat”ler yazdığını, hatta Peygambere hürmetinden “makta” beyitlerini koymadığını, hakkıyla anlatamadığını düşünerek her Mevlitten sonra yazdığı şiirlerini yırttığını, dostu Mithat Cemal Kuntay’dan öğreniyoruz. (Kuntay 1997: 224-227)

8. Şerif Muhyittin’e gönderdiği 15 Kânunusani 340 (1924) tarihli mektubunda musikiye olan aşinalığını anlıyoruz: “Geçen geceki musiki âlemine bayıldım. Yalnız Hafız Kemali bilemedim. Bizim vedâ gecesi gelip Mevlit okuyan Hafız Kemal mi, yoksa başkası mı? Ben Mısır’da bu gibi âlemlerden mahrumum. Yalnız, arasıra, hafızları dinliyorum. …İnşallah İstanbul’a avdetimde yeni birikmiş nefîs âsârımızı dinleyeceğim ve onları dinlemedikçe “Âsım”ın alt tarafını okumayacağım.” (Ersoy 1977: LXI)

9. Âkif’in Şerif Muhyittin’in Çamlıca’daki köşküne ney ziyafetleri için sık sık uğradığını hatta Neyzen Tevfik’ten ney dersleri aldığını, bu işi yaparken çok zorlandığını dostlarına yazdığı mektuplarından ve dostu Mithat Cemal Kuntay’dan öğreniyoruz. (Kuntay 1997: 228-237)

10. Âkif şiirlerinde de resimden istifade etmiştir. Ancak onun tabiatı algılayışı diğer sanatkârlardan farklıdır: Ömer Rıza Doğrul bu konuda şu önemli tespiti yapar: “Eşyaya görerek bakar: şekilleri, renkleri, gözündeki hafıza ile görür ve gördüğü eşyanın çehresini tek çizgi, tek renk halinde yakalayıp gösterir. Resim yaparken “kısa” olmayı bilir. Âkif resimde hâkim çizgiyi yakalayan ressamdır. Rûh vak’aları bile Âkif’te resimdir.” (Ersoy 1977: XXVII); Mithat Cemal Kuntay’ın da değerlendirmeleri bu yoldadır. Kelimelerle resim yaparken “kısa” olmayı bildiğini, renkleri “damla” gibi kullandığını söyler. Bu yüzden tabiat manzaralarının ötesinde ruh vakalarını da şiirin imkânları içerisinde resimleştirir: “Tasvirde şahsîleşen bir kudreti var. “Âsım” ismindeki altıncı Safahat’ta Türk edebiyatına resimler, heykeller verdi; işaret kadar küçük kelimelerle resimler, karar mermerleriyle heykeller. Âkif, altıncı Safahat’taki pehlivan tasviriyle sanatta insan vücudunu bulandır; ondan evvel çıplak vücudu kimse yazmadı. Ve o, Rilke’nin dediği adamdır: “Surface’i buldu; muhtelif renk ifadelerini taşıyan insan vücudundaki Surface’i …” Başka şairler gibi çehrede durmadı; vücudu aradı; hayatın yüzden daha çok olduğu vücudu!.. Altıncı Safahat’ta “Âsım”ı güreştirirken, Âkif insan vücudundaki “nâmütenâhi”yi tadan, kavrayan ve imkânın son çizgileriyle gösteren ilk Türk şairidir. Bu tasvirin karşısında duyduğum hayret, senelerden beri hergün yenidir.” (Ersoy 1977: 345-346)

11 Şubat 2014 Salı

Nazım Hikmet Ran - Gözlerin Şiiri - Fatih Güngör'ün Sesinden


Nazım Hikmet Ran - Gözlerin Şiiri
Fatih Güngör Seslendiriyor



Gözlerin 

Gözlerin gözlerin gözlerin, 
ister hapisaneme, ister hastaneme gel, 
gözlerin gözlerin gözlerin hep güneşte, 
şu Mayıs ayı sonlarında öyledir işte 
Antalya tarafında ekinler seher vakti. 

Gözlerin gözlerin gözlerin, 
kaç defa karşımda ağladılar 
çırılçıplak kaldı gözlerin 
altı aylık çocuk gözleri gibi kocaman ve çırılçıplak, 
fakat bir gün bile güneşsiz kalmadılar. 

Gözlerin gözlerin gözlerin, 
gözlerin bir mahmurlaşmayagörsün 
sevinçli bahtiyar 
alabildiğine akıllı ve mükemmel 
dillere destan bir şeyler olur dünyaya sevdası insanın. 

Gözlerin gözlerin gözlerin, 
sonbaharda öyledir işte kestanelikleri Bursa'nın 
ve yaz yağmurundan sonra yapraklar 
ve her mevsim ve her saat İstanbul. 

Gözlerin gözlerin gözlerin, 
gün gelecek gülüm, gün gelecek, 
kardeş insanlar birbirine 
senin gözlerinle bakacaklar gülüm, 
senin gözlerinle bakacaklar. 

Nazım Hikmet Ran


Şiir Vakti

Kar Şiiri - Sezai Karakoç - Fatih Güngör'ün Sesinden Şiir Dinle


Kar Şiiri - Sezai Karakoç
Fatih Güngör'ün Sesinden



Kar Şiiri

Karın yağdığını görünce 
Kar tutan toprağı anlayacaksın 
Toprakta bir karış karı görünce 
Kar içinde yanan karı anlayacaksın 

Allah kar gibi gökten yağınca 
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince 
Başını önüne eğince 
Benim bu şiirimi anlayacaksın 

Bu adam o adam gelip gider 
Senin ellerinde rüyam gelip gider 
Her affın içinde bir intikam gelip gider 
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın 

Ben bu şiiri yazdım aşık çeşidi 
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü 
Ruhum seni düşününce ışıdı 
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın

Sezai Karakoç

Şiir Vakti

3 Şubat 2014 Pazartesi

İstanbul Kartalda Satılık Lüks, Doğalgazlı ve En Uygun Evler

İstanbul Kartalda Satılık Lüks, Doğalgazlı ve En Uygun Evler




Yaşadığımız yer bizim için her zaman önemlidir. Evimiz bizim için gerçekten de büyük bir önem taşır. İnsan her zaman iyi bir semtte yaşamak ister. Şimdi siz de İstanbul Kartalda satılık lüks evler başlığımız altından kendinize en uygun olan ev seçeneklerini inceleyebilirsiniz.

Kendiniz için sıcak bir ev düşünürsünüz. Gerçekten de kış aylarında evinizin sıcak olabilmesi çok büyük bir önem taşır. O nedenle sitemizden İstanbul Kartalda satılık doğalgazlı evler başlığını inceleyebilirsiniz. Doğalgazlı ısınma yöntemleri gerçekten de çok önemlidir ve insan bu şekilde bütün kış rahat edebilir.


Seçtiğiniz ev sizin için her zaman önemlidir. İnsan iyi ve rahat olan bir evde oturmak ister. Ancak yine de alacağınız evin bütçenizi sarsmamasını istersiniz. Bu nedenle de seçimlerinizi yapmak adına İstanbul Kartalda satılık en uygun evler başlığımıza bakabilirsiniz. Bütçenizi sarsmadan kendiniz için en uygun olan evleri inceleyebilirsiniz. Bu evler arasından en beğendiğinize sahip olmak sizin elinizdedir. 

Ahmet Hamdi Tanpınar - Sabah Şiiri - Şiir Dinle

Ahmet Hamdi Tanpınar - Sabah
Şiir Dinle



SABAH

Serin rüzgârlara pencereni aç!
Karşında fecirle değişen ağaç,
Bak, seyret ağaran rengini ufkun
Mahmur gözlerinde süzülsün uykun.
Bırak saçlarınla oynasın rüzgâr.

...................................

Esîrden dudaklar okşasın sevsin
Mademki geceden daha güzelsin!

Ahmet Hamdi Tanpınar

Şiir Vakti

İngilizce Türkçe, Rusça Türkçe ve İspanyolca Türkçe Çevirme

İngilizce Türkçe, Rusça Türkçe ve İspanyolca Türkçe Çevirme





İngilizce Türkçe çevirme son yıllarda önemini giderek arttırmaktadır. Çünkü İngilizce bir dünya dilidir ve dünya ekonomisinin büyük bir miktarı ingilizce dili üzerinden gerçekleşir. Bu yüzden İngilizce çeviriler çok önemli bir roldedir. İngilizcenin yanında Rusça ve İspanyolca da önemli yabancı diller arasındadır. İngilizceden sonra Çince ve Rusça dünyada en çok kullanılan diller arasındadır. Bu da ülkemizdeki ticarete yansımakta ve herkesden en az bir yabancı dil bilmesi istenmektedir.

Dil öğrenmek için dil kursları ve kitapların yanı sıra çeviri siteleri de çok yardımcı olmaktadırlar. Çünkü normal yazılı bir sözlükten bir kelimeyi bulması zaman alabilmektedir. Fakat online olduğu zaman kelimeyi yazar yazmaz türkçe ya da yabancı dildeki karşılığı anında karşımıza çıkmaktadır. Rusça Türkçe çevirme siteleri ve İspanyolca Türkçe çevirme siteleri de bu amaca hizmet etmek için kurulmulşlardır. Dil öğrenmek isteyen herkes bu siteler sayesinde dillerini geliştirebilirler. Dilleri iyi olsa bile hiç kimse dile tam anlamı ile hâkim olamaz. Bu yüzden dille uğraşan herkesin bu sitelere işi düşmektedir. İngilizce Türkçe, Rusça Türkçe ve İspanyolca Türkçe çeviri işlemleriniz için online platformlar en büyük yardımcınız!  

1 Şubat 2014 Cumartesi

Huzur Sokağı - Mevlana'nın Eşine Yazdığı Şiir



Mevlana'nın Eşine Yazdığı Mektup Olarak Bilinir. Huzur Sokağı Adlı dizide Kısa bir bölümü Geçmektedir:


Mektubun Tamamı:

Mevlana'dan eşine Mektup;


Birgün Mevlana eve girer ve hanımı ona sorar;
Bu kadar aşıksın Mevlaya şükürler olsun bu aşkı yaşayıp... yaşatana...
Peki bana ne kadar aşıksın der;
Mevlana hanımına şöyle der;


Sen benim; Yaradan’dan ötürü yaradılanı sevişim,
Bir adım gelene on adım gidişimsin.Ve herkesi olduğu gibi kabul edişimsin
Sen benim; yalandan ve sahteden kaçışım,
Riyadan bıkışım, gerçeği arayışımsın
Ve nihayet doğrunun tadına varışımsın

Sen benim; haksızlığa ve zulme baş kaldırışım,
Mazluma kucak açışım, zalime düşmanca bakışımsın
Ve mağdurdan yana tavır alışımsın

Sen benim; bugünüme şükür ve yarınıma dua edişim,
Azla yetinişim, çoğa göz dikmeyişimsin
Ve kapanmayan avuç içimsin

Sen benim; hayat ve kaderle inatlaşmam,
Ekmek için kavgam, bitmek tükenmek bilmeyen davamsın
Ve zorluklara karşı yılmayışımsın

Sen benim; menfaate ve çıkara tepkim,
Almak için verene öfkem, ille de karşılık bekleyene lanetimsin
Ve alayına isyan edişimsin

Sen benim; ahlaksızlık ve yozlaşmayla mücadelem,
Para için kendini satana küfredişim, başkalaşana verip veriştirişimsin
Ve eskiyi özleyişimsin

Sen benim; duygusal yaradılışım,
En ufak şeyi kafaya takışım, kolay unutamayışımsın
Ve bundan bir türlü sıyrılamayışımsın

Sen benim; sonsuz sadakatim,
Merhametim, hissiyatim, şefkatimsin
Ve aman diyene yüz çevirmeyişimsin

Sen benim; her şeye rağmenim,
Asla pes etmeyişim, başımı öne eğmeyişimsin
Ve ümidimi yitirmeyişimsin

Sen benim; yaşama ülküm,
Namusa olan düşkünlüğüm, namussuzluğa küskünlüğümsün
Ve gururum, onurumla olan bütünlüğümsün

Sen benim; karakterim ve kişiliğim,
Objektif fikrim, subjektif hissimsin
Ve hayata bakışımsın

Cemal Süreyya - Gül - Şiir Dinle


Cemal Süreyya - Gül
Şiir Dinle






GÜL


Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin

Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım

Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene

Cemal SÜREYA


Şiir Vakti