26 Mart 2010 Cuma

ANNEM BENİ HİÇ OKUMADI. Bİ OKUSA Bİ DAHA OKUMAZDI ZATEN. "OĞLUM NEYİN EKSİK?" DERDİ, BİRAZ KIRIK. ANLATAMAM ANNE, ANLIYORUM AMA KONUŞAMIYORUM ANNECE.

22 Mart 2010 Pazartesi

ZAVALLILIK


"Bu kadar da zavallı değilsiniz..." diyor çoğu kişi bana ve Yusuf'a. Yazdıklarımıza sinen, çöken hatta çoğunlukla tamamen kaplayan 'zavallılık' konusunda endişelere kapılıyorlar. Yusuf'un "Ben zayıfım ve zavallıyım" diye başlayan FİYASKO şiiri de neredeyse bu duruşun, bu kalakalışın bayrağı konumuna geldi...

Yusuf'la benzer bir toplumda büyüdüğümüz için, kendini küçültme erdemi içten içe her sözümüze ve her dizemize işleyip duruyor. Edebiyat ve sanatın modern zamanlarında; geçerli olan iddia, ego ve küstahlık çok iğreti duruyor ikimizin de üstünde. Denemedik değil, yalan yok! Başka dünyanın, başka dertleri olan adamları olduğumuz için, başkalarının gözünde kolayca aşağılanabilecek adamlar olmak her ikimize de ayrı bir keyif veriyor... İkimiz de gösteriş ve ihtişamımızı sadece istediklerimize gösteriyoruz.

Eğer yanlış bir zamanda sarhoş olmadıysak, kolay kolay yakınmıyoruz bizi nüfusuna geçirmeyi ısrarla reddeden bu çağdan...

Biraz da sokak müzisyenlerine benziyoruz bu anlamda... Matbaa mürekkebine bulanmayan dizelerimiz rahatsız etmiyor bizi ve yazdıklarımızın kimde heyecan uyandırıp kimde uyandırmadığı çok da umrumuzda değil... Küfre yüz vermeyip herkese gülümsüyoruz. İnanmasalar da, inanmak istemeseler de, içtenlikle...

"He no longer denies,
All the failures of the Modern Man.
"
Joy Division


11 Mart 2010 Perşembe

Aile Fotoğrafı





İşte, kurmak istediğim ve kuracağım aile fotoğrafı...

Foto: Julie Blackmon

6 Mart 2010 Cumartesi

Villard'ın Mirası

Ve tanrı'dan sonra aşk da öldü!.. Kadınları bunun için suçlayabilir misin?

-Bazılarını, elbette!

İnancını, masumluğunu, dik başlılığını, gülüşünü, düşüşünü ve kanatlarını yitirmiş bir melek tanıyorum, adı:Villard. Böyle mi yazılıyor, bilmiyorum. Bana adının "vilırt" olduğunu söyledi. Okuma-yazma bilmiyordu. Bu yüzden adının nasıl yazıldığını soramadım ona. Onun için; üç gece üstüste üç büyük rakı içtim, üç gece üçer kere hüngür hüngür ağladım. Oturdum, yaşını hesapladım. Bunları benden o istedi.

Sonra, bir gece bir kadınla çıkıp geldi. Kadının adı Flores ya da Dolores, öyle bir isim işte!..

Sabaha kadar seviştiler. Gürültülü bir sevişmeydi, uyuyamadım. Oturdum Villard'ın yaşının sağlamasını yaptım. Yanılmamışım, kesinlikle doğru hesaplamıştım.

O gecenin sabahında Villard ortadan kayboldu. Bir ay dönmesini bekledim, umdum hatta bunun için dualar ettim. Allaha açtığım avuçlarım sanırım pek işe yaramadı. O dualar, o bekleyiş, o uykusuzluk beni bir zombiye dönüştürdü. Ay ayı çağırdı, gün günü defetti başından. Villard geri dönmedi.

Flores ya da Dolores hala misafir odasında kalıyor. O geceden sonra odamdan dışarı çıkmadım. Hayır! Çıktım. Sadece tuvalete gidip geldim. Kendi evimde bir mahkum gibi, Dolores kapıma bıraktı her seferinde o günkü iaşemi. Evi çekip çevirdi, alışverişi yaptı. Belki bir işi varsa, işe bile gidip gelmiş olabilir.

Komşular onu karım sanıyorlarmış. Benim içinse sadece Flores!..

5 Mart 2010 Cuma

MADAGASKAR ÇOK UZAKTA!..






“Herkesin bir haritası vardır mutlaka.
Kimi kader diye görür,
kimi gördüğüyle kalır…
Birileri gidip dönmese,
haritalara kim inanır???”




Gittim ve döndüm. Hala tozu durur üzerimde o acılı yolculuğun. Ölmek ve ardından yeniden doğmak gibi  bir şey. Ama gitmeyenlere anlatacak o kadar çok şeyim var ki! Dinleyip dinlememeleri umurumda değil aslında. Çünkü birileri dinlesin diye anlatmıyorum tüm bunları. Biliyorum, dinleyen birileri elbet çıkacaktır. Haritasına bakan ve yola çıkmak konusunda tereddütleri olan birileri mutlaka vardır. Hayır! Kimseyi umutlandırmayacak anlatacaklarım. Yolun yarısına gelmişleri bile geri döndürebilecek şeyler gördüm, duydum, yaşadım. Bir yerlerde başladı ve yine bir yerlerde sona erdi. Yani nerede başlayıp nerede bittiği hiç önemli değil. İnsanoğlunun karanlığından geçip geldim. Hayatta kaldım ama ayakta kalamadım. Elimdeki her şeyi yitirdim, hem de her şeyi… Yinede, pişmanım diyemem.

    İlk ve en büyük hatam kendimi bir postacı sanmaktı. Elimdekileri de mektup. Birilerine ait ve onlara ulaştırılması gereken... Postacı olmadığımı ancak en son adımımda fark ettim; dolayısıyla, elimde olanların yani aslında benim olması gereken ama başkalarına postaladığım sevgimin, inancımın, şehvetimin ve elimdeki diğer her şeyin de mektup olmadığını.

Daha en baştan yanlış bir hikayeydi, kabul ediyorum. Zaten bir hikaye yazmak için yola çıkmamıştım. Tek istediğim, masaldı. Masal olmak, masala karışmak. Olmadı. Başarısızlığımı açık yüreklilikle itiraf ediyorum size… Başarısız olmak o kadar da kötü değil. ‘Önemli olan denemekti’ de demek istemiyorum. Bahanelerim yok. Onları yaratmaya hiç çalışmadım. Çalışmak ruhuma aykırı bir davranıştır zaten. Ben yaradılıştan tembel bir adamım.

    Şiir kanıma karıştığından beri dünya bir şiir oldu benim için. Yazdım, okudum ve belleğime kazıdım onu. Kendim şiir olamayacağımdan, sadece insan olmaya çalıştım, insan kalmaya. Bunu öyle hemen kolayca anlamanızı beklemiyorum. Kendinize bir iyilik yapın ve eğer ilk duyduğunuzda kavrayamadıysanız ne dediğimi, kafanızı daha fazla karıştırıp anlamaya da çalışmayın.

    Dünyanın bir şiir olduğunu benden önce de söyleyenler oldu. Şiirin bir dünya olduğunu da. Bu sözler ancak ben söyleyince anlamlı geldi bana, belki  sen söyleyince de sana anlamlı gelir…

Baudelaire’le başlayıp Rimbaud’la ilerleyen ve Pavese’yle sona ermesini beklediğim ama sebebini çözemediğim bir şekilde Kavafis’e bağlanan hayatım şimdilik huzura ulaştı.  Yatağımda beni ısıtacak bir sevgilim yok, cebimdeki parayı saymaya kalksam beşe kadar bile saymam gerekmez, karnımın gurultusu saatlerdir durmuyor ve ne zaman duracağını da bilmiyorum ama huzurluyum sevgili okurum. Çok huzurluyum. Eğer bir sabır ve cesaret gösterisinde bulunup bu yazının sonuna dek yanımda kalırsan, bu huzuru bana bahşeden şeyin ne olduğunu anlayacağını sanıyorum.




“Çocukluğumla aramda kayıp bir an duruyor”
turgut toygar

    Çocukken cebime doldurduğum taşlar, büyüdüğümde, hayatın bataklığında dibe çökertti beni. Oysa o kadar çok sevmiştim ki onları… Bilmiyordum, bir yerlerde onları cebimden çıkarmam gerektiğini. Bilmiyordum, bu yüzden öğretmeye çalıştılar. Cebimden çıkarıp atmak yerine hep sakladım onları, bana, onları çıkarıp atmamı öğreten insanlardan. Sakladıkça daha da ağırlaştılar. Onlar ağırlaştıkça onlara olan sevgim ve tutkum da çoğaldı. Her adımımda beni bataklığın dibine doğru çekti onların ağırlığı. 

Batmaya başladığımı görür görmez; beni bırakıp, başkalarına öğretmek için bunları, yanımdan ayrıldı öğretmenlerim. Kurtulmam imkansızdı artık. Çamura bulanmıştım bir kez. 

Umursamadım bunu, kendimi terkedilmiş gibi de hissetmedim. Yalnızdım çünkü bunun üstesinden tek başıma gelebilirdim. Yalnızdım çünkü yalnız olmam gerekiyordu. Korku yalnızlığı yeğliyordu, cesaret de öyle. Böylece, neden korkup neden korkmayacağımı kendi başıma öğrendim.

Bataklığın üzerinden suyun üzerinde yürür gibi geçenlere ait korkular bana hiç yaklaşamadı. Aç kalmaktan korkmadım mesela ne de yeterince yiyememekten.  İştahlı bir çocuk sayılmazdım  ve matematiği bir tek yıldızları sayabildiğim zamanlar severdim. Fizik bir imla hatasıydı benim için, biyolojiyse çıplak bir kadındı gözümde. Coğrafya, coğrafya serserilere özgü bir dersti, yani benim dersim. 

    Doğduğum yerle aramda kayıp bir an duruyor şimdi. Annemle, babamla, ablamla ve çocukluk arkadaşlarımla. Anılarımızın üstüne oteller dikmişler mi diyordu Mazhar Alanson? Çocukluğumun anılarının üzerinde şimdi uydukentler ve otoyollar yer alıyor. İlk sigaram, ilk aşkım, ilk okuldan kaçışım ve ilk sustalım şimdi onların altında. Ben onların altındayım. Çocukluğumun şekilsiz mezar taşları…

    Asla çiçekler bırakmadım mezarlarıma. Su dökmedim. Mevlit okutmadım. Onları kendi başlarına bırakıp yeni mezarlar aradım hep. Buldum da. Kendini benim kadar çok ve sık yıkan ve yağmalayan bir başkası var mıdır, bilmiyorum. Eğer varsa dilerim bunu yapmayı benden önce bırakır.

    Kendimi yıkma alışkanlığı ki ben bağımlılığı demeyi daha doğru buluyorum, sanırım annemi ilk hayal kırıklığına uğrattığım an başladı. Yanılmıyorsam günlerden pazartesiydi. İlkokula başlamış mıydım, tam olarak anımsayamıyorum ama para saymayı biliyordum. Kaç paraya kaç çikolata alınacağını, bir büyük rakı alınca iki yüz elli liradan kaç lira artacağını da… Çok da önemli bir ayrıntı değil. Tıpkı ilk öpücüğümü anlamsız bir kadınla paylaştığım gibi, ilk sigaramın markası gibi, son aşkımın beni terk edince kollarına koştuğu adamın adı gibi önemsiz bir ayrıntı. O andan, bana bir tek hayatımın en önemli kuralı kaldı: “ne hata yapmış olursan ol, hep dürüst ol.”

    Anneme, bana bunu öğrettiği için çok müteşekkirim. Tanıdığım onca insan içinde bana en önemli ve anlamlı şeyleri hep o öğretti. O da tanıdığım insanlardan biriydi. Beni doğuran kadın oydu. Hayatta en saygı duyduğum kadın oydu. En çok sevdiğim ve en çok öfkelendiğim kadın da oydu. Tabii ki en çok onu üzdüm, en çok onu yordum. İnsanın annesinden böyle bahsetmesi biraz garip gelebilir size. Sık sık tekrarlanan ve çoğu aile için bir teraneden öte bir şey olmayan “çocuklarınızla arkadaş olun” öğüdü bizim evin sınırlarında bir gerçekti. Hem annem hem de babam, ablamla bana karşı arkadaşça davranmak konusunda çok cömerttiler. Arkadaşmışız gibi dertleşir, arkadaşmışız gibi kavga eder ve arkadaşmışız gibi birbirimizi, düşünmeden kırardık. Beni arkadaşlarım doğurdu, onlar yaşattı, onlar hayatta tuttu. En başta da annem, babam ve ablam.

    İki kardeş arasındaki zeka farkının çok çok az olduğuna dair bir şeyler okuduğumu anımsıyorum. Dürüst olmam gerekirse uzun bir zaman ablamın aptal ve tembel olduğunu düşünmüşümdür. Öğrenim hayatımın tamamında ondan birkaç adım ilerdeydim hep. Onu asla yarışacak bir rakip olarak görmedim. İç güdüsel olarak onu ilk rakibim olarak görmem gerekiyordu. Oysa hangi konuda olursa olsun daha yarışın başında benim kazanacağım belli olduğundan onunla yarışmaya kalkmadım hiç. Yıllar sonra, o çalışmaya başlayıp, ben onu iş yerinde görünceye kadar da böyle düşündüm.

    Kıdemli bir işi yoktu. Halkla ilişkiler vesaire, birkaç şirket dolaştı. Hepsinde de işten ayrıldığında arkadaşları üzüldü. Bunu gözlerinde gördüğümde ablamla gurur duydum. Aslında ben onunla yarışacak kadar iyi değildim. Bunu fark ettiğimde çoktan birileriyle yarışmaktan vazgeçmiştim. Yinede kendi gözümde ablamı kürsüye çıkarıp boynuna bir altın madalya taktım.

    Ya babam? Babamla ben; babaların sürekli çalıştığı ve çocukların zoraki umutları gerçekleştiremediği zamanların insanlarıydık. İkimizin de hikayesi Cağaloğlu’nun kağıt ve mürekkep kokan sokaklarında hemen hemen aynı yaşlarda başladı. O, on beşinde İnkılap Matbaası’nda çalışmaya başladı. Ben, on beşimde bir şiir dergisinde yazmaya başladım. O çalıştı, ben yazdım. O,çalışmadığı zamanlarda alkolden uykuya seyahat etti; ben, yazmadığım zamanlarda, yıkımlardan yıkımlara. Buğulu bir camın arkasından, yüz elli promilin üzerinde alkolle bakıldığında, en çok babama benzerim.