27 Haziran 2009 Cumartesi

UMUTSUZ AŞKA GAZEL

Gece yanaşmaz gelmeye
gelmeyesin diye sen,
bense gidemeyeyim diye.

Ama gideceğim ben
ısırsa da şakağımı bir akrepler güneşi.

Ama geleceksin sen
kavrulmuş dilinle tuz yağmurundan.

Gündüz yanaşmaz gelmeye
gelmeyesin diye sen,
bense gidemeyeyim diye.

Ama gideceğim ben
kurbağalara bırakıp dişlenmiş karanfilimi.

Ama geleceksin sen
karanlığın bulanık çirkefleriyle.

Ne gece yanaşır ne gündüz gelmeye
öleyim diye ben senin uğrunda,
sen benim uğrumda ölesin diye.


F. Garcia Lorca

24 Haziran 2009 Çarşamba

PER

A.'ya


I


sen ben duvarlara karşı sibel

masada aynı oyun
tuttuğumuz berbat bir el
sahnede aynı trajedi
iki insanın birbirini bulup yitirmesi

II

sen ben duvarlara karşı sibel
ikimiz yanyana
berbat bir per

yinede
her türlü blöfe
her türlü reste değer

Yusuf Ziya

18 Haziran 2009 Perşembe

Üzgünüm Prensesim

"Bir başkasının yerine ölümü tercih eder misiniz?" diye
sorulduğunda "evet" demişti genç adam hiç duraksamadan.
Bir başkası.
Başka biri.
Uğrunda ölünebilecek öyle çok şey varken neden
bir başkasına evet?
Bu sarışınların platini, kızılların kuzgunisi!
Kadınlar, kalpte yaşayan yaratıklar.
Elim bir kaza, dökülen onca gözyaşı.
Yüreğin fasılasız ağlaması.
Genç adam, aynı şey benim de başıma gelecek diye korkuyordu.
Aynı yıl doğmuşlar, aralarına dört aylık bir zaman birimi
takmışlar, öyle yürüyorlardı hayatın belirsiz pınarlarında.
Bakışlarındaki hüzün aslında
dünyanın aldığı son durumu yansıtıyordu.
Bu tür insanlar kendileri için yaşamazlar, güçsüz ve yalnız
insanlar için can verirler.
Bir an kendilerini düşündüklerinde, amansız ölüm yakalar mavi
gözlerin çölleri sulayan cennetini, cennetimi, cennetimizi.
Hani bir duruşu vardı hatırlarsınız,
ayakkabılarımızı ters giymiştik farkındasınız.
Şöyle bir geriye çekilir ağlar mısınız?
Göz yaşlarınızı toprağa sallar mısınız?
"Üzülme" diyor bir berber, genç adam traş olurken,
"onun bedenindeki sular bizim sularımıza karışacak.
Biz içeceğiz onu.
Hayat pınarından biz geçeceğiz."
Maskeli balolar, davetler, şık resepsiyonlar...
Alışamaz beden böyle modern acılara,
atarsın kendini okyanusun alevli kucağına.
Dünyaya getirirsin iki beden, biri senden diğeri erkeğinden.
Onca yaşayacak zaman,
alınacak milyarlarca nefes.
Ağlıyor genç adam Prenses, Prenses diye.
Dünyaya her gelen elbette gidecektir geri,
dakikası, saniyesi, salisesi belli.
Yinede üzülüyor kalpler.
Yalnız bıraktın bizi Prenses
çok erkenden.
Nasıl yaşayacak kalpleri zımbalı, gönülleri atlaslı bu topluluk?
Hatıraya satacak beyinlerini
yoksa hummalı bir hastalık kumkuması.
Rafine edilmiş kalp olamaz.
Güzel Prenses öldü, bu beden onsuz kalamaz.
Bir an duraksarsın ya, işte hepten
öyle durdu hayat.
Şimdi ne olacaksa olsun, bitsin bu korkunç fırtına.
Neyse ki zaman yoktur diye kulağa
fısıldamıştır; bir bilgi sağlaması yapılmış,
cetvelle ölçülmüştür kızıl tilkinin kürkü.
Hep bir ağızdan bağırıyor insanlar, "Prensesim gitme" diye.
O dokunuyor gaza, görüntü vermek istemiyor.
Verse son görüntüyü paparazzilere,
yıkılacaklar yere, pişman olacaklar
görüntünün hilesini çektiklerine.
Oysa gitmiştir Prenses bir saat önceden çağrılan yere,
o altın varaklarla süslü bahçelere.
Nasıl emin olur insan böyle hayatın gizlerine,
çok önemli bir soru değil bu;
gözlerindeki gemilere giden mektuplarından belli.
Bir duruş bu, dokunuş değil ki
bedeli ise verilen sırlarda gizli.
Hayata gözlerini kapadığı andan beri Prenses, esmer adam yemeden
içmeden kesildi, sanki dünya nimetleri bir anda bitti.
Biraz gönül tedavisi, biraz beyin jimnastiği,
kendine geldi esmer adamın matemi.
Fakat unutmak terk etmek değildir; her zaman bilinenin aksine
kürek çekmek kurtarır insanı.
Böyle bir beden
ışık saçan dümen,
yıldızlara ulaşan
gönülsüz üzgün Prenses.
Bir ses akıyor, dünyanın portakal kaplı çatısına yıldızlar
kayıyor ağlayarak.
Atmosfer şişmiş, dokunsan patlayacak.
Efsunlanmış Prenses'imin sesi yıkıyor dünyanın çatısını.
Ah, dedikçe esmer adam,
Prenses'ten ses geliyor:
Dayan esmer çocuk çekiyorum seni yukarı.
Galler ki dünyanın eski boynuzu,
Prenses'e veda diyor eski bir tarım işçisi
ırmaklara, çöllere, bulutlara veda ediyor.
Büyük bir fırtına çıktı allı yeşilli,
ırmaklar kabardı, filler haykırdı.
Kainatta gözle görülür bir şıklık,
yıldızlar da ağlıyor usulcacık.
Güneş bir anlığına durdu, ısı vermiyor taşa,
ağlıyor insanlar Prenses'in son duruşuna.
Neden sevdim ki seni Prenses,
belki eski kavimlerden hissettiğim serkeş.
Asil olmak yakışmaz,
bazı D.N.A.'lar birbirleriyle barışmaz.
Evet, kıskanıyorum bu terk edişi,
bu asil ölümü.
Yanına geliyorum,
ruhunu ezbere biliyorum.
Dağlara sesleniyor,
Prenses, Prenses Di'yorum(!)
Tüm kornaların sentaksını
değiştiriyorlar, Do-di. Do-di, diyorlar.

Metin Kaçan

14 Haziran 2009 Pazar

Padişah ve karagözcüsü









III. Selim'in karagözcüsü, Padişahının karşısında Karagöz oynatıyormuş. Zengin bir adam rolünde olan Karagöz, bir ara uşağına sesleniyor, 'Seliiiim!' diyor, aksiliğe bakın ki uşağın adı Selim. Padişah bunu duyunca, 'Buyur!' diye yanıtlamış karagözcüsünü. Karagözcüsü donakalmış, susmuş, sonra püf diyerek mumu söndürmüş. Padişah 'Şaka ettim, şaka...' diyerek adamın gönlünü almak istemiş ama kırdığı potu meslek ahlakına yediremeyen karagözcü, efendisinin izniyle hacca gitmiş, orada ölmüş.





Bilinen, meşhur bir hikayeymiş bu. Ben Melih Cevdet'ten öğrendim, oradan(İmge Ormanları) naklettim. Pot kırmakla başlayıp, meslek ahlakı ile biten çok hoş bir denemeydi.

10 Haziran 2009 Çarşamba

* * * *

Bütün saatler durdu
ve yeniden kurdular kendilerini;
uzanıp ellerine bıraktım,
hayatımın bundan sonraki hikayesini.
'Hiç yorulmadım'
dedim sana,
'Hadi! Yor beni.'


Güray ONOK