29 Ocak 2007 Pazartesi

Şekilsiz Yazılar-2

The times are tough now, just getting tougher
This old world is rough, it's just getting rougher
Cover me, come on baby, cover me
...
Promise me baby you won't let them find us
Hold me in your arms, let's let our love blind us
...
This whole world is out there just trying to score
I've seen enough I don't want to see any more,
Cover me, come on and cover me(1)

Aç karnına, guruldayan bir karınla, çaresizlik ve yoksulluk içinde, asla geçip gitmeyeceğini sandığım bir yalnızlık çağının tam ortasında, saçım uzarken ve kısalan aklımı bir bok sanıyorken, hatamı maharet gibi ona buna anlatıyorken, bedenimi evcil bir hayvan gibi gezdiriyorken sokaklarda, hala ümidim vardı…Tuhaf olan elimdeki valeyi hiç kullanmamış olmamdı. Belki de çoktan pişti yapmış olabilirdim ama bu niyetle oturmamıştım oyuna. Ben sadece iyi zaman geçirmek istiyordum, tıpkı şimdi yaptığım gibi...

Peki neydi iyi zaman? Kırlangıç yavrularının yumurtadan çıkmasını beklemekti. İlk gelinciği görüp yanına koşup çocukça sevinmekti. Borçlanmadan yaşamaktı; dostlara, aşka, kavgaya, unutuşa, sevince ve hüzne...

Yinede düşüp dizlerinizi kanatabiliyordunuz. Ben çok fena kanattım. Hatta doktorlar altı aylığına koşmayı bile yasaklamışlardı zamanında bana. Anneme göstermeden, belli etmeden çılgınca koşup durmuştum, dehşet acılar çeksem de. Neden koşmamam gerektiğini çok iyi anlamıştım. Tüm budalalığıma rağmen hep iyileştim, kötürüm kalmadım. Veremle olan kan davamı bile hatırlı büyükleri araya sokarak tatlıya bağladım. Hala korkarım bir gün yeniden hortlayacak diye. Yinede sigarayı bırakmaya henüz niyetim yok...

En karanlık gecelerden birinde kayan bir yıldız diledim ve bir yıldız kaydı, sonra “gel artık!” dedim “havalar ısınınca kardanadamlar ölür”(2) ve bekledim…Çoook bekledim. Öyle ki bekleyiş halindeyken beklediğimi unuttum. Ne yaptığımı bilmeden bekleyedurdum. Bu arada bir çok şeyden sıkıldım ve hayatımın yasalarını değiştirdim. Parlamentoyu fesh edip bazı topraklarımı azad ederek kendi krallığımı kurdum.

Bu krallığa bir kraliçe gerekeceğini hiç düşünmemiştim. Kuruluş fermanında böyle bir zorunluluk yoktu. Sonra sen geldin. İlk gülüşünle sardın halkını, bağrına bastın. Bu krallığın senin için kurulduğunu, bu krallığı senin için kurduğumu anladım.

Havalar henüz ısınmamış, kardanadamlar ölmemişti. Hayat tabi ki zordu ama henüz birimizi bile tüketememişti. İyi ki sarıldın bana...

Şimdi bu krallığın yolunu gösteren tek haritayı sana veriyorum. Kaybolmama izin vermeyeceğini biliyorum...

1: Bruce Springsteen, Cover Me
2: Hakan Akdoğan, Nü Peride

27 Ocak 2007 Cumartesi

Şekilsiz Yazılar-1

Yazmak eylemi okumak eylemi olmaksızın hiçbir işe yaramaz. Okumak eylemi ise yazmak eyleminden yoksun olduğu zaman daha değerli gelir bana. Stanislaw J. Lec’in aforizmalarına bayılırım, hemen yapıştırıvereyim buraya bir tanesini: “binicisiz at yinede bir attır, atsız binici ise sadece bir insan.”

Gerçeğin pek çok yüzü, estetiğin pek çok aroması vardır. Anlam bir yerde durmaz, hal içinde değildir. Anlam bulunur, her zaman bir keşiftir. Kişinin apoletleri ve madalyaları olmaksızın daha değerli olduğu ‘yanılgısı’ ile yaşarım. Başkalarının doğrularının karşısında kendi yanlışımı itinayla(inatla değil) sevmemin açıklamasını yaparım yapmasına da çok zaman ve onlarca paragraf gerektirir bu durum. Sizi keşif peşine salmakla yetineyim şimdilik.

Fikir önderlerinin yerlerini sanki bir köşe kapma oyunundaymış gibi çocukça bir kabalık ve küstahlıkla kapan, işgal eden, üstelik imar planını tamamıyla değiştirip arazi değerini düşüren kişiler; çocuklarının oyun oynayamayacağı, dostlar edinemeyeceği, gülümseyemeyeceği hatta nefes bile alamayacağı bir dünyayı müjdelediklerinin farkında değiller sanırım. Hiçbir insan hiçbir insana bile bile böyle bir şey yapamaz çünkü!

Köşe taşı köşede yaraşırmış bir zamanlar, şimdiki ‘küresel’ dünyada köşe taşlarının yok farz edilmesi şekil itibariyle doğru. Oysa “şekillerdir şeklimizi bozan”(S.J.Lec). Doğaya uyumla ya da doğallıkla ilişkilendirilen şeylerin en yapay göründüğü(hatta komik) bir zamanda biri çıkıp artık şunu itiraf ve ilan etmelidir: Hepiniz yanılıyorsunuz. İnsan doğanın bir parçası değildir!

20 Ocak 2007 Cumartesi

UĞUR MUMCU’nun ardından…

Uğur Mumcu benim Amerika’mdı. Kolomb gibi Hindistan’ın peşine düşmüştüm ve karşımda yepyeni bir kıtayı, Amerika’yı bulmuştum. Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün ertesi günü sabah gazetesinde Hıncal Uluç’un köşesinde bir şiir görmüştüm. Başlığı “Hüzün ve Serseri” idi, yazarı da Charles Baudelaire. Hıncal Uluç Uğur Mumcu için koymuştu o şiiri köşesine ama onun da bilmediği Uğur Mumcu’nun benim ve benim gibi daha birçokları için Hıncal Uluç’a fısıldadığı idi o şiiri. Şiirle bulanan yürek kir tutmaz çünkü…

Şiirle bir süredir temastaydım ama şiir yazmak bir uğraş değildi benim için o zamanlar. Baudelaire’in Hüzün ve Serseri’si şiirin peşinden koşma tutkusu yaratmıştı bende. Hemen kitapçıya gidip Paris Sıkıntısı’nı almıştım. Devamında da Paris Sıkıntısı’nın her harfinde bulduğum ipuçlarını takiple özenli bir şiir hafiyesi olmuştum. Uğur Mumcu’nun bana imzaladığı formasıydı şiir. Yıllar içinde başka şeyler de edindim ondan…

Gazeteleri çok takip etmedim, bilinçli bir seçimle, Hrant Dink cinayetinin ardından. Belki de başka bir Güray Onok daha izlerin peşine düşmüştür bu sebeple, dilerim böyle olmuştur. Hrant Dink formasını birileri için imzalamış ve yaşadığı süre içinde bizlere bıraktığı bir şeylerin peşine düşecek birileri de vardır.

Kanla yazılmış bir tarihin içinden öfkeden çok iyi niyet ve hoşgörü ile dürüst bir insan olma çabasına girmiştim. Başardığımı ya da başarısızlığa uğradığımı söylemek için çok erken. Henüz 26 yaşına basmak üzere biri için bir şeyleri başarıp başarmadığından söz edilemez.

Her köşesinde binlerce yıldır sayısız pislik olan bu coğrafyada, tüm olan bitene rağmen güzel insanlar olacak hep. Varlıkları da yoklukları da kendi güzellikleri gibi güzel şeylere sebep olmaya devam edecek.

Derdini çok da dillendirmeyen bir başka azınlığın içinden güler yüzlü bir Bektaşi olarak selamlar olsun diyorum tüm güzel insanlara…Uğurlar olsun!..

HÜZÜN VE SERSERİ
Agathe, uçtuğu var mı ruhunun ara sıra,
Büyülü, mavi, derin ve ışıl ışıl yanan,
Bambaşka denizlere, bambaşka semalara,
Şu kahrolası şehrin simsiyah havasından?
Agathe, uçtuğu var mı ruhunun ara sıra?

Deniz, tek tesellisi günlük ıstırapların!
Acaba hangi şeytan veya hangi mucize
Her ulvi çalkanışta muazzam bir rüzgarın
Orguyla uğuldayan denizi verdi bize?
Deniz, tek tesellisi günlük ıstırapların!

Hey trenler, vapurlar beni buradan götürün!
Ne var gözyaşlarından çamurlar yoğuracak?
Ara sıra der mi ki Agathe’nin ruhu, üzgün,
“Nedametten, azaptan ve ıstıraptan uzak,
Hey trenler, vapurlar beni buradan götürün!”

Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet,
Ey, sadece sevincin, aşkın ürperdiği yer,
Ey her ruhun içinde boğulduğu saf şehvet,
Ey bir ömür boyunca gönül verilen şeyler!
Ne kadar uzaktasın ey mis kokulu cennet!

Ah o yeşil cenneti, çocuksu sevdaların,
O koşuşlar, demetler, o şarkılar, buseler,
İnildeyen kemanlar üzerinde dağların
Akşam, korkuluklarda şarap dolu kaseler!
Ah o yeşil cenneti, çocuksu sevdaların.

O bilinmez zevklerin yüzdüğü masum belde
Çok daha uzakta mı yoksa Çin’den, Maçin’den?
Beyhude bir arzu mu inildeyen dillerde,
Canlanan bir hayal mi billur sesler içinden,
O bilinmez zevklerin yüzdüğü masum belde?

Charles Baudelaire
(çev:Sait Maden)