26 Mart 2009 Perşembe

Tiki kabilesi

Tiki kabilesi Adem Sarıkaya'nın ilk kitabı, pek çok yönüyle iyi bir demo albüme benziyor. Kayıt (editasyon ve baskı) sürecindeki aksaklıkları hoş görürseniz eğer -ki bunu yapmak için çok da büyük bir çaba harcaması gerekmiyor iyi bir okurun- size eğlenceli ve fantastik bir hikaye vaad ediyor.

Kitabın pek çok kahramanı var aslında; ama bizler gözlerimizi, bu kitap için (Tiki kabilesi bir dörtlemenin ikinci kitabı ) Sapsız Mahmut ile açtığımızdan uzunca bir süre baş kahramanımız olarak görüyoruz onu. Neredeyse tüm karakterlerin çok güçlü, çok boyutlu yaratılmış olması Tiki kabilesi'nde biraz aklımızı karıştırsa da, kitabı okuyup keyif alanlar için serinin diğer kitapları hakkında oldukça heyecan verici ve merak uyandırıcı bir ortam yaratıyor.

Tiki kabilesi'nin temel hikayesi Sapsız Mahmut'un Yağmurla Yıkanan Tin'e dönüşüp hiç tanımadığı bir dünya ve toplumda yeni bir hayat kurması.

İlk fırsatta Adem Sarıkaya ile röportaj yaparak kitap hakkında daha geniş bilgileri ve açılımları size sunacağım. Adem Sarıkaya röportajı ile bu blogdaki röportaj serimin de açılışını yapacağım...

19 Mart 2009 Perşembe

Öldürülmüş, öldürülecek sevgililer

"...Öğlenlere terk edilmiş evlerde, odalarda uyanmayı sevmişimdir hep. Bazen bir kap çorba, bazen ılık bir oda, bazen de sırf eve gitmemek için konakladığım her mekan ve insan, ev sahibi hissi uyandırmıştır bende. Misafirliğin görgüsünden yoksun olduğum için değil. (Genellikle öyle gibi görülsem de...) Misafir olup olmamayı kendi seçimime bıraktığım, henüz misafir olunacak bir yer ya da insanla karşılaşmadığım için.

Misafir olmak bir şey olmak demektir. Bir şey olmak, lüzumsuz gelir bana. Ben olmak zaten başlı başına çok ağır bir sorumlulukken, neden daha fazla sorumluluğa gönüllü olayım ki? Bu, asıl olmam gereken şeyden taviz vermek demek değil midir?

"O çok iyi bir ..........'ydı." Noktaların yerine ne koyarsanız koyun, bu cümlede ve bu cümleyi kuran herkes için 'o' olacaksanız ne anlamı var ki? Şu tembellerin tembeli insanoğlu, 'o' sıfatından daha kısa bir isminiz olmadığı sürece; doktor, avukat, öğretmen, koca, baba ya da kendinizden öte her ne olmaya daha çok çabaladıysanız, o olarak anacaktır sizi.

"O çok kötü bir ........'ydı." Bu cümlenin diğerinden daha beter bir yargısı yoktur. "İyi" demekle de, "kötü" demekle de sizi 'insan' olarak görmediğini beyan eder kişi. Hiçbir insanoğlu "iyi" ya da "kötü" olamaz. Bu yargıyla hiçbir insan yargılanamaz...Nail Hikmet'sinizdir, Orhan Gediz'sinizdir, Yaşar Yörükoğlu'sunuzdur, Güray Onok'sunuzdur...Ama insanların pek çoğu asla bunun farkına varamaz...

Kadınların yanında barınamamamızın en önemli sebebi buydu, kadınların yanımızda barınamamasının...Rüyalarının erkeği olup olmama tercihini tanımaz size kadınlar, tıpkı hafızalarından sonsuza dek silinecek kişiler olma tercihini tanımadıkları gibi...Bu yüzden, tanımlanamayacak kadar kısa ikamet edeceğiniz insanları tercih etmeye başlarsınız, hayatınızın figüranları olarak. Karakter oyuncuları zaten belirlenmiştir ve bu, bütçenizi aşmanıza yetip artmıştır bile . Hayatınızın karakter oyuncularının daha iyi teklifler almamalarını umarsınız ya da başka karakterler olmak istemelerine sesinizi çıkartamazsınız. Batmış bir projedir hayatınız. Kör topal sonunu getirmeye çalışırsınız...

Herkesin çoktan bir yerlere yollandığı evler, odalar; adım atmak konusunda isteksizlerin en isteksizi olanlarımızı mutlu etmek için kafidir. Biraz ortalıkta dolanır yiyecek bir şeyler, okumaya değer kitaplar, dinlemekten keyif alacağınız müzikler ararsınız...Zaman can çekişirken, ona ne elinizi uzatırsınız ne de ambulans çağırırsınız. Birilerinin geri dönmesi muhtemel saatlerde de kapının arkasında ne olduğunu görebilmek umuduyla, kendinizi dışarı atarsınız..."

( "Roma'nın Doğusu"ndan çıkarılan parçalardan )

15 Mart 2009 Pazar

GECE VE KADIN

ölü bir babanın hüznü aydınlatıyor
yanındaki adamı. tören çelengi gibi
sunulmuş hayatına

en çok anneme inandım:
her yaramazlığımın sonunda
siyah pardesüsünü giyip bir trenin
altına atardı kendini

adamın sırtı dönük yüzü çok
uzaklarda. bir delik açılıyor gövdesinde
gecenin kemirdiği

katılaştım artık kalbimden kayan
içimde çürüyen yıldızlarla
o tren
bu yataktan geçiyor sanki

bir yudum su içiyor
uzanıp sabaha kuruyor saati



Cahit ÖKMEN


----------------
yıllarca sayıkladığım bir şiiri; gecenin sonunda, virgüllerin ve sıkıntıların kuşatmasından kurtulduğum bir anda buluvermek... sabah olduktan sonra saate uzanmak ve gülümsemek... "o tren bu yataktan geçmiyor artık" demek... bunu mutlaka yazmalıyım... ama şimdi değil...

6 Mart 2009 Cuma

Harfleri büyütünce büyümez söylediklerin

"boğulmuş kediler bulurduk her sabah tanrıya giderken.
-miyav, derdi içimizden biri.
içimizden herhangi birinin gözleriydi
hep içimizi titreten."

k. İskender


kırık dökük, akordu bozuk, o upuzun ellerimizden düşüncesizce güne bağışlanan... ahh! elbette perişan... olamadığımız, benzeyemediğimiz... ah! lütfen... ellemeyiniz.

her intihar alkolle iflah olmaz. biliniz... alkolle iflah olmaktı bizim yegane asaletimiz... sustuk ve özgür bıraktık tüm kelimeleri cümlelerinden, dizelerinden... dizlerimizin dibinde olsa olsa sümsük olurdular. bırakalım adam olsunlar...

çıktık ve geçtik geçitlerini vazgeçmelerin. hizada dursaydık hizaya gelmemize lüzum kalmayacaktı.

23 Şubat 2009 Pazartesi

SENİ ÖĞRENMEYİ SEVİYORUM... ( Ne yazık ki hala haylaz bir öğrenciyim... Ama söz, tatilde çalışıp kırıklarımı düzelteceğim...)

Seni beklerken içime doluşunu izledim hayatın. Yanılgılarım birer ikişer patlayan balonlardı ve balolara hiç çağrılmadım. Küf tutsun diye yağmura bıraktım gençliğimi. Tanınmasın istedim, bilinmesin istedim değeri. Gerçekleşmeyecek hayaller sandım dudaklarından dudaklarıma dökülen mucizeleri.

Kışları neden öylesine sadakatle seviyordum?.. Karı ve kapanan yolları... Dışımdaki tenhalığı kader mi sanıyordum?.. En eğlenceli hastalığımdı cevaplara sorular aramak. En çok bunun için karıştıyordum kitapları. Masalları da böyle buldum, tüm mutluluklarım gibi hasbelkader...

Seni ararken sona erdireceğimi sanıyordum kendimi. Seni bulunca, seninle... Sonları ne çok seviyoruz ahh!.. Masallar bile öğretemiyor demek ki bazı şeyleri...

11 Şubat 2009 Çarşamba

SÖZ UÇAR YAZI KALIR

2000 yılının sonbahar ya da ilkbahar aylarıydı, tam hatırlamıyorum... Eskişehir'de aylak aylak dolanıyordum. Telefonum çaldı. Arayan kadim dostum Değer. "Yakınlarında kitapçı var mı?" diye sordu. Araması bile öylesine şaşırtıcıydı ki, sorusuna şaşırmaya fırsat bulamadım. Yanlış hatırlamıyorsam, o yıl arayıp doğum günümü bile kutlamıştı... Yok, yok, asıl hayırsız benim, dostumu itham altında bırakmak istemem. Karşılıklı olarak, vefanın arayıp sormak değil, gönülde kalıcı olmak olduğuna inanırız...

"Var." dedim.

"Altay Öktem'in Şeytan Aletleri diye bir kitabı çıkmış. Gidip şu sayfasını aç..." dedi.

Gidip açtım. Değer'in Kybele'de yayınlanmış bir şiiri vardı. 'Hava atıyor pezeveng!..' dedim kendi kendime. O baskısı elimde olmadığı için tam emin değilim ama muhtemelen arka sayfada ya da karşı sayfada da benim Kırışık'ta yayınlanmış metnim vardı. Altay Öktem Kybele ve Kırışık'tan eski iki sıra arkadaşını (orta-1'de aynı sırada oturuyorduk Değer'le) almış... Hoş bir duyguydu. Kitabı alıp bol bol hava atmıştım... Sonra o kitap kayboldu...

Vaktiyle sevgilim, şimdiyse nişanlım, doğum günümde bana o kitapla beraber yüzük takmam için parmağını da uzattı... Yeni bir aile ve taptaze umutlar verdi...

İşbu sebeple epeydir yoktum. Artık varım...

** Yeni baskıda, bizim Eskişehir hatırası Kayra da var... Bu da başka bir sürpriz oldu...

9 Ocak 2009 Cuma

PAUL MOFFAT

























Daha önce Morrisey'li fotoğrafını kullanmıştım. Fotoğraflar Paul Moffat'tan... Duvardakiler de Jane Bown'dan...