23 Aralık 2008 Salı

Noel...

Masalımı sana anlattım,
Çünkü sendin benim masalım...

Senden başka kimse inanmaz bana...
İnanmasın...

17 Aralık 2008 Çarşamba

TİRYAKİ

Bir yerlere bağlı hissedip durdum kendimi. Hayallerimi, çaresizliklerimi bağlayan o kadar çok şey vardı ki… Hiçbiri umrumda değildi de, hayatımı, şöyle baştan ayağa değiştirmeye üşeniyordum. Alışık olduğum su birikintilerini okyanuslara yeğliyordum. Kalırsam, zaman beni haklı çıkaracaktı. Gidecek yerim olmadığına göre, bundan başka avuntum da olamazdı.

Aslında herkesten daha yoksuldum. Neden gitmediğimi sorup durdular bana, gitmek diye bir seçeneği olmayanlar. ‘Gidebileceğimi bildiğim için’ dedim.

Böyle tiryakisi olmuştum sigaranın ve böyle, tiryakisi oldum…

Sayılı gün geçip gidecek ve bırakıp tiryakiliklerimi, bağlayıp gözlerimi, koşmaya başlayacağım…

Neden mi?

Düşmeyeceğimi biliyorum çünkü…

3 Aralık 2008 Çarşamba

Televizyonun üstünde senin dantelin dursun...

28 Kasım 2008 Cuma

KÖTÜ ÇEVİRİ

Yazı’yla uğraşanlar, elbette yazarla da uğraşacaklardır. Sıradan bir matematik bilgisine sahip, en azından kümeler konusunu görmüş biri bilir ki, bu varsayımdan, doğal olarak “yazarlar elbette yazarlarla uğraşacaktır” sonucu çıkar.

Yazarlardan daha çok, sadece yazı’yla ilgilenenler uğraşırsa eğer yazarlarla; işte bu, hiç de iyi olmaz… Uğraşsınlar da canım, topa ayağı değmemiş futbol (takım) yorumcuları gibi de ahkam kesmesinler.


“Bu dilbilgisi yanlışı değil, babası, babası!..”

Eleştirmenler, yazın sanatının (ve genel olarak sanatın) hakemleridir. Merkez Hakem Komiteleri’nden ‘Yürü yavrucağım sen de bu yolda’ iznini almış kişilerdir. Tıpkı Türk Futbol Hakemliğinin geldiği nokta gibi, Avrupa ve Dünya’da hiç tanınmayan bir yazarımız ya da şairimiz kadar bile tanınmaz hiçbiri… O halde, hiç durmayalım, YABANCI ELEŞTİRMEN GETİRELİM (!)

Eleştiri kurumuna da, eleştirmenlere de olabildiğimce –ki cürmüm kadar yer yakarım- taraf olsam da; hiçbir zaman cesaretimi toplayıp da o yolda yürümeye niyetlenmedim. Bahanem hazırdı: O kadar yeteneksiz değilim ki ben!..

Bir de, alaylıdan okulluya geçiş dönemimde, edebiyat konusunda rütbe veren bir okul değildi de; eğer, yeterince çabalarsanız, yalakalık yaparsanız ve şansınız yaver giderse, sinema konusunda laf geveleyebilecek rütbeler almanız mümkündü… İşte o vakitler, dehşetle fark ettim ki, tüyü bitmemiş veletler önüne gelene sallıyor… Çok tanrılı bir inanç sistemi olan sinemada; tanrılara, yüzü gözü hürmetlerine bile saygı gösterilmiyor. “Aman allahım!” dedim. “Beni bu boklarla aynı çukura attın ya, sen soktun sen çıkar…” Kendimce bir kefaret orucu geliştirip Yurttaş Kane’i izlemeden kurtulmayı başardım o çukurdan… (Lütfen bunu saygısızlık olarak algılamayın… Geçenlerde bir maçta rakip takımın gol atmasına vesile olan bir futbolcunun, devre arasında oyundan çıkıp, çıkmakla kalmayıp stadyumu terk etmesi üzerine söylediği gibi: “O andan itibaren tek bir isteğim vardı: rakip takım oyuncularına zarar vermek. Ben de, bunu yapmaktansa eve gidip uyudum” )

Düşüncelerimi yazıya spontane olarak çevirebilecek kadar iyi bilmiyorum ne yazık ki düşünce dilimi. Bu yüzden; bazen birkaç cümleyi, bazen de paragrafları atlayıp duruyorum. Kimi zaman, kendi yazdıklarımı okurken farkına varıyorum bunun… Ne yapayım, beni eğitemeyenler utansın…

Sıklıkla lafı yarıda bıraktığımı fark etmişsindir sevgili okur. Niyetim, çoğunlukla, sadece beni anlamaya uğraşman ve belki bir gün, düşüncelerimin dilini benden daha iyi konuşabilmen, anlayabilmen ve çevirebilmen… Gerçi bu diploma ile hiçbir işe almazlar ya seni, bilgiden zarar gelmez… En fazla anarşist manarşist olursun… Kötü mü?

25 Kasım 2008 Salı

AŞKIN İMKANLARI ( Birinci ya da tek bap )

*
Cumartesi akşamı, Trabzon’un bir yerlerinde ( ki benim için her yeri, herhangi bir yer kadar yabancıydı ) açık havada, ağaçların ve kömür kokusunun altında; tuhaftır, ardı ardına devirirken çayları, çok güzel bir aşk hikayesi dinledim…

Bana yakın. Çok yakın ve sımsıcak ve samimi…

Sonra o, aşkın devrinin kapandığını söyledi. Dedi ki: “Geçti… Bir kerelikti…”

O ana dek söylediği her şeye katılmıştım ama buna katılmıyordum. Biraz geveledim, beceremeyince sustum… “Cümleten geçmiş olsun!..”

Gittim, Tanjant diye bir semtte uyudum.


**


Pipimin neden yanıp durduğuna anlam veremediğim zamanlardı. “Seni seviyorum ama değişmeyeceğini biliyorum.” Dedi kız, oğlana. Oğlan “Değişirim.” dedi ama bir şeyi değiştirmedi bu. Birbirini gerçekten seven iki kişiyi böylesine ayıran bir şeyi ilk defa görüyordum. Aslında umrumda bile değildi olup biten. Yarım şişe birayla sarhoş olduğum zamanlardı ve o yarım şişe birayı içebildiğim tek yerdi o sevdalıları ayıran çamların altı…

Günler sonra; oğlan, ancak bir büyük rakıyla açabildiğinde gözyaşı bezlerinin vanasını, üzüldüm onun için… Ve günler sonra; oğlan, masanın üstüne yatırıp da bacaklarını omuzlarına aldığını iddia ederken kızın, kız şöyle anlatacaktı aynı olayı arkadaşlarına: “Omzuma yaslanıp hüngür hüngür ağladı…” Ben kıza inandım, sizi bilmem…


***


“Karımı seviyorum ben!..” Benim için aşk, işte bu haykırıştır… “Kim ne derse desin, karımı seviyorum ben!..”

...










...4440 fırın sponsor olsa; değil 40, 10, 1 fırın, bir dilim ekmek bile yiyemem. Bana pastalar gerek ah! Marie Antoinette…









Yazar olmak hayaliyle büyümüş bir çocuk değilim. Daha da ümitsiz bir vakaydım, şair olmak isterdim…

Neyse ki, kendime olan hayranlığımla; fazla gürültü koparmadan, ona buna bulaşmadan dindirdim şairliğimin ergenlik isyanlarını
.



16 Kasım 2008 Pazar

VERTİGO MU KLOSTROHOBİ Mİ?

Çocukluğuma uzanan çok derin kökleri vardır yükseklik korkumun. Her baş etmeye çalıştığımda, anında beni yere serer… Bozdoğan Kemeri’nin altı üstü 3-4 metrelik, kolay kolay kimsenin gözünü korkutmayan yüksekliği ile bile baş edemeyip; zavallı, hatta komik durumlara düşürmüştü beni…

“Ne olacak ki canım? Yükseklerde gözüm yok zaten...” derdim. Demez olaydım!

Çocukluğumdan beri; kapalı, dar yerleri severim. Masa altlarında, yüklük üstlerinde büyümüş bir çocuğum. Küçük, kapalı yerlerde kendimi, çoğunun aksine oldukça rahat hissederim.

İstanbul’dan Rize’ye çizdiğim alternatif rotalar içinden; bir an gaza gelerek mi demeli, beterden kaçarken beterin beterine koşmaktan mı ne, Trabzon’a kadar uçakla gidivereyim dedim…

Demez olayım mı?..

Uçağın kapalı ve dar atmosferinin rahatlığı pek hoştu doğrusu. Tabii sadece uçak piste çıkana kadar…

Vaktiyle, “Hayatta uçağa binmem!..” demiştim ya, her ne için kursam bu cümleyi, sanki illahi kader vermek zorunda ağzımın payını… Ahh!.. Aptal çocuk. Kapasana artık çeneni. Hiç mi ders almadın?!

Uçak yerden kesilir kesilmez beynimde sikişen fillerin ortasına fare dalmış gibi oldu. Düşünmek mi? O da ne?.. Mantığım ücretsiz izne çıktı ve kapadığım gözlerime rağmen uçağın yerden yükseldiği her metreyi hissedebiliyordum. “Ama ben kapalı yerleri çok severim” demeye çalışmama rağmen olmuyor, olmuyordu…

Allahtan hava kararmıştı ve şehrin aydınlığını birazdan geride bırakacaktık. Hafifçe gözlerimi araladım. Yanımdaki adam sanki sadece camdan dışarı bakmak için yaratılmıştı ama her neyi görmeye çalışıyorsa, belli ki başarılı olmakta zorlanıyordu… Rahatlayıp açtım gözlerimi. Başımı hafifçe geriye yaslamamla beraber sağ taraftaki camlardan şehrin ışıklı yollarını gördüm. Üstelik tek ayağı kırılmış bir masa gibi yamuktu görüntü. Gözlerimi sıkıca kapadım…

Bir süre sonra herhangi bir eğim hissetmez oldum. Gözlerimi açtım. Camın dışında kesif bir karanlık vardı. Ohhh!

“Ben… Severim kapalı, küçük yerleri….”

Hadi oradan!..



14 Kasım 2008 Cuma

Telefon sapıklığı, ilk öpücük...

O bir paket Marlboro aldı, ben bakkaldan kola aşırdım. Ceviz ağaçlarının yanından geçip, çamurlu patikaya daldık. Kalabalık bir kaz sürüsü havada daireler çizip göle indi. İki adet silah sesi duyuldu ve kazlar havalandılar... Manzaraya kanaat getirip yaşlı bir meşenin gölgesine oturduk. Ben kolayı açtım, o bir sigara uzattı. Karşılıklı sigara tüttürüp kola içerken street fighter üzerine konuştuk... Ben hiç anlamazdım da, o, yeni keşfettiği bir özelliği uzun uzun anlattı... Sonrasında iki el silah sesi geldi, ilerideki elma bahçesinden kargalar havalandı... Sustuk...

Hiç konuşmadan ikinci sigaralarımızı da yaktık...

"Hiç telefon sapıklığı yaptın mı sen?" diye sordu.

"Nasıl yani?" dedim...

"Bir süredir A.'yı arıyorum ben." dedi.

"Neden?" dedim, duymadı...

"Anne babası evde olsa da o açıyor telefonu." dedi, "Ama bir kaç kez üstüste ararsam... O zaman babası açıyor..."

"Saat kaçta arıyorsun?" diye sordum...

"8-8,5... Değişiyor.... Daha çok akşamları..."

"Nasıl bir şey?.."

"Sesini duyunca... Yani, genellikle sadece 'Alo' diyor ama, onu bile duymak ağzından... Çok güzel bir şey..."

O.; A.'yı seviyordu. Uzun zamandır... Bunun çok yakından tanığıydım. Hiç kız
arkadaşım olmamıştı ama sürekli O.'ya nasihatler verip duruyordum. Onun da olmamıştı gerçi... Daha 10 yaşındaydık... Dar bir çevrenin çocuklarıydık ve sevgili olabileceğimiz çok da fazla kişi yoktu açıkçası... O. A.'yı seviyordu, ben T.'yi... Neden bilmem, o günden sonra ben de A.'yı aramaya başladım. Sesi, O.'nun söylediği etkilerin aynısını bana da yapıyordu... Neden T.'yi aramamıştım da A.'yı aramıştım?.. Bilmiyorum...

***
Henüz hiçbir kızı öpmemiştim.

"Hiç öpüştün mü?" diye sordu.

"Hayır!" dedim.

"Öpüşmek ister misin?"

"Hayır!"

Neden istememiştim ki?! 'Beni öper misin?' dese, öperdim. 'Seni öpebilir miyim?' dese, izin verirdim. O saniye, an öpüşmek istememiştim.

İstanbul - Rize, Rize - ???

Çoook uzun bir zaman sonra kendi yazdıklarımı kağıt üstünden okudum. Ortalığı çekip çevirdim, ki gerçekten iyi geldi. Sefer yapmayan, hurdaya çıkmış bir belediye otobüsü olsam da, 'hadi bi yıkayıvereyim kendimi' dedim. Hem bakarsın 'pimp my ride' da Türk Televizyonları'na düşer de, birileri de tutar bu zavallının elinden. Hazır olmak lazım...

Woody Allen meselesine ek yapacaktım da... Sıkıldım daha tek bir harfin yüzünü

bile kağıda değdirmeden...

Şu aralar Suede'le hafifletiyorum kendimi. Yeterince hafiflediğimde İstanbul'dan Rize'ye havalanacağım... Bakalım oraların havası suyu nasılmış... Hayatım boyunca Karadeniz'i görmek için yanıp tutuştum... Denizi değil de, daha çok ağaçları... Ağaçları çok severim... O kadar heveslendim ki zaman zaman, öyle istedim ki oralara gitmeyi 'Askerde inşallah!..' dedim, olmadı...

Bir kadına, ona ayırdığımdan da fazla yer verince hayatımda, ancak o zaman olabilirmiş... Olabilecek mi???

"Yüzümü doğu'ya döner dönmez hasta olan bir adam" derim kendim için... Bundan böyle, Karadeniz'i tenzih edeceğim... (Azıcık Lazcam vardı, yerinde duruyor mu acaba?.. )

10 Kasım 2008 Pazartesi

***

Kendimle olan ilişkimde dizginleri tamamen kendimin eline bırakmış durumdayım. Bir tiranın insafına kalmış zavallı bir halkım...

İnsanın kendi kendisi üzerinde böyle bir hükmü varken ve hiçbir hükmü geçmiyorken yaşamak nasıl bir şey, uzun uzun anlatmak isterdim size. Farkında olmaksızın onlarca değiştirilemez madde koymuşum anayasama.

Pagan törenlerin semavi dinler içinde sıkışmış ritüellere dönüşmesi gibi, devasa dogmaların içinde hala göz kırpıyor çocuksuluğum. Hayatta kalmak için buna icazet vermek
zorundayım...

8 Kasım 2008 Cumartesi

YUSUF AMCA

Artık kapanış saati iyice yaklaşmış; yorgunluktan, kitapları bir kenara itip masalara çöreklenmişiz. İki tane yaşlıca teyze geldi. "Buyurun!" dedim, "Evladım sizde Yusuf Atılgan'ın kitapları varmış..."

Teyzelerden 10-15 dakika önce gelen bir genç kız da aynı soruyu sorduğu için kitapların tükendiğini öğrenmiştim. "Tükendi teyze, elimizde kalmadı..." derken arkadaşım girdi araya "Hangi kitabını arıyordunuz ?"

Olanları olmayanları saydık, tabii ben kitapların tükendiğini, ertesi gün geleceğini de izah ettim. Bir an önce gitsinler de azıcık oturayım şuracıkta diye dualar ediyorum.


"Bizim çok yakın aile dostumuzdur" dedi kadın, "O kitaplar biz çok küçükken yazıldı..." O sırada diğer yaşlıca teyze (o ana kadar konuşmaya katılmayan) "Ne olmuş?" diye sordu diğer teyzeye. "Tüm kitapları satılmış" dedi yaşlıca teyze yaşlıca teyzeye, "Bak sen Yusuf Amca'ya..." dedi diğer yaşlıca teyze... Bir sevindim, bir daha sevindim, bir daha sevindim... Yüzümde güller açtı. Yusuf da elbet birilerinin amcasıydı...

BAK SEN YUSUF AMCA'YA!..

7 Kasım 2008 Cuma

YORGUNLUK DİNLENDİRİR

Kendi kalabalığım içinde, sanki bir bahar bahçesindeymişim gibi; yağmurun azıcık dokunduğu, toprağın azıcık koktuğu, rüzgarın tembelce estiği bir bahçedeymişçesine dolu dolu nefes alırım. İsimler ve yüzler çoğalıp durdukça ve ben onların arasına karışmakta daha da cesur hissettikçe kendimi, mutsuzluğum azalır ve ortaya çıkan boşlukların mutluluk olabileceği kandırmacasıyla oyalanırım.

Bir ya da birkaç sanat, zanaat sahibi olmak nasıl bir şey? Hiçbir fikrim yok. Okunabilecek cümleler kurmak ve birilerinin yapmamı söylediği şeyleri yapabiliyor olmak bana herhangi bir sanat ya da zanaat sahibi olduğum hissini yaşatmıyor. Paranın nelere kadir olduğunun çok da farkında değilim. Paranın satın alabileceklerinin çok azında gözüm var. Benden ümitlerini kessin artık insanlar, çünkü bir bok olmayacağım... Beyninde sürekli filler sikişen bir adamım. Ancak yorgunluktan konuşamaz hale gelince, kıpırdayamaz hale gelince dinlenebiliyorum ve kalan herşey yoruyor, yoruyor, yoruyor...

26 Ekim 2008 Pazar

Karşılıksız Acılar

Zevk almasaydım, acı falan çekmezdim. Başımdan geçen herşey, geçecek olan herşey gibi sadece benimle ilgiliydi. Yinede sızlanmaya hakkım olmalıydı. Hakkım olduğunu düşünmesem sızlanmazdım. "Bunca acının bir karşılığı olmalı..." dedim. Ödül mü bekliyordum? Kesinlikle. Sadece maaşla yetinemezdim, ikramiye de şarttı. Hatta göz doldurmalıydı...

Çektiğim acıyı ölçüp biçecek yeteneğe sahip olmadığımı farz ediyordum. Aslında, sıkça ve alenen beyan ediyordum. Acı hissinin ne tanımı, ne ölçü birimi yoktu hayatımda. Kekeleyerek bunu insanlara anlatmaya çalışıyordum. Böyle olmalıydı. Aksi halde... Aksi halde, acı falan çekmiyorum demekti...

Alacağımdan bir an bile şüphe etmeden ödülümü bekledim... Bekledikçe haksızlığa uğradığımı düşünmeye başladım. Haksızlığa uğradığımı kendi kendime dillendirdikçe, hastalıklı düşüncem yeterince acı çekmediğim sonucuna ulaştırdı beni. Daha fazla acı için çabaladım durdum.

Sonuçta, kolayca farkına varılan bir değişiklik olmadı hayatımda. Bunca acının buncaymış karşılığı... Elden ne gelir?!

2 Ekim 2008 Perşembe

TERK-İ TAHT

Büyük büyük sevdalarda kendini şımartmış bir çocuktum. Şüphesiz, her şeyi gözümde büyütmüştüm. Büyüttüğüm her şeyi vakitsizce öldürdüm.

Sevmekten ibaretti önce. Sonra, acıdan. Şimdi, yalnız bana aitti. Kim ne yaparsa yapsın, bir tek ben veriyordum şimdinin hükmünü. Şımarık bir çocuktum; sevmem beklendiğinde sevmiyor, özlemem beklendiğinde özlemiyordum. Sevmemem için dualar edilirken, adaklar dikilirken, deli divane oluyordum. Divanelik lüzumsuz geliveriyordu hemen, yalnızca deliriyordum. Kim ve ne için olduğu önemsizdi. Tedavisi olup olmadığı da... Şimdinin hükmünü yalnız ben geçersiz kılabiliyordum. Şimdinin Kral'ıydım ben, bunu adım gibi biliyordum...

Kadere inanmasaydım, bu, böyle sürüp gidecekti. Ne dersin ey kader! Bu, böyle sürüp gidecek mi?..

- Şu tahttan vazgeçme olayının özel bir adı vardı diye hatırlıyordum ama bulamadım. Varsa gerçekten ve benim başlığım karşılamıyorsa aynı şeyi, özensizliğimden dolayı özür dilerim.-

22 Eylül 2008 Pazartesi

NEYİMİ SEVİYORSUN BENİM?

"Neyimi sevdin benim?" diye sordu, gözlerindeki korkuya 'dargınlık' rolü yaptırarak. Henüz ustalaşmamış. Belli ki telaşlı telaşlı sevmiş hep ve telaşları sevmek bellemiş.

"Dalgalar sahilde can vermeli..." diyebildim. Der demez, kekeleyen dilimin hayata getirdiği bu imgeyi açıklamak gereği duydum. Sonra vazgeçtim...

" 'Beni seviyor musun?' olmasın asıl soru..." dedim, gülümsedim.

Bir dargın, bir barışık "Sen söyle." dedi.

"Seviyorum..."

"Neyimi seviyorsun?" diye sordu.

"Henüz yaşamadığın günleri, saatleri..."

Sustuk. Hatırlı dostlarımız sevgi ve saygı girdi araya, barıştık. Sarıldık ve o, bu konuyu tekrar açana kadar, rafa kaldırdık...

18 Eylül 2008 Perşembe

25 mayıs 2005

İnsan bazen kaybeder... Evet, ama bu, kötü olmayabilir... Anlamsız, nedensiz bir huzur kuşatır ruhunu, hatta işgal eder ve hatta ilhak... 'Buradan kimse sağ çıkamayacak!' diyen birileri olmadığı sürece, umut hala var demektir.

Aşktan arta kalan şey cesaret mi? O mezar taşına bir isim yazınca; birer doğum ve ölüm tarihi, belki onu anlatan bir kaç cümle ( dize de olabilir)...

Sen inandığın şeyi yaptın. Bu, doğru olandı. Cevap anahtarı olmadığına göre, bütün şıklar doğru olmalı... Ve onun yaptıkları... Senin için, olan her şey doğru, olmuşlar ve olacaklar...

Hala hayat dolusun işte. Lanet olsun ki böylesin! Yoksulsun, yalnızsın ve hayat dolusun. Paranla rezil oluyorsun oğlum!..

Belki de herkesi buradan sağ çıkaracak olan kovboysun...

Sen sana ulaştın ve yoluna devam ettin...

PİŞTİ

Gecenin körü. Melekler gökten yeryüzüne iniyordu. Cahil aklım, allahla pazarlığa yeltendim. Muhatap olmadı benle... Ziyanı yok! Cehennemse, o da kabul. "Beni yanlış anlatmışlar sana." dedi şeytan. Her bir yanım zarar ziyan...

Kaderin 'vaad' olmadığını o gece öğrendim.

Öğrendim de... "Bu kadar acının bir karşılığı yoksa eğer... Neden?" dedim. Cevap yok!

"Pişpiriğe ne dersin?" dedi Kaskovarten.

"Kala kala sen mi kaldın?!" dedim, tersledim.

"Bu gece boşum." dedi.

"Eee? O halde ne halt etmeğe gökten indin?"

"Pişpiriğeee..."

Oturduk, güneşi selamlayana kadar pişpirik oynadık.

8 Eylül 2008 Pazartesi

''SEVİYORUM, KAPAMA GÖZLERİNİ!''

Seni sevdiğime inanamıyorsun bir türlü. Sevilecek bir şeyin olmadığından değil elbet. Öyle çok seviyorsun ki beni,dönüp bakmıyorsun bir zahmet. Sevişmenin zorluğu da burada. Gelenek 'Kapat' diyor gözlerini ama sen kapama!..

4 Eylül 2008 Perşembe

günlükler

14 temmuz 2005

sende küf tutmaktan
yorgundu
düş-eş-lerim
karanlığımı barbutta
şeytandan kazanmıştım
bir tek bana acımış
ve
hilesiz atmıştı zarları
"ara sokaklardan
meydanlara çıkar"
demişti
nefretini
"karanlıktan
bu kurtarır seni..."

sende küf tutmaktan
cılızdı yüreğim

5 Ağustos 2008 Salı

KOMUTANLAR VE RÜTBELİLER

İlham'ı resmi olarak tanıdıktan sonra, bir şekilde onunla ilişki kurmak zorunluluğu doğuyor. Bu ilişkileri geliştirmek veya zaman zaman krizlerle dondurmak da sizin kişisel tercihinize kalıyor. Diplomasinizin rotasına göre; rüzgar nereden esiyorsa oraya doğru yol alırsınız ya da rüzgarın yönünü siz belirlersiniz.

İktidarı elinizde tutmak istiyorsanız rüzgara ayak uydurmanızı öneririm. Yok, illa da rüzgarı siz belirleyecekseniz, elinizdeki herşeyi kaybetmeye hazırlıklı olun derim. Hayatta kalan tek bir cümle için milyonlarcasını feda etmeyi göze almalısınız. Savaş başlamadan, kaç tane askeri feda etmeniz gerektiğini asla bilemezsiniz.

Hükümsüz kalabildiğiniz herşey tam olarak sizin eserinizdir. Beğenmedikleriniz de öyle. Beğenmedikleriniz üzerinde çalışmalı ve kalbinizin atışını hızlandıran herşeyi gözünüzü bile kırpmadan mitralyözlerin önüne atmalısınız. Çünkü onlar, her zaman isimsiz kahramanlar olmaya mahkumdurlar. Cepheden geriye değil sağ ya da yaralı, asla cesetleri bile dönmemelidir.

26 Temmuz 2008 Cumartesi

ÖZEL DERS

Anadolu Lisesine başlamamla beraber, hayatımda özel ders dönemi de açılmış oldu. '93 yazında Shirley ile geçirdiğim güzel günleri saymazsam ( iç çamaşırı giymemek gibi bir adeti vardı ve ergenliği ile yeni yeni tanışan bir çocuk için bu çok güzel kafa karışıklıklarına sebep oluyordu ) en çok aklımda kalan, lise-2'de aldığım matematik dersleriydi.

Benim aklıma bile gelmezdi ya, babam gördüğü ilanın fazla etkisinde kalınca, ben de "hadi bakalım!" deyiverdim. Para harcamak istiyorsa, bu zevki onun elinden alamazdım.

Aslında çoktan hayatımdan çıkarmıştım matematiği. Orta sonda; Anıl ile, bir şekilde elimize geçen Üniversiteye Giriş Sistemi'ni uzun uzun incelemiş ve (o zamanlar hiçbir halta yaramayan) Orta Öğretim Başarı Puanının hemen hemen hiçbir katkısı olmadığını görünce, kendi yollarımızda bize faydası dokunmayacak derslere vakit harcamamaya karar vermiştik. Nasıl olsa genel ortalamalarımız ile sınıfları rahatça geçiyorduk. Anıl, ingilizce ve tarih derslerini; bense, ingilizce ve matematik derslerini tamamen hayatımızdan çıkarmıştık. ÖSYM sağolsun, sonra sistemi pat diye değiştirince, azıcık canımızı acıtmıştı. Yinede, Anıl ODTÜ Uluslararası İlişkiler'i; ben de, Anadolu Üniversitesi Sinema-tv bölümlerini kazanabilmiştik ki, istediğimiz yerler oralardı zaten...

Matematik ile öpüşüp ayrıldıktan sonra, yeniden birbirimizi sarma fırsatı çıkınca, elimden geleni yapmaya karar verdim. Zaten son iki yıldır "0"dan başka bir not alamıyordum matematikten. Elime "0"ı "1"e dönüştürme fırsatı geçince, kullanayım dedim.

Özel ders verecek öğretmenin kadın olduğunu öğrendiğimde hemen hevesim kaçtı. Çünkü Boğaziçi Üniversitesi'nde okuyan bir matematik öğrencisi idi. Muhtemelen çirkin ve sivilceli bir yaratıktı ve benim gibi bir haylazla anlaşabilme olasılığı kesinlikle ufukta görünmüyordu. Son anda, sızlanarak vazgeçirmeye çalışsam da ailemi, artık dönüşü olmadığını açık bir dille anlattılar bana. Ben de kaderimi beklemeye başladım ki ne zaman işi kadere bıraksam güzel sürprizler çıkardı karşıma. Yine öyle oldu.

Uzun ve kıvırcık kızıl saçlar, bembeyaz ve parfümle kirlenmemiş bir ten ve onun kokusu, sürekli gülümseyen gözler, sevecen bir ses... İlk birkaç derste göğüslerini, bacaklarını ve kalçalarını süzdükten sonra; ilerleyen derslerde, sık sık verdiğimiz molalarda anlattıklarımı heyecanla dinleyen ve beni önemseyen biriyle karşılaştım.

Gerçekleri hemen ortaya koyduk: ben matematikten zerre kadar anlamıyordum ve o bildiği tüm yöntemleri denemesine rağmen bunu tersine çevirecek bir yol bulamamıştı. Biz de; fonksiyonları, polinomları bir kenara bırakıp yüksek matematik ve edebiyat konuşmaya başladık.

Bu sefer programı tersine çevirip verdiğimiz aralarda fonksiyon ve polinomlarla uğraştık. Sonunda dönem bitti ve ben karnemi elime aldığımda gözlerime inanamadım: matematik-2. Matematik'ten iki almıştım. Hocamsa bu duruma sevinmek yerine derslere bir son vermemizi önerdi. Benim mucize olarak gördüğüm şey, onun için başarısızlıktı. Son bir kez matematikle sarılıp ayrıldık ama ayrılmadan önce, sarılırken bedenimde bıraktığı sıcaklık yıllarca benimle beraber yaşadı.

24 Temmuz 2008 Perşembe

ÇOCUK

bunca sevdadan sağ çıkınca yanılıp ölümsüz sanıyor kendini insan oysa ne yaptın ki sürekli karalara karalara boyamaktan başka başka başka kadınları vah'ları onlara bıraktın da hep neden yanında götürdün ah'ları soyunup giyinip soyunarak adam mı sandın beş para etmez vaadlerinle aptallıklarını biliyorum tüm bunları cezanda indirim yapılır ümidiyle yürüyüp geçtin ahh! canım çocuk güzel çocuk şapşal çocuk evet cahildin farkına bile varamadan ipe çekilecek yaşa geldin artık tek bir dilek hakkın var ve istediğin kadar mektup yazabilirsin ta ki şafağa kadar

22 Temmuz 2008 Salı

SORMADAN EDEMEDİM

Neden, evrende yalnız olmadığımızı düşünecek kadar umutsuzuz ki insanlıktan?

19 Temmuz 2008 Cumartesi

KAN DAVASI

Şiir, kan davası gibi benim için. Nerede, ne zaman ve neden başladığının bir önemi yok! Şiirin yazılı bir metin olduğunu düşünmüyorum artık. Ne imgeler, ne dizeler... Şiir, soluduğum havanın ta kendisi. Bu kapının eşiğinden geçmeyenlere anlatabileceğim bir şey değil. Geçenlerle de, ancak ellerimizi birbirimizin göğüslerine koyunca anlaşabiliriz.

Bir zamanlar, beni bir yerlere götüreceğine inanarak yazardım. Hiçbir yere gidecek mecalim yoktu ya, kendi halimde oyalanırdım. Okurun hep çok çok uzaklarda, bir dilim ekmek, bir bardak su isteyemeyeceğiniz kadar uzaklarda; koynuna girip ısınamayacağınız kadar uzaklarda, sizin zavallılığınızı asla anlamayacak kadar uzaklarda olduğunu iyi ki erkenden öğrendim.


Bir yere götürmeyecekse beni, ne içindi peki? Tabii ki bir yere kaybolmamamı sağlamak içindi. Gitmedim günün peşinden. Canım istedi. Çok istedi canım... Ama şiir koyvermedi beni... Siktiri çektim ona, kafasını gözünü dağıttım, baldırına sustalıyı taktım ama yinede sarıldı o... "Sensiz çok daha mutlu olabilirim" dedim, "Olabilirsin" dedi, "Biliyorum" dedim ve sustuk...

Acıttığım yerlerini öptüm gecelerce, günlerce, haftalarca, aylarca... "Bensiz çok daha mutlu olabilirsin" dedi. "Mutluluk değer mi bunlara?" diye sordum, "Bilmiyorum" dedi.

"Ben biliyorum..."

17 Temmuz 2008 Perşembe

DOLU

Heyecanını esirgemiyorsun gözlerinden. Biraz bilmiş, azıcık yarışmacı... Seni güzel kılmayan herşey öyle harikulade ki! Alelade olamıyorsun. İstesen de...

Beni sevmeyeceğini bilmek ne güzel! Har vurulup harman savrulmayacak gençliğin. Ah! Ne güzel avuntu bu. Boş olsa da... Böyle, ne güzel sevincim...

İster miyim? Evet. İsterim... Camekanları boş, içi dolu bu hayatta; bir şeyler isterim, ben de... Hevesim boş, nefesin yüzümde...

13 Temmuz 2008 Pazar

BİRİNCİ DERECEDEN CİNAYET

Bak! Gördün mü? Sana da şiir yazabiliyorum.
Baştan uyarayım; mendillerini çıkar,
Ikınmaya hazır ol, hazmı kolay olmayacak
Dizelerle kapını çalıyorum.


Sen, senden öncesine takılıp kalmıştın.
Ben, senden sonrasına ana avrat düz gidiyorum.
Hani azıcık anlasam o dürzüyü,
Gidip bir köşede bileklerimi keseceğim.

Aşkının tarihi de, kronolojisi de
Umrumda değil inan.
Emdiğin bu dudakları morartamadıysan,
Git, inanmadığın tanrılarının ayaklarına kapan!

Ben seni yanlışlıkla da olsa sevmiştim.
Kanmışlıkla da olsa...
Ve şimdi bunca zehri kusabiliyorsa
Ağzım,
Bir zamanlar şüphesiz sevilmişsin...
Sadece bunun için bile,
Azıcık adam sayılırım.

İtibara itimad et sen güzelim,
İtimadı itibar bilirim ben.
Tükürdüğümün üstüne sos döker yalarım.
Yancısı olmaktansa götü boklu bir aşkın,
"Devirin ıstakaları beyler!"
Hesabı, onursuzluğumu bozdurur,
Öyle, tek başıma kaparım.

Küfre vurduğum şu dilime de yazık ya,
Hatalarımı da sever beni sevenler.
Her şeyimi de alacak olsalar elimden,
Hiç tereddüt etmem,
Bin kere bu şiirin altına imzamı basarım.

Güray ONOK


(Bu şiiri aylar önce yayınlamıştım. Bir aya yakın bir zaman yayında tuttum. Sonra, bir köşeye attım ve beklettim. Tamamdır sanırım artık. Altına adımı yazıyorum bu sefer...)

12 Temmuz 2008 Cumartesi

DÜN MSN'DE BİR UZAYLIYLA TANIŞTIM

I... Tanışma

U. (Uzaylı) - İyi geceler.
G. (Güray) - İyi geceler.
U. - Nasılsın?
G. - Kutup ayısı gibi.
U. - Kutup ayısı!?
G. - Çölde...

27 Haziran 2008 Cuma

Yaz, hiçbir şey için doğru zaman değil...

Senin bütün kötü şiirlerini seviyorum. Seviyorum çünkü kötü şiirlere benzeyen kadınların hepsini. Nasıl ve nerede sürekli bir pazartesiye dönüşmüşsem öyle iniyorum merdivenlerden.

'Hava çok sıcak...' diyor kapının önünden geçerken bir kadın; 'İyi ki sıcak...' diyorum, sigaramdan bir nefes alırken dalıp gittiğim bacaklarına göz kırparak. Terlemiş bilekleri. Nasıl olmuş ki bu?..

Yazları sevmeye halim olmadı hiç. Yazlar, geçip gitmek için var oldular ve olacaklar bundan sonra. Geçen yazdan önceki yazın ne de güzel geçip gittiğini hatırlıyorum. Melankoliye fazla gelemem, hemen bu mevzuyu kapatıyorum...

Kapalı kepenklerin önünden gelip geçtiğim sokaklarda, acemi bir kaptan gibi yalpalatıp durmuştum hayallerimi. Hiçbir yere varamadan hiçbir şey olamayacaktım, sarhoş olup günü kurtardım yıllar boyu...

'Sarhoşa güvenmeyeceksen kime güveneceksin...' demişti. 'Tamam.' dedim, 'Şişirme kafamı. Bas gaza! Vaktimiz gelmeden ölmeyeceğiz nasılsa...'

Biri tozumu alsa öyle güzel olacağım ki...

***

Mahkemeye çıktım. Hakim bana altı aylığına oyun salonlarını yasakladı. Kahvehane, bilardo salonu vs. Altı ay boyunca, her hafta sonu, cumartesi ya da pazar günleri kütüphaneye gitmem gerekiyor ayrıca... Günün hakimleri çok sevimli... Altı ay sonunda, bana bu cezayı veren hakime ağır bir dosya sunmayı düşünüyorum: Tek Ayak Üstünde Öyküler, Şiirler, Denemeler...

19 Haziran 2008 Perşembe

"SIRADAKİ !"

Sanki bir kabustan uyanır gibi, terler içinde kendine geldi. Kalkmaya çalıştı ama elleri ve ayakları bağlıydı. Tekerlekleri olan bir şeye bağlanmıştı. Hallerde, otogarlarda yük taşımak için kullanılan aletlere benziyordu bağlı olduğu şey. Bir tür taşıyıcı... Bir adam ıslık çala çala taşıyıcıyı itiyordu. Ayaklarını ve ellerini kıpırdatamıyordu ama başını rahatça sağa sola çevirebiliyordu. Ağzının bağlı olduğu kanısı vardı nedense içinde ama bağlı değildi. Bunu farkettiğinde şaşırdı. Bağırmak, çığlık atmak istedi. Bunların işe yaramayacağı ortadaydı. Yoksa kesin ağzını bağlarlardı. Madem bağlamadılar; o zaman bağırmamı, haykırmamı, çığlık atmamı bekliyorlar diye düşündü. Onlara istediklerini vermemeye karar verdi. Islık çalan ve bağlı olduğu taşıyıcıyı iten adama doğru çevirdi, çevirebildiğince başını. Adam ona gülümsedi ve sonra göz kırparak "Günaydın!" dedi.

Adama aldırmamaya karar verdi ve buraya gelmeden önce en son nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. Apartmana girmiş, merdivenleri çıkıyordu. Evi dördüncü kattaydı. İkinci ile üçüncü katlar arasında ışık söndü birden. Tuhaftı, çünkü ışık kapalıyken basmıştı aşağıda otomatiğe ve her zaman evinin kapısının önüne kadar yanardı. Kapıyı açmak konusunda biraz tembel davrandı mı sönerdi ve yeniden yakmak zorunda kalırdı. 'O kadar da yavaş çıkıyor olamam merdivenleri' diye düşündü. Işık söndü, sonra? Sadece ışığın söndüğünü hatırlıyordu. 'Peki nasıl bayılttılar beni?' Buna anlam veremedi. Bunları düşünmeye çok da fazla vakit bulamadan, taşıyıcıyı iten adam onu büyükçe bir odaya soktu, ıslığını kesip boğazını temizledikten sonra.


Odaya girdiklerinde üç adam daha gördü, tıpkı kendisi gibi bu lanet taşıyıcıya bağlanmış. Ağızları bağlı değildi ama bir zamanlar bağırıyor, konuşuyor ya da çığlıklar atıyordularsa da, belli ki bundan ümidi çoktan kesmişlerdi. Sıra sıra dizilmiş taşıyıcıların yanına, hizayı bozmadan onunkini de yerleştirdiler. Odada, onu buraya getiren adam dışında kel bir adam daha vardı.

Adamlar hiçbir şeylerini gizlemiyorlardı. Yüzleri açıktaydı. Odanın aydınlatması da gayet iyi olduğundan, üzerlerindeki takım elbiselerin ne kadar özenle ütülendiğine kadar, her şey çok net görünüyordu. Diğer dört bağlı adam da gelene kadar hiçkimse ağzını açmadı. Onlar da özenle hizaya yerleştirildi.

"Tamamdır." dedi sevimsiz bir gülüşü olan kel adam,
"Artık başlayabiliriz."

Sağında ve solunda bağlı duran adamlara baktı sırayla. Dehşet içindeydiler. 'Ben de mi korkuya kapılsam acaba?..' dedi. Sonra, hemen vazgeçti bundan. Sevimsiz gülüşü olan kel, sol baştaki bağlı adamın yanına geldi.

"Şimdi..." dedi, "Birazdan şu kapıdan biri girecek." Kendi sokuldukları kapının hemen karşısındaki kapıyı işaret etti. "Ve sizler, kendi hayatlarınız için onun hayatına son vereceksiniz... Sırayla... Hepiniz de sağ çıkabilirsiniz buradan... Ya da belki... Bir kaç fire verebiliriz... Bilemiyorum. Benim için dert değil. Siz onları öldürmeseniz de biz öldüreceğiz zaten..."

Blöf yapıyor diye düşündü. Çünkü adamları apaçık görüyorlardı. Niyetleri birilerini öldürmekse, şimdiden ölü sayılırlardı. Ölümden korkup korkmadığından hala daha emin değildi. Onu öldüreceklerini düşünmüyordu nedense. 'Hem kim, neden öldürmek istesin ki beni?..'

Sevimsiz gülüşü olan adam sağ elini çözdü sol baştakinin. Bu sırada, sırayla onları buraya getiren ve şimdi, ıslıkla çaldığı şarkının "Ada sahillerinde..." olduğunu anladığı adam ortaya büyük bir kutu getirip bıraktı. Kutunun altında, kolayca taşınabilmesi için tekerlekler vardı. Bir yüzü -onlara bakan- açık; altı, üstü ve üç tarafı kapalıydı kutunun. İçinde bir tür oturaklı askı gibi bir şey vardı. Sanki onların bağlandığı bu taşıyıcılardan daha rahatmış gibi görünüyordu.

Sonra; kutunun karşısına, üzerine bir silah monte edilmiş küçük bir sehpa yerleştirdi. Silahın doğrultusunu kontrol etti ve 'Tamamdır' manasında bir işaret yaptı, sevimsiz sevimsiz gülümsemeye devam eden kel adama. O da cebinden küçük, hesap makinesine benzer bir alet çıkardı. "Şu düğmeye dokunduğun anda silah ateşlenecek..." dedi. "Yalnız... Bunu yapmak için sadece iki dakikan var... Aksi halde..." Ceketinin altındaki kılıftan silahını çıkardı ve hepimiz görebilelim diye önümüzde bir tur atıp tekrar sol baştaki adamın yanına gitti. "Aksi halde ben seni vuracağım..." dedi.

Sol baştaki adam dayanamayıp yalvarmaya, yakarmaya başladı. "Ben size ne yaptım? Niye benden böyle bir şey istiyorsunuz? Hem... Beni de sağ bırakmazsınız... Yüzünüzü gördüm..." dedi ya da demeye çalıştı salya sümük...

"Ben olsam şansımı denerdim." dedi 'Ada sahillerinde' şarkısını ıslıkla çalan adam... Sol baştaki "Tamam." dedi. "Yaparsam beni bırakacağınıza dair söz verin..."

"Tuhaf..." dedi kel adam, "Söz vermem yeterli olacak demek..."

"Şansımı denemek istiyorum." dedi sol baştaki...

Kel adam cep telefonunu çıkardı, numarayı tuşladı ve "Gönderin." dedi...

Biraz sonra, gösterdiği kapıdan 5-6 yaşlarında, sarışın bir erkek çocuğu girdi. Ağlamaktan gözleri şişmişti. Belli ki biraz teselli olsun diye eline oyuncak bir tabanca vermişlerdi. 'Ada sahillerinde' şarkısını, ıslığıyla gayet iyi icra eden adam gidip çocuğu aldı ve kutunun içine sokup bağladı. Çocuk daha kutuya bile getirilmeden ağlamaya, zırlamaya başlamıştı. "Anneeee...." diye iç geçire iç geçire ağlıyordu. Gerçekten yürek parçalayıcıydı... Tam karşısında duran silahın gerçek bir silah olduğunu anlayabilecek kadar büyümemişti henüz. Hayatının tehlikede olduğunun kesinlikle farkında değildi. Tek istediği annesine kavuşmaktı. "Hani annem gelecekti? Hani annem gelecekti?" diye ağlıyordu.

Sol baştaki, dehşet içinde, "Bir çocuk olacağını söylememiştiniz..." dedi.

Hiç aldırmadı kel adam, "Şansını deneyip denememek artık sadece senin elinde. Al... Süren başladı..." Üzerinde düğme olan aleti sol baştakine verdi ve ceketinin kolunu hafifçe sıyırıp pişkin pişkin saatinden, geçen süreyi izlemeye başladı.

Adamın o düğmeye basacağından o kadar emindi ki gözlerini sımsıkı kapadı. O iki dakika bir türlü geçmek bilmedi. O kadar çok sıkmıştı ki gözlerini bir yerde pes etmek zorunda kaldı. Çocuk hala hayattaydı, hala ağlıyordu ve sol baştaki hala düğmeye basmamıştı. Tekrar sımsıkı kapadı gözlerini. Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Tam pes edip açacaktı ki beklediği o silah sesini duydu. Sımsıkıdan da sımsıkı kapadı gözlerini... Kel adam "Ne yazık ki süren doldu." dedi, "Sıradaki!.."

Gözlerini açtı. Sol baştaki, başından vurulmuş, cansız bir halde bağlandığı taşıyıcıdaydı...

"Evet. Sıradaki!" dedi kel adam. "Sanırım bu işin şakası olmadığını açıkça gösterdim." Sol baştakinin yanındaki adamın elini çözüp, basması gereken düğmeyi gösterdi. Adam, ona 'Bas.' dedikleri anda bastı düğmeye... Çocuğun sesi kesildi...

Kel adam tekrar cep telefonunu çıkardı ve "Sıradakini gönderin." dedi. Düğmeye basan adam kendisini bırakacaklarından o kadar emindi ki, hiçbir endişe yoktu yüzünde. Hatta gülümsüyordu... Merakla, o adamı bırakıp bırakmayacaklarını bekliyordu sıradakiler... 'Bu adamı bırakırlarsa' dedi içinden, 'Sadece bir kişi kalıyor sıranın bana gelmesine...' Artık tedirgin olmaya başlamıştı. Her ne olursa olsun küçük bir çocuğun ölümüne sebep olamazdı. Diğer yandan... Her halükarda ölecekti çocuk. Sağındakine baktı. 'Evet. Gözünü bile kırpmaz bu...'

"Kamil!" diye bağırdı kel adam diğerine. 'Kamil...' dedi içinden, ıslık çalan adamın adı Kamil. Kamil hemen koşup vurulan çocuğu çözdü ve kutunun yanına taşıdı cesedini. Bu sırada, ölen küçük çocuğun girdiği kapıdan bir çocuk daha girdi. Bu sefer bir kız çocuğuydu. Aynı yaşlarda, esmer mi esmer... Kamil kız çocuğunu alıp kutuya getirdi ve bağladı. Kızın gıkı bile çıkmıyordu... 'Böyle... Sanki daha iç parçalayıcı...' dedi kendi kendine... 'Belki de... Bu kızda... Sıra bana kadar gelir... Ne yaparım ki o zaman?..'

"Hani bırakacaktınız" dedi, biraz önce düğmeye basan adam.

"Bırakacağız ama o düğmeye son bir kez daha basman gerekiyor..."

Adam bir kez daha basamadı o düğmeye... 'Hayret! Gözünü bile kırpmadan basmıştı halbuki ilk seferde...' Diğer adam, yanındaki adamın beynine sıkılan kurşundan saniyeler sonra basmıştı düğmeye. Diğer çocuk geldi ve hiç düşünmeden bastı tekrar... Herkes bakışlarını o adama çevirdi. Kamil gelip çözdü adamı. "Şu kapıdan çıkacaksın." dedi. Adam tüm gücüyle koştu ve gözden kayboldu. Silah sesi yoktu... İçi rahatladı biraz... 'Ben de onun yaptığını yaparsam... Beni de bırakırlar belki...' dedi kendi kendine... 'Nasılsa ölecekler...'

"Sıradaki!" dedi kel...

Sıradaki, 70-80 yaşlarında bir nineydi... Düğme parmağının ucundaydı. Kel'in silahının namlusu şakağında...

18 Haziran 2008 Çarşamba

DERT EDECEK BİR ŞEY YOK !



İtiraf etmeliyim ki en başından beri ilişkimiz pek de iyi gitmiyordu. Yoğun çalışma tempomuza rağmen sık sık görüşüyorduk ama bu buluşmalar, ziyaretler sadece yeni yeni tartışma sebepleri yaratıyordu bize. Zamanla tartışmalar sertleşti ve hakaret cümleleri sık sık dile getirilir oldu. Diş fırçalarımız o evden o eve taşınmaktan yorgun düştü de, biz, tartışmaktan ve ayrılıp ayrılıp barışmaktan bıkmadık.
Ne zaman bir arkadaşımızla karşılassak, onun da, benim de muhatap olduğumuz ilk cümle "Yine ayrı mısınız?" oluyordu. Çoğu arkadaşımız ortak olduğu için, inandırıcılığımızı iyice yitirmiştik artık. Ayrılık acılarımız sokak yosması olmuştu. Bunu ilk o fark etti. "Yeter artık!" dedi, "Maskara olduk. Artık beraber yaşayalım..."


Sonuçta onun evine taşındım. Kurulu bir düzeni, sakin bir semtte derli toplu bir evi vardı. Kendi evi olduğu için kira derdi de yoktu. Bu konuda fazla diretemedim.

Birlikte yaşamak konusunda bu kadar başarılı olabileceğimizi hayal bile edemezdim. En baştan, karşılıklı kurallar koyduk ve ikimiz de bu kurallara uymak konusunda elimizden geleni yaptık. En çok azar işiten ben olsam da, gemi hala yüzüyordu...

Aynı evde yaşamaya başlayalı iki ay olmuştu ki babamı kaybettim... Cenaze ve cenaze sonrası ritüeller için bir aydan uzun bir süre şehir dışına çıkmak zorunda kaldım. Mesafe çok uzak olduğu için, o, sadece cenaze törenine geldi.

Bir kaç gün önce geri döndüm ve döner dönmez bir arkadaşım kötü haberi iletti: "Seni aldatıyor!"

İşin aslını astarını öğrenmeden hiddetlenen biri olmadığım için sakince aklıma gelen soruları sıraladım:

"Kiminle?"

"Ne zaman?"

"Düzenli olarak mı?"

Bu sakinliğin karşısında, sorgu masasında yerlerimizi değiştirdik. Arkadaşım polisken sanık, ben sanıkken polis oldum. Tüm vücudundan terler boşanarak yanıtladı sorularımı. O an, ona psikopat gibi gözükmüş olabilirim. Ertesi günkü gazete manşetlerinde görüyordu belki de beni ama verdiği cevaplar dert edecek bir şey olmadığını kanıtladı.

Haberi veren arkadaşım doğru dürüst tanımazdı bile onu. Eski hovardalık zamanlarımdan bir dostumdu. Ben zamana ayak uyduramayıp sahalardan çekilirken, o, zamanı kölesi yapmıştı. Beş yıl önce bıraktığım yere kıyasla değerini epeyce arttırmıştı. Bu hazin haberi bana getiren kişi olması da bu yüzdendi.

Bir ay kadar önce yeni dostları ile bir mekanda takılırken, masadakilerden biri "Şuna bakın!" demiş. Arkadaşım bakışlarını o yöne çevirdiğinde küçük bir şaşkınlık yaşamış ama arkasından gelen sözler ile işaret edilen hatunu tanıması esnasında şaşkınlık soğuk bir duşa dönüşmüş. "Bu hatunla yatmıştım. Feci bir yaratık!"

"Ne zaman?" diye sormuş arkadaşım gayri ihtiyari...

"Bir kaç ay oluyor..." demiş yeni dostu, arkadaşım, çaktırmadan onun omuzlarından 'Dostluk Apoletleri'ni sökerken. Farkında olmadan bile olsa, kabul edilebilecek bir kabahat değildir çünkü bu. "O gün bugündür unutamıyorum... Bir yanına gidip şansımı deneyeyim tekrar..." demiş eleman. "Hayır!" demiş hemen arkadaşım, durumu toparlamak için mazeret ararken, mekanda gezdirmiş gözlerini ve "Bence şu kalabalık grup hepimiz için daha iyi olur..." diyerek durumu toparlamış.

Bu tür çapkınlıklarda, diğerlerini masada sap sap bırakmak çok hoş görülen bir davranış değildir. Bunun için, masa olarak o kalabalık gruba katılmaya karar vermişler. Arkadaşım tüm gece diğer masayı gözlemiş. "Kız kıza takıldılar" dedi...

"Dert edecek bir şey yok!" dedim.

"Nasıl yani?" dedi şaşkınlıkla.

"Aldatmışsa, beni seviyor demektir... Sevmeseydi, aldatmak yerine terk ederdi."

Bu olaydan ona hiç bahsetmedim. Bizi birbirimize bağlayan şey her ne ise kesinlikle takdiri hak ediyordu...

17 Haziran 2008 Salı

BİR İNSAN İÇİN KÜÇÜK, İNSANLIK İÇİN BÜYÜK BİR ADIM... EEE, YA SONRA?

Hepimiz biliriz; Neal Armstrong Ay'a ayak bastığında, "bir insan için küçük ama insanlık için büyük bir adım" demiş. Eee, sonra ne demiş peki? Hiçbir kaynaktan doğrulatamadım ama benim duyduğum hikaye şöyle: Bu sözleri söyledikten hemen sonra, hala canlı yayın sürerken "Bu arada... Bayan Robinson'a selamlar..." demiş.

Dünyaya döner dönmez sormuşlar N.A.'ya, 'Bayan Robinson kim?' diye... Yıllarca saklamış bu sırrı... Yaşlılık günlerinden birinde bir gazeteciye anlatmış hikayeyi. "Ben çocukken..." demiş, "Evimizin arka bahçesinde oyun oynuyordum. Çitlerin arkasından sesler duydum ve çalıların arasında, görünmeden yan bahçeyi kesmeye başladım... Bay ve Bayan Robinson'dı komşularımızın adları. Bay Robinson, Bayan Robinson'dan ısrarla bir şey istiyordu ama Bayan Robinson 'Hayatta olmaz!' diyerek, sürekli reddediyordu. Sonunda Bay Robinson dayanamadı ve 'Peki ne zaman olur?' diye sordu. Bayan Robinson da 'Şu komşunun küçük oğlu var ya... İşte o Ay'da yürüsün... İşte o zaman...' dedi. Yıllar sonra ne için tartıştıklarını idrak ettim. Bay Robinson Bayan Robinson'dan kendisine oral seks yapmasını istiyordu..."

16 Haziran 2008 Pazartesi

"GÜRAY ABİ"

Bırakın 'çok iyi'yi, asla 'iyi' bile oynamadım futbolu. Hatta bir noktaya kadar, ki 11-12 yaşlarıma denk gelir; mahalleden herhangi bir kızı, ayağını hiç topa değdirmemiş bile olsa, benim yerime koysanız yokluğumu aramazdınız. Bunun doğal sonucu olarak, rekabet dolu maçları hep kenardan seyretmek zorunda kaldım. 11-12 yaşlarımda, bir dönem, vazgeçilmiş buldum kendimi. Ben de kendimden 2-3 yaş küçük, kimsenin takımına almadığı çocuklardan bir takım oluşturdum. O takımı kendim oynamak istediğim için oluşturmadım. Zaten futbol adına benden bir bok olmayacaktı. Maçlara alınmayan o küçük çocuklarsa çok şey vaad ediyorlardı. Takımın defansına geçtim ve gerçekten yeteneği olan çocuklara abilerinden korkmamayı gösterdim. Bir dönem rüzgar gibi estik mahalle aralarında. Sonra, o çocuklarda hayat olduğunu gördüler ve maçlara çağırmaya başladılar. Ben de mahalle arası futboldan emekli olmak zorunda kaldım. İçimde küçücük bir burukluk bile olmadı. Kendilerinden büyük herkese 'abi' diye hitap eden o çocuklar, en yürekten 'abi'lerini bana söylediler hep... Bunun için değil miydi zaten herşey...

10 Haziran 2008 Salı

10 Haziran 2008

Sevdiğim kadınların resimlerini yapmaya başladım. Öyle beceriksizce... Bir aprantinin küstahlığıyla asıldım gemlere. Eskiden, çok eskiden ressam olmak istemiştim. Kanımda Livornolu bir dahi. Hiç anlamıyordum figür, boya, karakalem vs. Hiç anlamıyordum da dilinden o orospunun, göğsüne uzanmak bana huzur veriyordu. Belki sizin dilinizde ' Dehşete Kapılmak' da olabilir o duygunun adı. İlgilenmiyorum...

Sevildiğim kadınları bir kenara ayırıyorum. Arkeologlar henüz tam bir dizin oluşturamadılar... Yalvardığım kadınları bir kenara ayırıyorum. Çünkü sesim, yalvaran sesim evrende bir yerlerde dolaşıyordur hala...




- Sen hiç yalvardın mı?

- Defalarca...

- Ben de...

- Ne gereksizmiş değil mi?

- Bilmem... Çoktan unutulup gitmiştir zaten!

- Ya da farkına bile varılmamıştır...

5 Haziran 2008 Perşembe

GÜNLÜKLER

Ekim


"Bu günü beğenmedim. Erken yatalım." demişti. Gidip balkona kaçmıştın; çıplaklığını oracıkta bırakıp, ıslanmaya hazır o kadının. Gidip bir paket sigara içmiştin. Tek bir kibritle bütün paketi bitirmiştin. Ucuca eklediğin neydi ki öyle sabırsız?..

Nisan


"Aşkı..." demiştin, "Bir bina yapar gibi tanırım..." Evvel zamandı... Unutmuş da olabilir... Şimdi kaçak katlarını yıkmaya çalışıyorsun belediyeden önce...

Temmuz


Hiçbir düello davetini kabul etmedin. Kendinden utanmalısın!..

2 Haziran 2008 Pazartesi

Sen gittiğinde ben orada olucam!

[...Kahvede kahvecinin oğlu ve bulmaca çözen iki ihtiyardan başka kimse yoktu. Yarım akıllı bir çocuktu, ocağın arkasında durur, hep önüne bakar, bulaşıkları yıkardı. Hiç konuşmamışlardı. 15-16'sında vardı ama aklı 9'dan yukarı değildi. Ara sıra görürdü adam, sevimli çocuktu, hep gülümserdi. Çayı getirdi ama gitmiyordu. "N'oldu lan?" dedi adam, "Dikildin başıma." "Abi" dedi çocuk, "Ver elini öpeyim" İhtiyarlar bulmacayla uğraşıyorlardı. Adam şaşırmıştı, bakakaldı. "Abi" dedi çocuk, "Sakın babama söyleme ama gidiyorum ben." Adamın eline yapıştı. "Ver elini öpeyim, hakkını helal et." "Ne hakkı oğlum!" dedi adam, elini çekmeye çalıştı. "Nereye gidiyorsun?" "Korsika abi" dedi çocuk, "Oraya. Gece kaçıcam." "Ne var oğlum orada?" dedi adam. "Korsanlar var abi." dedi çocuk, "Korsan olcam ben. Karar verdim." Adam gülmek istedi, gülemedi. İçinde bir şeyler burkuldu, unuttuğu bir şeyler, kütür kütür burkuldu. Çocuk elini kapıp öptü. "Abi" dedi çocuk, "Gelirsen..." Sustu. "Merak etme." dedi adam, "Sen gittiğinde ben orada olucam." Birden çocuk koşup ocağın arkasında bir yere saklandı, babası gelmişti. Yinede gülümsüyordu. Babası yaşadıkça orada bulaşık yıkayacaktı. Bu iyice dağıttı adamı. 'Boşver' dedi sonra kendi kendine, 'Deli işte.' O geceden sonra çocuğu bir daha kimsenin göremeyeceğini henüz bilmiyordu. Pet şişeler ve tahtalardan gizlice yaptığı salla denize açılacak, ertesi gün cesedi kıyıya vuracaktı...]

Emre Gürdal, Kayıp.

NEŞRİYAT HATIRALARI

Özgür'ün düğünü için Edirne'ye gittiğimde;Özgür'ün, o güne kadar tanışmadığım arkadaşlarından biriyle karşılaştım... Özgür'ü Fethiye'den tanıyan biri. Ama bizim Eskişehir hatıralarımızın ilk yarısında o da Eskişehir'de öğrenciymiş. O zamanlar tanışmamış olmamız ilginç...


Ne oldu ne bitti bilmiyorum ama bir şekilde laf Kayra'ya geldi. "Aaa. Ben okudum onu." dedi, yeni tanıştığım arkadaş,"Hele bir kapağı vardı...Hiç unutmam! Adam elinde şeyini tutuyordu..." Bu konuşma 2008 yılının Mayıs ayında yapıldı. Elinde penisini tutan o adamın kapağında olduğu sayımız ise Mart 2001'de çıkmıştı... İlk sayımızdı!


İlk sayının kapağı konusunda hiçbir tereddütümüz yoktu. Yusuf da, Onur da, ben de Nazım'ın çizdiği o kapağın altına imzamızı atmıştık. Sonraları, her kapakta en az bir penis olunca zaman zaman mızmızlandığımız oldu... Nazım sonunda bizi şaşırttı ve penissiz bir kapağa imza atarak Kayra'nın anlamını penis sananların da aklını karıştırdı...


Yıl '98. Deliler gibi aşığım... Sevgilime şiirler yazıyorum durmadan. Ama o her seferinde, utana sıkıla hatta rahatsız olarak okuyor şiirleri... Sonunda ağzındaki baklayı çıkarıyor:"Ne zaman bu şiirleri okusam gözümün önüne kızıl saçlı bir kız geliyor..." Sevgilim tabii ki kızıl değil...
İlerleyen aylarda; sıkkın pıkkın yanıma geliyor bir gün..."Şeyy..." diyor,"Senin adına bir söz verdim..."


Dershanede bir kızın Kybele okuduğunu farkediyor. Ben de Kybele'de şiirler yayınladığım için merakla kızın yanına gidiyor. "Merhaba." diyor,"Kybele mi okuyorsun?" "Evet." diyor diğer kız. "Kimleri seviyorsun?" diye soruyor sevgilim. Kız hiç düşünmeden "Güray Onok" diyor...Hafif yüzü kızarıyor sevgilimin. Söylesem mi söylemesem mi diye düşünürken, ağzından çıkıveriyor birden "O benim erkek arkadaşım." "Hadi ya..." diyor diğer hatun. "Ben ona hayranım. Benimle tanıştırır mısın?" Sevgilim de kıramıyor kızı "Tanıştırırım" deyiveriyor...


Bunu bana söylediğinde uzun uzun gözlerine bakıyorum. Çünkü; bu işin altından, başıma bela almadan çıkabilme olasılığım ne kadar, merak ediyorum...Evet. Kesinlikle bundan yana değil..."Yok." diyorum,"Ben sevmem böyle şeyleri..." Israr ediyor, kıramıyorum...
'Bari' diyorum,'Çirkin bir şey çıksın da...Başım derde girmesin.' Kıskançlık krizleri, yeni yeni buluşmalar...Aman bir de, o da şiir miir yazıyorsa, yandık...


Bir gün dershaneye bırakırken sevgilimi kızla da tanışacağım...Dışarıda bekliyorum. Çağırıp gelecek... İkisini kapıdan çıkarlarken görünce başımdan aşağı kaynar sular boşalıyor... 'Hayalindeki kadını tarif et.' deseler... Aman allahım! Ben bile bu kadar güzelini hayal edemem... Kıpkızıl saçlar, bembeyaz bir ten, omuzlardan boyna doğru çıkan tek tük benler, yüzde belli belirsiz çiller, kiremit rengi dudaklar... O da ne!? Gözler yemyeşil... Bozuntuya vermeyeyim derken kıza tam snobluk yapıyorum... 'Ne yapıyorsun salak?!' dese de içimden bir ses, ben kasabın ciğerine hayran hayran bakan bir kedi değilim... N'apıyım? Aşığım işte... Hayallerimin kadını bile sevdiğim kadını kırmama neden olamaz... Akşam çıkışta alıyorum sevgilimi... Gözleri ışıl ışıl... "Neden o kadar soğuk davrandın ki!?" diyor ama içindeki kadınlık gururu yeni cilalanmış bir araba gibi parıldıyor...

YILDIZ YAĞMURU

I...

Sabaha karşı kapı çaldı... Uyku sersemi kalkıp gittim. Kilidi açmış, kapıyı aralıyorken "Lanet olsun!" dedim, "Ya bir katil ya da hırsızsa...?" Hırsız niye kapıyı çalsın ki? Hem kim öldürmek ister ki beni... Annem hep derdi oysa: "'Kim o?' demeden, kapıyı açma!" Yine 'Kim o?' demeden kapıyı açmıştım işte... Neyse, olacak olanın önüne geçilmez...

Kapıyı açana kadar otomatik sönmüş. Karanlıkta, birinin ağzındaki sigaranın aydınlığı ve onun gücünün yetebildiği kadar yerin belli belirsiz görüntüsü vardı. Kapının hemen yanındaki aparattan otomatiği yaktım. Veli, uykusuzluktan çökmüş gözleri ve dağınık saçları ile karşımdaydı. Hiçbir şey demeden beni kenara itti ve içeri girdi. Kapıyı kapatıp peşine takıldım. Koridor boyunca ileri geri bir kaç volta attı. Ben de uyku sersemi, salak salak onu takip ettim... Sonra, bir anda kendime geldim ve: "Amcık herif! Gecenin bu saatinde geliyorsun ve ayakkabılarını bile çıkarmadan koridorumun yolluğunda volta atıyorsun... Anlasan yıkatırdım ya sana bunları... Neyse... Git çıkar ayakkabılarını!"

"Abi hiç sorma!" dedi... Boş boş ayakkabılarına baktı bir süre... Eğildim ve bağcıklarını çözüp ayağından çıkardım. Uslu bir çocuk oldu ve ayakkabılarını çıkarırken sırayla ayaklarını kaldırıp bana yardımcı oldu... Bu, sakinleşmemi sağladı biraz... Gidip düzgünce ayakkabılığa bıraktım ayakkabılarını...

"Gel içeri geçelim." deyip salonun ışığını açtım; o, salonun kapısından girene kadar kapıda bekledim... Geçip koltuğa oturdu. "Yeterince olmadın galiba sen..." dedim, "Şarap var, biraz da viski..." "Viski." dedi... "Kör edenlerden ama..." dedim...

Umrunda değildi... Gidip mutfaktan dandik viskimi alıp geldim... Şişeyi Veli'ye uzatıp karşısındaki koltuğa oturdum. Bardak falan istemeyeceğini biliyordum zaten. Kapağını açıp şişeyi dikti... Suratını ekşitip, "Amına koyayım!" dedi, "Bari tadı güzel olanlardan alsaydın."
"Geçen ayın kirasını ödeyebilirsem, alırım."

Veli, yeniden 'Abi hiç sorma!' diyene kadar yaklaşık yirmi dakika sessiz sessiz oturduk. Daha doğrusu; o, boş boş tavandaki avizeye bakarken, ben uyukladım...

"Abi hiç sorma!"

"...."

"Nerdeydim biliyor musun?"

"Bilmiyorum. Neredeydin?"

"Zeyneplerdeydim...."

"Bütün gece mi?"

Duvardaki saat gözüme ilişti. 03:15... Yani yaklaşık olarak... Uyku dolu gözlerle yelkovanın tam yerini kestiremiyordum...

"Eee..." dedim, "Neden sabahı orada etmedin?"

"Abi hiç sorma!.."

"Tamam. Anlatmayacaksan... Ben yatayım..."

"Yok. Dur! Fuat'a gidelim...Hadi!"

"Oğlum manyak mısın? Bu saatte..."

"Bir şey demez..."

"Yok. O buraya gelsin o zaman. Arayalım da... Şimdi Tuğçe falan vardır yanında... Belli... Sen bir haltlar karıştırmışsın. Ayıp olur kıza...."

"Tamam. Ara sen Fuat'ı... 'Gelsin... Yoksa gidip dağıtırım orayı...' Öyle söyle..."

"Tamam. Tamam..."

Fuat'ı aradım... Bir saati buldu gelmesi. Çünkü, gelirken bira almasını söylemiştik... Açık bir yer bulması zaman almış... Ellerinde iki siyah poşeti tangırdata tangırdata geldi... Hava soğuktu ama balkona bir masa kurup yıldız yağmurunun altında, ilk ikişer birayı içerken sesimizi çıkarmadan, kayan her yıldızla birer dilek tuttuk... Sonra, dileklerimiz mi bitti yoksa Fuat bu sessizliğe daha fazla dayanamadı mı bilmiyorum ama:

"Bira getirmem için mi uyandırdınız beni?" dedi.

"Abi hiç sorma!" dedi Veli...

Papağan gibi tekrarladım: "Abi hiç sorma!..."

27 Mayıs 2008 Salı

BAŞKALARININ KOCALARI

Herkes farklı bir oyun oynar. Farklı oyununu, farklı bir şekilde oynar... "Lanet olsun! Yarın pazartesi!" diyenlere de kızmam, "Çok yalnızım çünkü bir sevgilim var..." diyebilenlere de...

Yüzeyde, herkes geldiği yerden kurtulmaya çalışır...

Ben, "Kocanız çok yakışıklı!" diyenlerdenim, mutsuz bakan evli kadınlara. Onlara "Çok güzelsiniz." demek yerine, "Kocanız çok yakışıklı." demeyi tercih ederim... Erkeklere de kadınlarını övmek isterdim ama; bu topraklarda, hala bir cinayet sebebi bu, ne yazık ki...

Yinede, buna aldırış etmeyeceğini düşündüklerime, ölüm riskine rağmen "Eşiniz çok zarif ve güzel." derim.

Çiçeğe dalını, dala toprağını, toprağa yağmurunu övmenizi dilerim...

25 Mayıs 2008 Pazar

KELLE PAÇA

"Benimle neden arkadaşlık ediyorsun?" diye sordum.

"Aslında benim sormam lazım sana bu soruyu." dedi.

"Çünkü karnımı doyuruyorsun..." dedim.

Belli belirsiz gamzeleri açtı. Tatlı tatlı baktı bana... Gözleri, şehrin bulutları ardında zar zor seçilebilen yıldızlar...

Önündeki çorbaya dokunmamıştı bile. Bense, benimkini silip süpürmüştüm. Önündeki tabağa iştahla baktığımı görünce, sigarasını sol eline alıp tabağını sağ eliyle bana doğru itti.

"Afiyet olsun!" dedi,
"Doymadıysan bunu da alabilirsin. Ben aç değilim..."

Tabağını önüme çekip benimkini kenara ittim. Şapırdata şapırdata onun çorbasını da götürürken, tutamadım kendimi:

"Sahi, benimle neden arkadaşlık ediyorsun?.."

"Siktikten sonra yastığın üzerine para bırakmıyorsun çünkü..." dedi.

"Ne kadara çalışıyordun sen?"

"50 ama adamı beğenirsem 30'a da veriyorum."

"Benim o kadar param yok!" dedim.

"Sevimli şeyy..." derken, uzanıp yanağımdan makas aldı...

"Sakın aşık olma bana, tamam mı?"

"Sen de bana." dedim.

"Artık çok geç!.."

24 Mayıs 2008 Cumartesi

REPRODÜKSİYONLAR

AŞKIN CESETLERİ VE NEFESLERİ / I...

Duygularımı dillendirmekte pek başarılı olamadım. Yani, bırakmadılar beni bir başkası konuşsun. Mektuplar yazdım bu yüzden. O kadar çok ki, yaklaşık bir rakam veremem.

"Bu kızlar" demişti A.
"Seni hep mutsuz edecekler. Çok canın yanacak... Ama çook uzaklarda bir gün, dinmese de sızıların, ummadığın bir rüyada durulacaksın... Biraz yaşlanmış, çokça hırpalanmış... Trenleri kaçıran kadınlardan birinde..."

Sanki, "Keşke on yaş büyük olsaydın" diyecekti. Sustu. Bir şey söylemedi. Söyleyemediği her kelimeyi yavaş yavaş yuttu. Yaralı bakışlarına yıllar evvel çektiği o beyaz bayrağı; sakladığı, naftalinli sandıktan geri çıkardı, ait olduğu yere astı... Kaçırdığı trenlere deva olamayacağımı biliyordu!..

"Sen çok hassas bir çocuksun" demişti bir keresinde. Galile'nin "Dünya güneşin etrafında dönüyor" dediği zamanki kadar akla aykırıydı sözleri. Kazara birisi duysa, kıçıyla gülerdi. Ama evet, tıpkı onun söylediği gibi "Hassas Bir Çocuk"tum. Yaşıtlarım "Canavar" diyordu yinede bana...

"Bu mektupları bu canavar mı yazıyor?" diye şaşırmıştın.

O mektupları bu canavar yazıyordu. Emin olamıyordun... Bir kaç sefer daha denedin... Her seferinde kış erken geldi ve göremeden daha kapılarını Viyana'nın, çekildin kendi umutsuzluğuna. Elimi uzatsam yetecekti belki... İçimdeki canavar buna asla izin vermedi!

Uzun zaman haksızlık yapmadığım düşüncesiyle avundum. En azından, kendi kurallarıma göre adil oynuyordum. Sonra... Devir değişti. Sen, aşkın kurallarını en başından yeniden yazdın ve ben öyle çok bocaladım ki... İtiraz edemedim o günden sonra hiçbir gidişe...

"Ne oldu?" diye sordu Eser, "Kötü bir şey mi?.."

"Alışık olmadığım bir şey değil" dedim,
"Yinede biraz dinlenmem lazım, çok acıyacak!.."

Çok acıdı... Ama ben, acısını değil aşkı tercih ettim. İçimdeki canavar başka türlüsüne izin vermiyordu zaten!

Aylardan temmuz, haftanın sonuydu. İzmit'ten Gölcük'e giden motordaydık.

"Bu, Marmara değil." dedim,
"Kokusu benzer ama altını ıslatmış bir çocuk gibi duruyor..."

"Sevgilin var mı?" diye sordun sen.

En azından, lafı değiştirmeden önce bir şeyler söylersin diye ummuştum ve senin yanına geldiğim anda, sevgilimi unutmuştum... Hatırlattın.

"Evet." dedim. Yüzün düşüverdi birden...
"Ama Kasım'da ayrılacağım."

Önce sevindin, sonra şaşırdın:
"Neden? Onu sevmiyor musun?.."


Çok seviyordum. Hatta, o ana dek tüm sevgi rekorlarımı onda kırmıştım.

"Nasılsa bitecek sonunda..." dedim.
"Kasım... İyi bir zaman..."


Kasım'da ayrılamadım sevdiğim o kadından. Aralık'ta da, Ocak'ta da... Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran... Temmuz da yüreklendirmedi beni. Ağustos da... Ve ne Eylül, ne Ekim... O beni terk edene kadar bekledim... Nasılsa bitti sonunda!

23 Mayıs 2008 Cuma

KUMARDA KAYBEDEN HERŞEYDE KAYBEDER!

Bazı aralıklar, uzun uzun sevilmediğim olur. 'Şanssızlık!' derim... Gidip "Sevilmeyenler Çay Evi"ne otururum. Tavla, pişpirik, yanık, okey... Gece yarısından sonra poker... Sabaha karşı, dımdızlak; gider, bir bulut bulur, ıslanırım. KUMARDA KAYBEDEN HERŞEYDE KAYBEDER!.. Ve hiçbir gemi almaz beni. Ne bulaşıkçı, ne miço... Bilmem yüzmeyi... Boğulmak isterim bu yüzden. Floşa kaybedersem ağlamam, Döper'e kaybedersem gülerim...

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Rakı Türk'tür!

[...Rakı Türk'tür... Bizdendir. Bakın anlatayım. Yıl: '33, '34... Almanya'da Naziler döneminde öğrenime gitmiş bir dostum vardı benim: Zeki Bey. Berlin'deki ev sahibiyle pek iyi arası. Bir dinlence dönüşü İstanbul'dan rakı götürmüş adama. Yanı sıra pastırma, beyaz peynir filan... Masayı donatıp çağırmış bir akşam. Adam pek sevinçli. Oturmuşlar, içiyorlar. İki kadeh sonra Alman başlamış ağlamaya. Bre aman yahu ne var? Kötü bir şey mi yaptık? "Herr Zeki" demiş adam, "ne olacak bu bizim memleketin hali?"...]

Vedat Türkali, Mavi Karanlık

20 Mayıs 2008 Salı

AHH! TRAKYA...

Üniversiteden arkadaşım Özgür'ün Edirne'de düğünü vardı. Gelin hanım Edirneli olmasa bi on sene daha uğramayacağım oralara ama Özgür'ün düğünü için düşüyorum yollara...

Kendi sınırlarımı zorlayıp düğünde oynamaya bile kalkıyorum, hatta halay çekiyorum... Sanırım Özgür bu konuda takdir edecektir beni... Ehh! O da sevmez oynamayı da, eli mahkum, oynayacak... Arkadaşları da kendi gibi tabii... Ben gazı verip bütün milleti kaldırıyorum. Sonra aralardan sıvışıp masaya dönüyorum. O da ne! Oynamaya kalkanların yarısı benden önce sıvışıp dönmüş masaya... Neyse! Kalktık ya canım... Bizim de elimizden bu kadar geliyor... İlerleyen saatlerde bir de halay... Tamamdır...

Ertesi gün, madem geldik köye uğramadan olmaz... Dayımlarla Yeniköy'e geçiyoruz...

- A be kızanım! Ne kadar büyümüşsün sen böyle... Gene güzelsin de... Küçükken daha güzeldin...

Öyledir teyze... Eh! Artık az da olsa göbek de var...

- Yaptı mı bu askerliği?
- Yaptı yaptı...
- Bizim .....'yı verelim buna...

Gülüşmeler...

- Neden gülüyorsunuz canım. Mis gibi çocuk işte! Kız yabancıya gitmesin...

Fazla kalmamak lazım, bekarlık elden gidecek... Kuzenim hemen gelip kurtarıyor beni... "Hadi çıkalım!" Bu teklifi bekliyordum zaten... Siz aranızda münasip gelin adaylarını çıkarın, ben göz atarım bir ara... Bizim oranın kızları da, kolay kolay reddedilemeyecek kadar güzeldir... Daha vakit var da... Yaşlılar çetesi şimdiden başlasınlar elemelere, sorun değil...

Yıllardır yokum buralarda. Sürekli geldiğim zamanlardaki arkadaşlar da yok! Herkes beni soruyor.

- Tizemin oğlu

diyor Özgür... 1.90 küsur ve 115 kiloluk, yüzyıllık çınarlardan daha geniş gövdesi olan kuzenim... Benden iki tane olsa, arkasında rahat rahat saklanırız...

Köy açmıyor... Sessiz... Millet ortalıkta değil... Soğuk biraları kapıp koruluğa gidiyoruz... Bütün kasaba korulukta sanki... Mangalı kapan damlamış... Biraz sonra köyden bir iki beter daha geliyor... Dikiyoruz şişeleri... 1...2...3...4... "Biranın tadı daha güzel burada." diyorum... "Bilmem" diyor kuzenim... "Ben içiyorum hep aynı... Bira da aynı, rakı da aynı..." 5...6... Altıncı bira günün neresi? Saate bakıyorum: 17! Gün kararmadan sızacağım galiba... Sızdım mı, allah göstermesin! Ölene kadar düşmem dillerinden... Şöyle bir ayağa kalkıyorum. Yok! Yok! Tadı da güzel... İçince de dokunmuyor... Trakyalı genlerim kontrolü ele aldı galiba... İyi. İyi.. Dile düşmeyeceğiz...

Akşam üzeri dayımın kızıyla futbol oynuyorum bir de üstüne... Vallahi futbolcu olur bu kızdan da... Bu ülkede bir halta yaramaz işte... Dokuz gibi gene gelip alıyor beni kuzenim Özgür... Kasabada bir iki bira... Üstüne köye geri geliyoruz... İsmail'in Yeri... Burada içmeyeceğim diyorum girerken, içimden... Oturur oturmaz iki bira önümüzde... İçmemek ayıp olur... Biter bitmez pat! Boşlar gidip dolu şişeler geliyor... Saate bakıyorum 00:30. "Yarın sabah altıda kalkacağım ben." diyorum Özgür'e. "Tamam." diyor. "Bitirelim şunları, seni eve bırakayım..." Bitiriyoruz. Beni eve bırakıyor. 01:30! Merhaba uyku...

Bir kaç gün daha kalsam, biteceğim... Şimdilik tadımlık olsun deyip, sabahın köründe kaçıyorum İstanbul'a...

16 Mayıs 2008 Cuma

KIRIK KALPLER

Büyük Umutlar'daydı sanırım. Elini tutup göğsüne götürür ve sorar:

- Bu ne biliyor musun?
- ...
- Bu, kalbim... Ve kırık!..


Bunun duygusunu yaşamak hep tercih edilendir... Oysa yaşlı kadının "Aman allahım! Aman allahım! Ben ne yaptım böyle?!" duygusunu da yaşamalı bazen... Kalp kırdıktan sonra artık yapacak bir şey olmadığı için; sadece yokmuş, hiç olmamış gibi davranmaya çalışırız ve unuturuz, unutmaya meyilli dururuz...

Nasrettin Hoca'nın testi kırılmadan oğlunun ensesine tokadı indirmesi gibi bir çözüm işe yarar mı:

- Bir gün kalbini kıracağım. Gerçekten kıracağım... Bunu planladığım için söylemiyorum... Yapacağımı bildiğim için söylüyorum... Ve yaptığımda, muhtemelen farkında olmayacağım. Farkında olduğumda... Çok geç olacak. Bu konuşma da fayda etmeyecek o zaman ama en azından hatırla... Beni; kalbini kırışımla değil, bunun için aylar, yıllar öncesinden özür dileyişimle hatırla... Bir gün kalbini kıracağım, beni affet!..

15 Mayıs 2008 Perşembe

HATIRLAMAK

Hatıralar ve bellek üzerine kişisel ve tamamen bilimsel yöntem dışında çalışmalar yürütüyorum. Şimdi ben bunlara "çalışmalar" diyorum ya, bir şeye benziyorlarmış gibi duruyorlar... Öyle mi, değil mi..? Bir gün anlarız diye umuyorum, ya da en azından bir gün anlarım diye...

Belleğimde sürekli döndürüp durduğum bazı resimler, bazı videolar var. Bunların en eskilerinin öğrenme ve hatırlama konusunda yapı taşlarım olduğunu varsayıyorum. Bana anlatılan hikayelerle yeniden kurguladığım kısımları atacak olursam en eski görüntüler karlı bir kışa ait olanlar ve de bol yıldırımlı bir bahar ayı... Karlı kış, 80'li yılların en çetin kışı. Tarihini de bulup çıkarmıştım ama şimdi yeniden bulmak zor geldi... Bilenler bilir, bilmeyenler merak ettilerse soruşturup öğrensinler... 86 ya da 87 olmalı. Emin değilim... Yıldırımlı bahar ayıysa, muhtemelen ondan daha eski... Sobanın üstünde tane mısırların kaynaması ve her yere gürültüyle yıldırımların düşmesi...

Bu iki görüntünün neden asla kaybolmadığını bilmiyorum şu an... Birinde annem var yanımda, diğerinde ablam... İkisinde de yalnız değilim... Kışlara özel bir ilgim yoktur ama yıldırımlardan korktuğum kadar korkmam hiçbir şeyden... Çocukluğum yıldırım çarpıp ölen insanlarla ilgili hikayelerle doludur...

Biz daha tuhaf bir konuya geçelim...

Uyumak konusunda isteksizsem eğer, tanımadığım insanları değişik yöntemlerle (kimi zaman işkence, kimi zaman toplu katliam, kimi zaman çok sıradan şekillerde) öldürerek rahatlar ve huzur içinde uyurum. Onca dehşetli görüntünün ardından nasıl böyle huzur içinde uyuduğuma da henüz bir anlam veremedim. Bir tür masal, bunlar benim için... Hiç de şiddet dolu biri olmasam da, belki de bunu, buna borçluyum...

Ama bu meselenin başlangıç tarihi çok yakın zamanlara uzanıyor... Belli bir yerde, belli bir zamanda başlamış bir şey bu... Artık tam bir ritüel oldu ya, arkasındaki gerçeği bulmam sanırım daha zor bu yüzden... Ama kesinlikle sarp kayalıklarla bir ilgisi var...

Aklımın takıldığı bazı konular gerçekten "tamamen sıyırmış" insanlara has... Oysa ben, gayet ustalıkla dengede kalabiliyorum -ya da bunu iddia edebilecek kadar sıyırdım- ve "normal" olarak algılanmak için özel bir çaba sarfetmem gerekmiyor...
Sanırım en çok kendimi merak ettiğim için oluyor tüm bunlar...

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Mucizeler...

Hala mucizelere inanıyorum ama bunun için yalvarıp yakarmaktan vazgeçtim. Kendi adıma mucizeler beklemekten vazgeçtim. Sıramı bir başkasına veriyorum. Kim olursa olsun. O kadar yalvarışın, yakarışın karşılığında dilerim birilerinin mucizeleri gerçekleşsin. Sanırım ben böyle iyiyim. Evet, sanırım ben iyi biriyim...

11 Mayıs 2008 Pazar

SALİ'YLE ATIŞMALAR

- Nasıl bir adamsın sen ya!?

- Evlat olsam, başım okşanmaz! Siktir et...

- Yok be! O kadar da değil...

- Ne kadar peki?

- Zararsızsın bence...

- Eee, n'olmuş zararsızsam... Cesedimi bulsan yıkar mısın?

- Ne yıkayacağım ya!.. Basar giderim kimseye görünmeden.

6 Mayıs 2008 Salı

ADAB-I MUAŞERET

Vaktiyle, bir yerlerde staj yapar gibi yapmıştım... Gerçi bütün gün muhabbet etmek ve dahi kahve&sigara molaları dışında yaptığım bir şey de yoktu... Karşılıklı iki binada, iki ayrı ofisi vardı şirketin. Ben, kısmen sakin, patron denebilecek adamların pek uğramadığı kısımda takılıyordum. Keyfim yerindeydi...

Söz konusu şirketin bir de Belçikalı bir ortağı vardı. Ceberrut mu ceberrut bir adam. Hasbelkader, bizim ofise geldi mi herkes saklanacak yer arardı... Bir sabah beni çay&simit keyfimin ortasında yakalayıverdi. Ben de bana bulaşmasın diye ilişmedim adama... Bir süre karşımdaki bilgisayarda takıldıktan sonra "Who are you?" diye sordu bana... O an düşündüm: kimimki ben?.. Tam da bir cevap bulabilecek gibiyken "Who the fuck..." diye saydırmaya başladı. Sadece filmlerde duyduğum milyon cins ingilizce küfrü ettikten sonra "Are you student?" gibisinden bi şeyler söyledi... Evet, bir çıkış yolu bulmuştum. Hemen sarıldım o bahaneye: "Yes, i am a student..." Bir süre okuluma ve hocalarıma saydırdıktan sonra okulumu sordu, ben de söyledim. Tek tek bütün hocalarımın isimlerini saymaya başladı... Ne olup bitiyor, anlamaya fırsat bile bulamamıştım ama ingilizce de olsa, yediğiniz küfür hazımsızlık yapıyordu...

Sonra birden, telaffuzu bozuk ama dilbilgisi çok düzgün bir Türkçe ile konuşmaya başladı. "Sen Türkçe biliyorsun değil mi?" dedi, "Evet." dedim, "İngilizce de biliyorum..." "Ama sanırım sen Türk değilsin" dedi. Neden böyle bir şey söylediğini hiç anlamamıştım, hemen anlattı: "Türkler misafirperver insanlardır. Ben geldim. Odaya girdim, buraya oturdum, selam bile vermedin..." Ben hemen adamın hangi dili konuştuğundan emin olmadığım bahanesini attım ortaya ve daha da saçmalayarak "sizin belçikalı mı, fransız mı, hollandalı mı olduğunuzdan emin değildim" dedim. "Hello demeyi de bilmiyor musun?" dedi...

Bütün o ingilizce küfürlerin üstüne, bu Türkçe aşağılamalar iyice sarsmıştı beni. Hatta, muhtemelen yüzümden okunuyordu utancım. Adamın tavrı birden değişti: "Bu sana ders olsun. Bir daha bir mekana girdiğinde ya da birileri içeri girdiğinde önce selamlaş... Şimdi git bana bir çay getir! Şekersiz olsun..."

Kalkıp çayı getirmek için odadan çıktım. Tüm diğer elemanlar adam gelir gelmez yan odaya kaçmışlardı. Ben odadan çıktığımda hepsi gülmekten yerlere yatıyorlardı... Çayı doldururken Semih abi geldi: "Aldırma sen ona. Aslında çok iyi biridir..." "Hayatımın dersini verdi bana...." dedim...

3 Mayıs 2008 Cumartesi

TOK ADAMIN DERDİ OLMAZ

Geçenlerde tuhaf bir şey oldu. Sabahın körüydü ve köpekler yeni uyanmıştı. Hiç niyetleri yokken kışkırttım onları korkumla. Üçer beşer üzerime geldiler. Donup kaldım. Üstelik sokaklar benim sokaklarım değildi, gidecek yolum, yetişecek yerim vardı. Bir yerlerde beni bekleyen kimselerim... Köşeden geçen adama "İmdat!" diye bağırdım. İrkildi birden. Ne olduğunu anlamaya çalışırken köpekler dağıldı, yüreğim yoruldu. Güldü halime. Ben de gülümseyiverdim köşeden geçen adama: "Köpeklerden çok korkarım" dedim. "Korkmalısın" dedi. Ara yollardan sessizce yürüyüp gitme alışkanlığımı işte orada bıraktım. Hemen ana caddeye çıktım. O da ne! Meğersem hala yaşıyormuşum...

Bir kaç yıl önceydi. Hayat önümde seyrediyordu durmadan. Ne yetişmeye çalışıyordum, ne geride kalmaya gayret ediyordum. O gün kendi kendime bir karar aldım. Daha doğrusu, kararı ansızın alınmış buldum ellerimde: "Üç gün yemek yemeyeceğim, üç gün uyumayacağım, üç gün yerimden bile kıpırdamayacağım..." Arada böyle kararları alınmış bulurum ve itaatsizlik etmeyi sevmediğimden hemen uygulamaya koyulurum. Bir kaç şişe su koydum yatağımın yanına, yere. Televizyonu kumandayı çekecek bir açıya yerleştirdim - öyle her yerden kumandaya cevap vermiyordu meret-. Bilgisayarı uzatma kablolarıyla yatağımın yanına çektim ve uzandım... Daha bir saat bile geçmeden kapı çaldı! O an, o şehirde kapımı çalabilecek kimse yoktu. Açmayacaktım ama çok acıkmıştım... Gidip açtım. Yeni evli bir çift bir aya kadar boşaltacağım evimi kiralamayı düşünüyormuş. "Buyrun!" dedim. Buyurmadılar... "Müsait değilsiniz galiba..." dedi kadın, "rahatsız etmeyelim" dedi adam. "Siz bilirsiniz" dedim. "Ama ısı yalıtımı çok kötü. Kışları çok soğuk oluyor... Bence orta katları tercih edin..." Onlar gittikten hemen sonra kebapçıya sipariş verdim. Balkonda afiyetle yiyip kebaplarımı, tok adamın derdi olmadığını işte orada öğrendim...

1 Mayıs 2008 Perşembe

ŞAPKA

şu jileti boydan boya kesecek bileklerim ve altına saklanabilmek için gidip bir şapka alacağım kendime hiçbir bakışın tanıdık olmadığı adı değiştirilmiş caddelerde

29 Nisan 2008 Salı

İLK ACI !..

"Hayat bir oyun ama ben bir oyuncak değilim" demişti. Kim bilir kaç kız kaç delikanlıya bunları söylemişti!.. Ne oyundan bahsetmiştim oysa ben, ne de oyuncaklardan. Mutlu olmam, olabilmem oyun oynadığım anlamına mı geliyordu?

'Dur yahu!' diyemedim, 'Daha 13 yaşında bir kızsın sen... Ne bu ciddiyet, ehemmiyet!?' Diyemedim işte... 13 yaşında bir oğlan çocuğuydum. Sustum. Eminim erkekler kadınlardan on kat daha fazla kullanıyorlardır bu sözü: Sustum!

Neden susarız ki biz? Kurtulmak için mi, nefes almak için mi, yutkunmak için mi? Bazen, tam konuşmaya kalktığında, ağzından sözlerin çıkacağını umarak açarsın ağzını ama ağzının içine dolan hava aşağıya inmez; ne ses tellerine değer, ne nefes boruna, hıçkırarak ağlamaya başlarsın hani... Sanki ağlayışının alfabesini bilse biri, her şeyi anlayacak gibidir... Belki de bu yüzden susarız... Ağlamamak için değil! Anlaşılmaktan korktuğumuz için...

Şimdi karşına çıkıp sana sormak isterim: "Hayat bir oyun mu? Peki kim oyuncak? Kim Oyuncu?"

Sorun

"Senin sorunun ne biliyor musun..? 'Seni sikicem!' demiyor bakışların. Bakışların 'Seni sikicem' demeli ve aynada kendinle yüzyüze geldiğinde, 'Aman allahım! Galiba götü kaybettik' diye korkmalısın..."

27 Nisan 2008 Pazar

"Geliyorlar be Yusuf!"

"Gidiyorlar be Yusuf'um!" Biliriz. İyi biliriz biz bunu... "Siktir et!" Şimdilik şurada dursun uslu uslu. Biz seninle gitmeyenleri konuşalım. Serüvenlerimizi birbirine tokuşturalım. Kırılmasın ama hiçbiri. Alexander Supertramp'i yanlış anlayalım ne çıkar! "Öyle de kardeşim, yatılmaz mı şu kızla da yahu?!" Yok. Yok. Adam dibine kadar haklı! Önce, cinsel organlarımıza dönmeliyiz sırtımızı... Köpeklik hep orada başlamaz mı?..

Ne çıkar? Söyle, ne çıkar çıkarmaya kalksan cebinden; kusmaya kalksam, midemden ne çıkar? Ortaya saçmayalım durduk yere, oda yeterince dağınık zaten. Sen söyle ben sana, ben söyleyeyim sen bana inanalım... "Yok. Dönmeyelim oralarımıza sırtlarımızı" gel, bir süre daha adamdan sayılmayalım. Bu kez, gerçekten koşalım kadınların peşinden. Koşarmış gibi yapmayalım bir kez olsun.

Sevilmişliğimiz kafi, sevişmişliğimiz de... Bizi sevmesini talep etmeden sevelim hayatı. Ne kadar zaman kaybettik ki topu topu? Sen dersin "27 sene", ben "1,5'tan 2" Ortalamasını alalım: 14,5'tan 15 olsun ne çıkar...

Nazım da gelir, buluruz elbet sığınacak bir oda, bizi saklayacak kadar karanlık. Onur da alışmıştır artık, belki de bırakmıştır sızlanmayı bile... Yaza doğru, ona ve bize doğru da uzarız. Ayaklarından tavana asar, mutluluklarımızın boyunu öyle uzatırız, illa da gerekliyse... "Sahi, mutluluk değer mi tüm bunlara?"

"Neden?" diye sorarsın bana sen...

"Yüreğimdeki tüm çiçekleri sana kopardım" derim.

"Sen bana sor bir de..." dersin, sorarım. Yanıtın:

"Neden olmasın!"

Olsun artık değil mi... 'Ol'demeden olsun artık!..

25 Nisan 2008 Cuma

Neden Olmasın!

Dilime takıldı, Yusuf Ziya dizeleri:

"soyun ve yanıma uzan
anlamını öğret bana kadınlığın"

Ne diyordu Özlem Sezer: "Kadınlar size kadınları anlatacaklar" Haksız mıydı peki? Yazık. Çok yazık!.. İçime oturmuş bak... Üzüldüm gerçekten. Kadının kadından başka düşmanı yok! Kadın, erkeğin yanında çok güzel duruyor; tıpkı, rakının yanındaki beyaz peynir... Yok. Yok. Feministleri sevmem de vallahi kadın düşmanı değilim!.. Aşk düşmanıyım ben. Bir sevgi ilişkisine girmediğim tüm kadınları severim... Gün ışığında ve bilakis gece, karanlıkta...

Kendimle bu kadar çok çelişmemin en basit ve kolay anlaşılabilir açıklaması: "Yalan söylemiyorum!" İnsan yalan söylemeyince, doğrunun peşine takılarak aldanıp duruyor. Tekrar ve tekrar. Bu olmadı başa saralım! "Bu kadar çok kadını seviyorsan, bu aşk değildir" demişti birisi. Özrüm kabahatimden beter, açıklamıştım: "Bu sadece kullandığımız terminolojilerin farkı!" Üç harf yan yana gelince aynı anlam çıkacak diye bir şey yok... Hem sonra, dilimden düşmeyen başka Yusuf Ziya dizeleri:

"Aşk e şıkkıdır
hiçbiri"

On yıldan fazla bir zaman sonra, ansızın, yıllardır sevdiğimi fark etmiştim birini... Hafif bir kalp sızısı olmaktan öteye geçememişimdir muhtemelen onun için, yinede kıymetli eserler müzesine kaldırdım hemen, bulduğum o defineyi!

Hiçbir şeyi biriktirmediysem, milyonlarca gerçekleşmemiş olasılık dolmuştur ceplerime...


Çook eskilerden bir kaç Güray Onok dizesi:

"Beni sevmediğin bu dünyada
Sokağa atılmış bir siyam kedisiyim..."

Kiminim peki? Tabii ki kendimin...

Hem kim "Neden?" diye sorsa, cevabım hazır:

-Neden olmasın!..


24 Nisan 2008 Perşembe

HARİÇTEN GAZEL, ŞİİRİSTANBUL, YUSUF VE EMRE...

23 Nisan için Hariçten Gazel İstanbul'a geliyordu. Önce Yusuf'la buluşup aralarına katıldım. Tam o ara Emre aradı, Emre de katıldı bize. Tüm Hariçten Gazel ekibine güler yüzleri ve hoş sohbetleri için teşekkür ederim. Keyifli bi kaç saat geçirip kalktık aralarından...

Emre ve Yusuf'un bir yerlere yetişme telaşı vardı, ben de takıldım arkalarına... Kırım Kilisesi'nde Şiiristanbul etkinlikleri kapsamında Kadın Şairler Buluşması varmış, oraya gittik... Ne olacak ne bitecek derken sesler yükselmeye başladı. Mahalle kavgasının kıyısından dönülünce herkesin tadı kaçtı. Biz de daha fazla kalmayalım dedik. Kadın, şair de olsa kadınmış... İyice belledik bunu... Yazık oldu diyebildik sadece...

Ertesinde çaylar, biralar derken sabahı ettik neredeyse... Nasıl da özlemişim Yusuf'la konuşmayı... Yakında bana misafirliğe gelecek, acısını çıkarırız işte o zaman onca yılın...

17 Nisan 2008 Perşembe

BENİ SEVMİYORSUN...

- Seni çok seviyorum.

- Hayır, sevmiyorsun!

- Seviyorum.

- Sevmiyorsun!

- Sen beni sevmiyorsun asıl!..

- Hayır, ben seni seviyorum.

- Ben niye sevmiyormuşum seni?

- Bir gün anlarsın...

- Yani senden bıkacağımı mı söylüyorsun?

- Hayır. Beni sevmediğini söylüyorum.

- Hiç de bile! Seni çok seviyorum...

- Sevmiyorsun ve bunu fark edeceksin... Ama hiç de umrunda olmayacak o zaman, bir zamanlar yanılmış olman...



16 Nisan 2008 Çarşamba

"KAPKARAGÜMRÜKLERİNİZDE REZİLLER GİBİ İÇTİM GÜPEGÜNDÜZ..."

Çektiğimiz acılar kadar değerli olacağımızı mı sanıyorduk? Belki de... Saf çocuklardık. Üstümüze ne yıkılsa altında kalıyorduk.

İstanbul çoktan keşfedilmiş ve hatta fethedilmiş bir şehirdi. Önemli değil... Yinede tadına baktık. O zamanlar yaşlı ve çirkin bir orospuya benziyordu ama biz yinede yumulduk dudaklarına, soluksuz kalana, dudaklarımız morarana kadar öptük... Bazen hijyenik prensesler bile oldu yanımızda, tebdil-i kıyafet, ellerinden tutup sokaklara indirdik onları, ta uçlara kadar götürdük ve tabii ki onlar geri dönerlerken, biz, ısıtılmış kamalarla adlarını derimize kazıdık... Bir şeye benzemiyorsak şimdi, ondandır...

15 Nisan 2008 Salı

HEP OKUNMAK İÇİN YAZDIM

Kendimi ortaya koymak konusunda cesur olduğumu söylerler. Bunun cesaret ya da dürüstlük olmadığını iddia eder ve sık sık da kazanırım.

Hep okunmak için yazdım. Birilerinin okuyacağını bilerek. Sorumlu ve sıkıcı biri olmak istemedim. Birilerine bir şeyler enjekte etmek istemedim. En fazla, rica etmişimdir: "Lütfen beni anlamaya çalışın!"

Bunu bile, ancak zavallıların zavallısı durumuna düştüğümde yapmışımdır.

Kimseyi anlamak için okumadım. Kimseyi öğrenmek için okumadım. Kimseyi gülmek için okumadım. Kimseyi ağlamak için okumadım. Bu cümleyi, fiillerin yerine fiiller koyarak istediğiniz kadar uzatın... Tüm o fiillerden nasiplendim. Anladım, öğrendim, güldüm...

Teşhir, ifşa, ibra, itiraf, itiraz, tahakküm... Pek çok kılığa bürünüp gözler önüne serildim. Kendimden geçip kendimi sereserpe buldum.

"Pişman mısın?" diyerek yüzüme sırıtan kıllı, bıyıklı, altın zincirli ve de tabii ki eski kasa Mercedes'li bir hanzo oldu hep yazdıklarım. "Hayır." dedim her seferinde, "Bu mesleği bile isteye seçtim... Dert etme sen!"