Süleymaniye Kürsüsü'nden (Şiir İncelemesi)
Süleymaniye Kürsüsü'nden
Bir de İstanbul'a geldim ki: bütün çarşı, pazar
Naradan çalkanıyor, öyle ya... Hürriyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... doğru:
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;
Kafalar tütsülü hulya ile, gözler kızgın;
Sanki zincirdekiler hep boşanır zincirden,
Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!
Zurnalar şehr ahalisini takmış peşine;
Yedisinden tutarak ta dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli,
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlayacak
-Yaşasın
-Kim yaşasın?
-Ömrü olan.
Şak! Şak! Şak!
Ne devairde hükümet, ne ahalide bir iş!
Ne sanayi, ne maarif, ne alış var, ne veriş.
Çamlıbel sanki şehir, zabıta yok, rabıta yok;
Aksa kan sel gibi, dindirecek vasıta yok.
'Zevk-i hürriyeti onlar daha çok anlamalı'
Diye mekteblilerin mektebi tekmil kapalı!
İlmi tazyik ile ta'lim, o da istibdad
Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen azad.
Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan...
Sahneden sahneye koşmakta bütün şakirdan.
Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,
Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli.
Dalkavuk devri değil, eski kasaid yerine
Üdebanız ana-avrat sövüyor birbirine.
Türlü adlarla çıkan namütenahi gazete,
Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete.
İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit
Bularak fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it
Yürüyor dine beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hazır bunu hürriyet-i vicdan sanıyor.
Kadın erkek koşuyor borc ederek Avrupa'ya...
Sapa düşmekte bizim şıklara, zannım Asya.
Hakka tevfiz ile üç dane yetişmiş kızını,
Taşıyanlar bile varmış, buradan baldızını...
Analık ilmi için Paris'e, yüksünmeyerek...
Yük ağır, ecri de nisbetle azim olsa gerek.
Haşim akşam karanlığında meçhule doğru uzanan yollardan, sadece cemiyetin değil, varlığın da dışına çıkmak istiyordu. Akif, onun tam zıddına, her şeyin vazıh olarak göründüğü bir öğle güneşi altında hayatın gürültülü, boğucu ve alelade hayatın içine girer.
Türk edebiyatında onun kadar içinde yaşadığı devri bütün teferruatı ile gören ve gösteren başka bir şair yoktur, denilebilir. Safahat, adeta, muayyen bir nokta-i nazardan tasvir edilen bir manzum romana benzer: Sokak, ev, kulübe, saray, meyhane, cami, köy, şehir, fakir, zengin, dindar, dinsiz, cılız, pehlivan, korkak, kahraman, halk, yüksek tabaka, münevver, cahil, yerli, yabancı, Avrupa, Asya, ticaret, siyaset, harp, sulh, şehircilik, köycülük, mazi, halihazır, hayal, hakikat, hemen hemen her şey Akif'in duyuş ve görüş sahnesine girer. Ve o bunları yalnız şiirin değil, edebiyatın bütün ifade vasıtalarıyla anlatır: Tasvirler yapar, portreler çizer, hikayeler söyler, fıkralar anlatır, konuşmalara başvurur, vaaz eder. Komik, trajik, öğretici, hamasi, lirik, hakimane her edayı, her tonu kullanır. Bu suretle Akif, şiirin hududunu nesir kadar, edebiyat kadar genişletir; hatta edebiyatı da aşar, onu hayatın ta kendisi yapar.
Almış olduğumuz parça (Süleymaniye Kürsüsünden) , Akif'in hayatı nasıl en reel tarafları ile ortaya koyduğunu çok güzel gösteriyor. Bu tasvirin 'Süleymaniye Kürsüsünde' bir vaiz tarafından yapılmış olması ayrıca dikkate değer. Akif, kendisinden önce Türk edebiyatında kimsenin yapmadığı bir işi yapıyor. Mabede sokağı, dinin içine hayatı sokuyor. İnzivasında, insanların hallerini düşünen Yunus, bir gün:
Kasdım budur şehre varam feryad ü figan koparam
der. Fakat şehirde değil, ruhun içinde dolaşır. Akif, şehrin içine gerçekten giren ve feryat ve figan koparan bir şairdir. Bu bakımdan o, eski tip dindarlardan tamamıyla ayrılır. Eski tip dindar, umumiyetle Allah'ı ve ahireti düşünür, cemiyete ve dünyaya önem vermezdi. Akif'in esas konusu dünya ve cemiyettir. Onun için din, insanları nizama sokan ve yükselten bir kuvvettir. Akif, müslümanlığa sadece bir ahiret dini gözüyle bakmıyor, onun dünyayı da düzeltebileceğine iman ediyordu.
Akif'e göre, insanları kötüleştiren ihtiraslardır. İhtirasları tanzim eden kuvvetler -din bunların başında geliyordu- ortadan kalktı mı, fertler de, cemiyetler de hayvanlık seviyesine düşerler. Almış olduğumuz parçada şair, 1908 hürriyetinin ihtirasları nasıl başıboş bıraktığını ve cemiyeti nasıl korkunç bir anarşiye sürüklediğini tasvir ediyor. Galeyanı hürriyet sananlar, sarhoş veya deli gibi ne yaptıklarını bilmiyorlar. Akıl ve mantık tanımayan kalabalık, anarşik bir halde sokaklara dökülüyor. Neyin takdir olunduğu bilinmeyen bir alkıştır gidiyor. Şuursuzluk, cemiyetin en hayati sahalarına, hükümet dairelerine, mekteplere kadar yayılıyor. Matbuat sosyal birliği parçalamaktan çekinmiyor. Cinsi duygular istismar ediliyor. Dine hücum etmek, vicdan hürriyeti sayılıyor. Eğlenmek için borç alarak Avrupa'ya koşuluyor...
Süleymaniye Kürsüsü'nde konuşan vaiz, tasvirlerine daha uzun müddet devam eder. Devrin bütün sosyal manzaralarını gözden geçirir. Almış olduğumuz parça, Akif'in muhteva ve üslup bakımından çok zengin olan şiirinin bütün hususiyetlerini göstermemekle beraber, biz, mahdut bir netice verse de, tahlilimizi sadece onun üzerine teksif edeceğiz.
Realist bir tablo gibi görünmesine rağmen, şairin, tasvir ettiği manzara karşısında tarafsız kalmadığı, heyecanlı bir tavır aldığı besbellidir. Bu tavır, hiddet, hiciv, alay kelimeleri ile hülasa olunabilir. Kelimenin tam ve hakiki manasıyla bu sosyal bir satirdir. Hürriyeti çok yanlış anlayan, aklı, mantığı, nizamı unutan şuursuz kalabalığa karşı şair, son derece kızıyor. Bu kızgınlık dolayısıyla onun hareketlerini kötü ve gülünç gösteriyor. Manzumenin komikliği ile bu davranış arasında yakın bir münasebet vardır. Hiciv ve gülünç, aslında yüksek beşeri değerlerin kıymetlerinin düşmesinden doğar. Akif burada gülüncü, akıl ve ahlak nizamı ile ihtirasların şuursuz ve mekanik hareketleri arasındaki tezattan çıkarıyor. Hürriyet, aslında yüksek bir değerdir. Zira, o insanın aşağı bir seviyeden yukarı bir seviyeye çıkması demektir. Hakiki hürriyet, akli ve ahlaki nizamla çatışmaz. İnsanı aşağı seviyeye düşüren bir harekete hürriyet adı verilemez. Akif'in şiirinde insanlar, yüksek zannettikleri bir şey yüzünden aşağı seviyeye düşüyorlar. Şuursuz, abes, mihaniki hareketler yapıyorlar. İnsanları bu hale gelişi, şairle beraber bizi de hem güldürüyor (komik) hem kızdırıyor (hiciv) .
Akif, insanların değerlerini kaybedişlerini, müşahhas bir şekilde göz önüne koyuyor. Şuursuzluk, abeslik ve mihanikilik şiir boyunca küçük sahneler halinde devam ediyor. Alkış, bilinen bir değerin takdiridir. Buradakı kalabalık neyi alkışladığını bilmiyor. 'Yaşasın -kim yaşasın? - ömrü olan- şak, şak, şak': Bu konuşma, şuursuzluk ve mihanikiliği çok güzel gösterir. Genellikle ciddi, ağırbaşlı, işinde gücünde gördüğümüz halk, yedisinden yetmişine kadar, zurnaların peşine takılmış, dört keçeli, eli bayraklı alaylar halinde yürüyor. Niçin? Bu hareketin de muayyen, vazıh ve değerli bir gayesi yoktur. Bu da bize gülünç geliyor. Vazifesi, nizam içinde çocukları terbiye etmek olan mektepler, mektepliler, hürriyet zevkini daha çok anlamalı diye kapatılıyor. Çok ciddi ve değerli bir müessese olan mektebin böyle abes bir gaye ile kapatılması da bizi güldürüyor. Eskiden dalkavukça kasideler yazan şairler, şimdi dalkavukluk devri değil diye ana avrat sövüyorlar. Bu anlayışsızlık ve sukut hali de gülünçlük doğuruyor. Üç tane yetişmiş kızını Allah'a havale ederek, 'analık ilmi' öğretmek için baldızını Paris'e götürenlerin mantığa sığmaz hareketlerine de gülmekten kendimizi alamıyoruz. Bütün bu örneklerde insanlar, şuursuz, aklıselime aykırı, mihaniki hareketler yapıyorlar.
Akif, şahısları ve hareketleri, abes, mihaniki ve değersiz gösteren benzetmelerle de bizi güldürüyor. Hürriyete kavuştuğunu sanan kalabalığın hareketi, tımarhaneyi yıkan delilerin zincirden boşanmasına; köşe başında nutuk söyleyen hatipler dilli düdüğe; nizam ve rabıta içinde bulunması gereken şehir Çamlıbel'e benzetiliyor.
Bu komik unsurların yanında, şairin hiddetini ağır kelimelerle ortaya döktüğü hiciv unsurları da var. Herkesin şuursuzca konuşması, kör çıbanın neşterle patlamasına, gazetelerin birbirini tutmaz fikirler neşretmesi ayrılık tohumları ekmeye, fuhuş yapanların hareketi, itlerin çiftleşmesine benzetiliyor. Bunlardan şairin komikten hicve geçtiğini görüyoruz. bununla beraber, komik unsurlarda da daima hiciv mündemiçtir. Zira, burada şairin maksadı güldürmek değil, kötülüğü ortaya koymaktır. Akif'in komiği ve hicvi, ahlaki bir gaye taşır. Bu tahlillere devam eden vaiz bir ara dinleyicilerinin ümitsizliğe düştüğünü görünce şu ihtarda bulunuyor:
Ye'se düşmeyecek zerrece imanı olan,
Sade siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.
Akif, tasvirlerinde didaktik bir gaye gütmekle beraber, tahlil ettiğimiz parçada görüldüğü üzere, kuvvetli bir komik ve hiciv sanatı gösteriyor.
Şairin kullanmış olduğu dil ve üslup da esas gayesine ve parçanın muhtevasına uygundur. Şair (burada vaiz) kalabalığa hitap ediyor. Kalabalığa hitap etmek için onun dilini, üslubunu, hatta düşüncesini benimsemek lazımdır. Akif, bütün eserlerinde olduğu gibi burada da kalabalığın dilini, üslubunu ve zihniyetini benimsiyor. Bu bakımdan o, başlıca gayeleri, şahsi ve orijinal olmak, yeni ve başka görünmek olan Servet-i Fünuncularla Haşim'den tamamıyla ayrılır. Akif, kalabalığın sade kelimelerini değil, deyimlerini, benzetmelerini, ifade, hatta bütün cümlelerini dahi almaktan çekinmez.
Bir de İstanbul'a geldim ki; bütün çarşı, pazar
Naradan çalkanıyor, öyle ya... Hürriyet var!
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru
Kimse farkıdan değil anlaşılan yaptığının
Çamlıbel sanki şehir; zabıta yok, rabıta yok.
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vasıta yok.
örneklerinde ve daha başkalarında, Akif'in konuşma dilini, bütün unsurlarıyla nasıl benimsediği görülüyor. Şaşılacak taraf, onun üslubunun herkese benzemekle beraber, yine de çok şahsi olmasıdır. Akif, bütün mısralarında kendi damgasını vurmasını biliyor. Bu da gösteriyor ki, onda benimseme kabiliyeti kadar, değiştirmek hassası da vardır. bu değiştirmeye bir örnek olmak üzere şu beyti tahlil edelim:
Ötüyor her taşın üstünde bir dilli düdük
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük,
Halk dilinde de gevezeye 'dilli düdük', manasız konuşmaya 'ötmek, aptala 'hödük' denir. Fakat bunlar çok ayrı yerlerde kullanılır ve böyle bir araya getirilmez. Akif, bu tabirleri Meşrutiyet devrinde sokak başında konuşan hatiplerle, onları dinleyen kalabalığa tatbik ederek gülünç bir tablo vücuda getiriyor. 'Düdük' ile 'hödük'ün birbirine kafiye oluşu gülünç bir tesir yaratıyor. Vezin değiştirme, bir araya getirme, vezin ve kafiye içine sokma ameliyeleri tamamıyla Akif'in çalışması ile vukua geliyor. Kolay zannedilen bu iş, hususi bir mizaç ve kabiliyet ister. Herkese benzer gibi görünen Akif, bu mizaç ve kabiliyetle, nevi şahsına münhasır bir sanatkar olmuştur.
Mehmet Kaplan
(Şiir Tahlilleri, Dergah Yayınları, s.174-177
Profesör Mehmet Kaplan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder