30 Aralık 2006 Cumartesi

NEFSİ MÜDAFAA

I

haylaz çocuklardan
çok güzel haydutlar yarattı zaman
yok sayıyoruz itirazlarını
düpedüz bir ihtilalken

dekadans desek
daha bir fiyakalı durur belki
söze karışınca
daha mı anlayışlı oluruz o zaman
canımızı acıtıyor olsa da
törpü görmemiş tırnaklarının açtığı yaralara


II

kabulün reddi
zulmün ilhakının devri bu
kimin haddine redd-i ilhak
hem sırttan bıçaklamak sanat
hem bıçağı sırtlamak



Güray ONOK





25 Aralık 2006 Pazartesi

MUHACİR

Londra asfaltından Ergene ovasına yaptığım yolculuklarla geçen çocukluğum boyunca hiç dağ görmedim ben. Göğe değil toprağa uzayan insanlar tanıdım hep. Düşleri yarına değmeyen, yarına değmeyen düşleri hiç kirlenmeyen; atam, ailem olan muhacirler!..

Evet, kötü şeyler gördük. Zulüm yolumuzu kesti, karşımıza dikildi. Boynumuzu eğdik geçtik yanından. Somurtkan da olabilirdi hikayemiz, başkaları anlatsaydı muhakkak olurdu. Hatta ağlak bir şarkıdan ne farkı kalırdı, kim bilebilir?! Biz, boynumuzu eğdik ve geçtik yanından, oralı bile olmadık. Yutardık çünkü bazı harfleri yuttuğumuz gibi acıların çoğunu da. Ait olduğumuz tek yer bizi seven insanların olduğu yerdi. Bu yüzden çok sevdik içki masalarını. Muhabbet demek aşk demek değil miydi?..

Annelerimiz çeri çöpü bile bir gün lazım olur diye saklardı. Yahudilere benzerdik biraz, her an göçe hazır ve vatansız… Nereli olduğumuzu kim bilebilir? Orta Asya’dan Viyana’ya kadar yayılmış tüm hemşerilerimiz ve geçmişimizi, asla öğrenmeyelim diye çıkarmış sanki tarih kayıtlarından birileri. O yüzden “buralıyız” demeyiz hiçbirimiz çünkü “buradayız!”

22 Aralık 2006 Cuma

Kendimi bildim bileli
Bilmiyorum bildim mi bilmedim mi?

17 Aralık 2006 Pazar

Defterler arasında bekleyen tamamlanmamış şiirlerden


Şiir oradayken

Burada daha fazla kalamazdım
Çekildim kazanamadan Normandiya’mdan
Dünyayı kendi kaderine bıraktım.

Güray ONOK

16 Aralık 2006 Cumartesi

Eskiden, “seni seviyorum” diyen herkese inanırdım. Şimdi, “neden?” diye soruyorum. Aldığım cevapları defterlerime not ediyorum. Benzer bahaneleri sunanları gruplayıp üzerlerinde düşünüyorum. Sevilesi bir adam olup çıktığıma inanasım gelmiyor bazen. Komplo teorilerine, psikolojiye ve abuk sabuk şeylere bağlıyorum insanların beni sevmesini.

Sonra; sevmemiş, sevememiş olanları düşünüyorum, bir ara sevip sonra sevmemeye başlayanları. Yaptığım budalalıkların bedelleriydi bazıları, bazıları daha sevilesi adamlar, daha sevilesi şeyler bulup onların peşinden gitmişti.

Hayat bir oyundu ama onlar birer oyuncak değillerdi. Oyuncuyum demektense oyuncak değilim demeyi seçenlerdi.

Hayalperest, kaba ve kılıbık olmakla da suçlanmıştım. Kılıbık olmak dışındakiler biraz abartıydı. Ben de herkes kadar kaba, herkes kadar hayalperesttim. Hepimizin içindekiler hemen hemen aynıdır zaten. Bizi birbirimizden ayıran içimizdekileri sergileyip sergilemediğimiz ya da sergilerken kullandığımız üsluplardı.

Sıkıntıyı sıkıntılar içinde yaşayan biri olmadım hiç. Güneşin tekrar doğmayacağını hayatımda sadece bir gece düşündüm. Sonra güneş doğdu ve bunu da doğru çıkmayan öngörülerim arasına ekledim. Göz yaşlarımı silip halime güldüm. Evden çıktım, bir fanatik aldım ve bir börekçiye gittim. Kahvaltı ederken puan cetveline, evvelki günün at yarışı sonuçlarına ve o günün galoplarına baktım. Kahvaltımı bitirip okula gittim ve hayat bildiği yoldan akmaya devam etti.

Onca yoldan geçip paçalarımı bunca kirletmişken eve dönüp annemin beni hala sevdiğini ve paçalarımdaki çamurları temizleyebildiğini görünce sevindim. Sonra bir kadın çıkıp geldi ve hayatımdan bir parça istedi; “al” dedim, “zaten sana ayırmıştım” Şimdi o kadın ne zaman gülümsese, güneşi ertesi sabah da görebileceğimi biliyorum.

15 Aralık 2006 Cuma

Sevmeyi bölüştük mü, seviştik mi hiç? Oldu mu umurumuzda? Hiç sanmam! Herkes kendi yürüdüğü yolda güzeldi, herkes yürüdüğü yolda hızlı yaşar, genç yaşlanırdı. Olgunlaşmaktı bunun kendi dilimizdeki anlamı, yanlış çevirmişti çünkü günün birinde gavurcadan biri, biz de sahiplenmiştik…Sevmedik yaşayanları. Mezarları sevdik bir. Anıt mezarlarda anılmayı hak ediyorduk şüphesiz. Resmimiz tişörtlere mi basılacak sanıyorduk hakikaten?..Ya da basılmalı mıydı? Çeviri aşklar, çeviri düşler, çeviri sürünüşler. Üşendik yeni şeyler öğrenmeye. Ya da herhangi birine inanacak kadar saftık. İçten pazarlıklı ya da, sadece inanmak istediğimiz şeylere inandık. Auschwitz’ten sonra yazılan şiirlere inandık, koştuk peşlerinden. İşkence edilerek resim yaptırılan adamlara ressam dedik. Alık alık bakıp, şaşakaldık o zulmün karşısında. Ve daha neler neler…Ama dünya güzel! Zaten bunun için yaratıldı. Peki bunun ne önemi var?!

11 Aralık 2006 Pazartesi

TARİHTEN PORTRELER / PEPE…

Koşmayı, ilkokuldayken Cenk adında bir arkadaşımdan öğrenmiştim. Çok hızlı koşardı, imrenirdim. Bir gün bir mahalle maçı öncesi ‘Bana koşmayı öğretir misin?’ diye sormuştum. O da öğretmişti: “Önce bir ayağını öne atıyorsun, sonra öbürünü onun önüne; sadece bacaklarını düşünerek bunu olabildiğince hızlı tekrarlıyorsun…” O gün, neredeyse nizami ölçülerdeki sahayı en az 40-50 kere bir baştan diğerine koşup durmuştum. İlker Yağcıoğlu’na benziyordum tıpkı. Ama işe yaramıştı. Koşmayı öğrenmiştim…

Arkadaşlarım hep en iyi öğretmenlerim oldu. Pepe de bunlardan biri.

B.H.Y.A.L.’de ilk lakap takan ve kullanan o olmuştu. Kendine Pepe’yi, Uğur’a İgor’u, bana da Çakal’ı layık bulmuştu. İlginçtir bir tek “İgor” hala kullanılır.

Futbol, basketbol, bilardoda oldukça yetenekliydi. Mücadeleyi asla bırakmaz elinden gelenin en iyisini yapardı hep. Kısa boyuna rağmen basketbolda iyi bir savunmacı ve iyi bir oyun kurucuydu. Futbolda kale dahil her mevkide oynayabilirdi. Redondo ile Maradona karışımı bir oyuncuydu diyebilirim. Bilardoyu bana ilk öğreten Pepe’ydi sanırım. Tam hatırlamıyorum ama bendeki kısıtlı yeteneği ortaya çıkaranın o olduğunu açık yüreklilikle itiraf edebilirim.

Veliefendi’ye de ilk onunla gitmiştim. Bir keresinde onlarca küçük kupon yapmıştık. Hedefimiz dördüncü ya da beşinci ayakta hala yürüyen kuponları satmaktı. Gün sürprizle başlamış ve daha ikinci ayakta biri hariç tüm kuponlar yatmıştı. Benim bile neden yazdığımı bilmediğim bir at ikinci ayağı alt üst etmiş ve kazanmıştı. Elimizde kalan o son kupon dördüncü ayağı da sağ salim atlatınca “hadi satalım!” demişti Pepe.

Beşinci ayakta Portakal günün bankosuydu ve elimizdeki kuponda da ben Portakal’ı tek geçmiştim. Son ayakta da üç at yazılıydı. Tribünlerden aşağı inip kupon satanların arasına karıştık. “Tek at, tek at”, “tek at, iki at” diye seslenenleri duyduk. “Tek at, iki at” diyenin etrafına bir sürü kişi toplanmıştı. Kulak kabarttık ve yapılan pazarlık iştahımızı açtı. Pepe “Tek at, üç at” diye seslenir seslenmez etrafımıza bir sürü kişi toplandı. “Tek at hangisi” diye sordular, “Portakal” dedik. Adamın biri “bu ayakta Serkanbey gelecek” dedi. Ben hemen atladım “Portakal banko!” adam cazip bir teklif yaptı, ben tam kabul edecektim Pepe fiyatı yükseltti. Biz ısrarcı olunca kalabalık dağıldı. Tam beşinci ayak başlamak üzereyken bizimle pazarlık eden adam geldi ve istediğimiz parayı verdi, biz de kuponu sattık. Yarış başladı. Portakal birkaç boy fark atınca pişman oldum. Ama son düzlükte Serkanbey yarışı alınca hemen topukladık Pepe’yle. Hipodromdan çıktığımızda, yediğimiz içtiğimiz de dahil geldiğimizden daha fazla para vardı cebimizde. Parayı bölüşüp evlerimize dönmüştük…

Bir gün okulun önündeki basketbol sahasının tribünlerinde otururken “Galiba O’ndan ayrılacağım” demişti. “Neden?” diye sordum tabii ki, o da “Maça götürsem numaralıdan bilet almak lazım. Dışarı çıksak, onun gittiği yerlerde hesap bile ödeyemem ben. Doğum gününde hediye, sevgililer gününde hediye…Başa çıkılmaz. En iyisi fazla bağlanmadan bitirmek…”

Lise 1’e geçtiğimizde, üniversite sınav sistemini önümüze koyup bir strateji belirlemiştik. O zamanlar orta öğretim başarı puanı çok az etkiliyordu üniversiteye girişi, boşu boşuna sınavda sorulmayacak derslere çalışmak çok anlamsızdı. Zaten ortalama ile sınıfı geçiyorduk. Biz de sevmediğimiz dersleri belirledik. Ben İngilizce ve matematiği, Pepe de İngilizce ve Türkçe’yi daha baştan sildik. Sürekli sıfır alıp duruyorduk ama umurumuzda değildi. Sistem değişip orta öğretim başarı puanı önemli olunca Pepe B.H.Y.A.L.’den ayrılıp Şehremini lisesine geçmişti.

(devam edecek...)

SEVGİLİ OKUR, BUYUR OTUR. BİR ACI KAHVEMİ İÇ…

Özel olarak blog, genel olarak internet dünyasına bir yazarlar topluluğu gözüyle bakmıyorum. Benim açımdan bir yayıncılar dünyası burası.

Yayın politikaları açısından bazı yazarların gereksiz yere ön plana, bazı yazarların da hak etmedikleri kadar arka plana düştüklerini düşünüyorum. Klavyenin uçurumuna düşüp paramparça olduğumuz oluyor her birimizin. Bazen de kendi kendimizden sıkılıp, okurdan sıkılıp uzaklaşıyoruz.

Okurun yayıncıya ya da yazara yorum yapıp onu mutlu etmek, canından bezdirmek, gaza getirmek, gazını almak gibi bir sorumluluğu ya da sorumsuzluğu olmamalı. Bu sebeple bir süredir yapılan yorumlara cevap vermiyorum, bundan sonra da vermemeye devam edeceğim. Yaptığım yorumlara da hiçbir zaman cevap beklemedim, ya teşekkür etmekti amacım ya da yayıncıdan istekte bulunmak. Zaman zaman gelen ufuk açıcı yorumlardan yola çıkarak bazı yazılar yazmışlığım da var. Zeki, araştırmacı, hisli okur bunları şıp diye anlar zaten.

Bir şeye sahip olduğumu düşünmüyorum bu blogun kullanıcı adı ve şifresi bende olduğu için. Bir yerlerde yazdıklarımı okumak konusunda istekli birilerinin olduğunu düşünerek yazıyorum sadece. Ama o okurları mutlu etmek, sevindirmek, gönüllerini almak gibi kaygılarım da yok! Bu blogun yayıncısı var hep karşınızda, ne yazık ki yazarı asla teşrif etmeyecek…Onu şımartmak, mutlu etmek, zaman zaman süründürmek, sık sık acılar çektirmek ise bu blogun yayıncısının görevi.

Bugüne kadar yapılan tüm yorumlar için teşekkür ediyorum, bugünden sonra yapılacak olanlar için de. Fark ettim ki cevap yetiştirmek yayıncının yazarı ile ilgilenmesi gereken zamanları ve yazarına karşı tutumunu etkiliyor. Bu ilişkiyi kimsenin zedelemesine izin veremem, kusuruma bakmayın…

Sevgiler, saygılar…

9 Aralık 2006 Cumartesi

BİLARDO SALONLARININ ÇEŞNİLİ ORTAMI

-I-

90’lı yıllara öyle ya da böyle bulaşmış herkes, bir bilardo salonuna ya da bilardo salonu olduğunu iddia eden bir mekana uğramıştır. Biz de; Fame City’nin vefatına müteakip, biraz Semih Saygıner, biraz da Yavuzhan ile Bold Pilot etkisi ile; uzun Marlboro ya da tarihe karışmış Camel paketleri ile hayata pike çekmenin yasalara aykırı olmadığı ve hatta gelenek görenekler dahilinde olduğu o dumanaltı serbest bölgede zamandan ziyade kendimizi öldürüp durduk. Ağabeylerimiz solcular/sağcılar diye ayrılmışlardı, bizler de amerikancılar ve üç topçular diye ayrıldık, dört top’ta buluştuk, üç bantta zıtlaştık, karambolde yozlaştık…Kızların da ortama dahil olmasıyla, zaman zaman hırlaştık, zaman zaman şıklaştık.

Yeteneksizlerimiz saçlarını jöleleyip, sigaralarını tabakalardan içip, ayakkabılarının arkasına basıp, eline ıstaka almadan sadece fikir beyan ederek ve arada sırada(büyük kapışmalarda) yasa dışı bahis düzenleyerek yer ettiler o yapay aydınlıkta.

Kimimiz utana sıkıla satranç oynayarak bekledi masa sırasını, kimimiz küçük bebelerden haraç toplayarak…

Oralarda kendilerini öldürmeye çalışıp da başaramayanlar epey yol aldılar zamanla. Farkında olmadan, o masalarda ceplerimize doldurduklarımız hayatta epey işimize yaradı. Kimi bunun ayırdına vardı, kimi farkında olmadan hala o sermayeden yemeye devam ediyor. Sadece topa falso vermeyi öğrenmek bile tökezleyince düşmemenizi sağlayabiliyordu. Rakibi küçümsememeyi herkes oralarda öğrendi; kimi de zamanla İnönü’de, Ali Sami Yen’de, Şükrü Saraçoğlu’nda bunu unutuverdi.
Yaşımız, bilgi birikimimiz, kazıklanmalarımızdan çok bunların her birini içinde barındıran dönemler bizi biz yapar. Kendimizi ya da çevremizdekileri geçirdikleri, tecrübe ettikleri dönemlerle kıyaslarsak daha adil oluruz gibi geliyor bana. Böylece ne kimseyi hak ettiğinden fazla yüceltir, ne de yereriz.

Kişinin tecrübe ettiği döneme bir borsa gözüyle de bakabiliriz. Borsanın durumuna göre tahıl mı, petrol mü, altın mı, elmas mı daha çok paha eder o ortaya çıkar. Kimi borsada bir kilo altın bir gram buğday etmezken, kimi borsada tüm dünyada bir senede yetişen arpayı verseniz bir kilo altın alamazsınız. Yinede, eğer kayıtlara geçerse varlığınız, günün birinde gerçek pahanızın ortaya çıkacağını umabilir ya da hiç ummadığınız halde kendinizi “hall of fame”de bulabilirsiniz.

7 Aralık 2006 Perşembe

Oradan...Buradan...

Serserilerin ve beterlerin arasında geçen çocukluğum boyunca korkular içinde yaşayıp durdum. Hayatında yer ettiğim ya da hayatımda yer verdiğim herkesin peşinden gitmek istedim ama hiçbiri ve hiçbir şey beni peşinden sürükleyemedi. İşgal edilmiş bir çocukluğun içinden şansımın yardımıyla kurtuldum. Metin’in kuracağı çeteye katılabilir, Sinan’ın küfür ve dalavere dolu hayatına saplanıp kalabilir ya da Onur ve Ufuk’la bir kahvehane köşesine yığılıp her gece yarısından sonra loş bir kumar masasında olabilirdim. Bunlardan her hangi birinde olmaktan utanç duymazdım. Yine de serseri suçlara ve beter yok oluşlara kapılmadığım için mutluyum.

Yıllarca kamyon şoförü olmak istedim. Yorgunluktan harap bir halde gün doğumuyla beraber bir Anadolu kasabasına varmak ve sabahın ilk çayıyla içimi ısıtmak. Heveslisi olduğum kamyonu sürmek değil kamyonun beni sürmesiydi. Hüseyin eniştemin Libya’da askeri bir tabyayı son gazla delip geçişi ve çok fazla uzaklaşamadan yakalanıp orada bir ceza evinde altı ay yatışının anılarıyla doluydu belleğim. Macera, askerlerin kurşunlarının arasından son hızla geçmek değil; altı ay, hayatında ilk kez adım attığın bir ülkede, küçücük bir ceza evi hücresinde çay üstüne çay, sigara üstüne sigara içmek ve ne zaman serbest kalacağını bilmeden bile tavla oynayıp eğlenebilmekti.

Çocukluğum boyunca yeterince sevilmediğimi düşünürüm. Hatta çevremdekilerin beni sevmemek için özen gösterdiklerini. Ben doğmadan bir yıl kadar önce halamın bir kızı olmuş ve üç, dört aylıkken ölmüş. Üstüne ben doğmuşum. Doktorlar bile yaşayacağıma dair pek ümitli değillermiş. Aylarca, dillendirmeden ne zaman öleceğimi düşünmüşler. Sonra, ölmemişim. Tam herkes beni sevmek konusunda yüreklenmişken hastalanmışım. Sevgiden yoksun değildim belki, ama hep beni kaybetmekten korktukları için bir türlü alamamışım tüm sevgilerini…N’apalım, “üstü kalsın!”

3 Aralık 2006 Pazar

Aralık

İşte bir aralık daha! Geç bakalım bu aralıktan da, maharetini görelim...

12 Kasım 2006 Pazar

ŞANSO PANZA OLMAK -III-

Gece çocuklarına karışıp, ovalarda, ay ışığı altında bisiklet sürerek çoban köpeklerini peşimize takışımız, korkularımızın peşinden koşmaktansa korkularımızı peşimizden koşturmakmış. Daha çok adrenalin ve alkole bağlardım o zamanlar bunları.

Yeniköy, düşlerimin Macellan boğazıydı. Ağaçları, kuşları, hayvanları ve ruhumun aydınlık yanlarını öğrendiğim bir hayat atlası. İkinci pasaportumdu. Ne zaman dönmeye kalksam, beni aralarına alacaklarına inandığım hoş sohbet güzel insanlar kumpanyası…

Taranacı Özgür’ün kuzeni olmak kolay değildi. Birol’un yeğeni olmak kolay değildi. Gavur İsmail’in torunu olmak kolay değildi. Deli olmanız beklenirdi, yıkıp yakmanız beklenirdi ortalığı, her akşam bir kavganın sebebi olmanız…Gökten elma yerine akıl düşmüştü başıma oysa benim. Korkaklığım ve zayıflığım uzlaşmacı biri olmamı zorunlu kılmıştı. Ben de babamın soyuna sığındım. Tüm koalisyonlara İsmail’in oğlu olarak imza attım. İsmail’in oğlu Güray olmak ağır başlı olmak demekti, uysal olmak demekti, hoş sohbet olmak demekti, meyhaneden çıkarken “babam ödeyecek” diyebilmekti.

9 Kasım 2006 Perşembe

ŞANSO PANZA OLMAK -II-

Yaşıtım kız çocuklarından bile cılızdım; o soğuk, odun sobasıyla ısınıyormuş gibi yapan ilkokul sıralarında. Sınıf maçlarına alınmadığım ve dahi doktorlar tarafından her türlü koşturmacadan aforoz edildiğim için, Firuzköy İlkokulu’nun kömürlükten bozma kütüphanesinde çok vakit harcadım. Komiktir, bu sayede Hz. Muhammed’in mezarının nerede olduğunu doğru yanıtlayan bir ben olmuştum ‘yanıtsız bir bektaşi’ olarak Sünni bir bilgi yarışmasında.

Beşik kertmem Verem’e rağmen ilkokul diplomasına haiz olur olmaz sigaraya başladım. Doğruyu söylemek lazım aslında, sigaraya değil de Küçükçekmece gölüne karşı düşler kurmaya daha çok. Onur ve Ufuk’la tellendirdiğimiz uzun Marlboro’lar ve tabii ki doğaya uyanan erkekliklerimiz, ilk sevdalarımız ve ilk fuhuşlarımıza dair düşlerimiz. Voltran saatlerinde bile dere tepe gezip tozduğumuz, çocukluğumuz. Onur Don’du, Ufuk da Kişot. Ben de Şanso Panza’ydım, tabii ki ayaklı kütüphane olmadığım zamanlarda.

Bu ayaklı kütüphane lafını ilk kullanan Hasan Hoca olmuştu. Yıllar yıllar sonra bir kez daha bu yakıştırma yapıldığında bana, Hasan Hocamı son gördüğüm zamanki hali geldi aklıma, hüzünlendim. Derse ilgimizi arttırmak için sandalye üzerinde amuda kalkan ve bir piknik sırasında sırf geri pas verdim diye, üstelik karşı takımda oynamasına rağmen, bana hayatımın ilk tokadını atan Hasan Hocam. Sıcak bir Avcılar akşamında yolda yalpalarken görmüştüm onu en son. Belki 10-12 senedir görmüyordum. Yanına yanaşıp kendimi tanıtmıştım. O çoktan çakırkeyfin ötesine geçmişti. Beni rakı içmeye davet etti. “Başka zaman” deyip ayrılmıştım yanından…

6 Kasım 2006 Pazartesi

ŞANSO PANZA OLMAK

-I-

Sabahlarına sağ çıktığım sokakları önemsedim hep. Bu yüzden ayırmadım yanımdan hiç ölümcül sözlerimi. Yol kesip haraç alan çocuklara paramı kaptırmamak için yolumu değiştirmeyi daha ilkokula başladığımda öğrendim, birinin sizi bıçaklamak için ille de bir nedene ihtiyacı olmadığını orta okulda. Hiç bıçak yarası almamam biraz mucize, biraz da işimi bilmemdendir. Şık bir vücut hareketiyle sıyrıldığım belaların yüzde biri bile her hangi birinin hayatına mal olabilir.

Mülayim biriyimdir aslında. Sadece evrim geçirip derim biraz sertleşmiştir. Beni liberal ve pragmatist yapan bizzat hayatın kendisidir. Yoksa ben de rakı masalarında memleketi kurtarmayı isterdim. Daha teklifini sunmadan açmıştı kutumu Cenk Koray, bana da doğduğum istikamette yaşamak düştü…

Benim hayata gözlerimi açtığım sokaklarda, sizin oralarda eve alınmayan çocukların yaramazlıklarını törenle göğüslerine madalya diye takarlardı. Haytalık insan evriminin en önemli aşamasıydı. Pavyonda kavga çıkarıp kapı dışarı atılmayanın adam yerine konulması söz konusu bile değildi.

Bunları yapmakta çok maharetli olmadığım için, her seferinde % 10'luk barajı aşıp koalisyonlara dahil oldum. Don Kişot olamayacağımı bildiğimden kalkışmadım boyumdan büyük işlere, en büyük yalanların içinde bile doğrucu Davut oldum ama adım Davut olmadığı için inanmadı kimse bana...

4 Kasım 2006 Cumartesi

Bunları bilseniz iyi olur(!)

Hakkımda yanlış fikirlere kapılmanı istemem sevgili okur. Çocuk Kalbi'ni ben de okudum. Kerime Nadir'i, Buscaglia'yı, Muazzez Tahsin Berkant'ı da okudum. Sabaha karşı tv'de çıkan siyah beyaz melodramlarda zaman zaman salya sümük ağlıyorum. Mesela Ofsayt Osman'da...

Arabesk dinlemeyi gerçekten seviyorum. Azer Bülbül bile algı eşiğimin sınırları içindedir.

Sigaraya başkalarına özenip başladım.

Hülya Avşar'ı, Gülben Ergen'i ve Deniz Akkaya'yı çekici buluyorum. Nurseli İdiz'e karşı iflah olmaz zaaflarım var. 70'inde bana evlenme teklif etse reddetmeden önce uzun uzun düşünürüm...

3 Kasım 2006 Cuma

It’s a man’s world!

A: Uğur Tütüneker hala sakallı mı lan?
B: Sanırım.
A: Sahi, o hangi mevkide oynardı?
B: Sağ açık gibi. Sağ kanatla sağ açık arası.
A: Ben hiç sevmezdim onu.
B: Ben Galatasaray’lıydım ama Muhammed kadar bile sevmezdim.
A: Onu bunu bırakıcan abi. Sergen gibi adam gelmedi.
B: Bence Sergen üzerine belgeseller yapılmalı, filmler çekilmeli, kitaplar yazılmalı.
A: Hatta Sergen Yalçın Enstitüsü, mümkünse Sergen Yalçın Üniversitesi kurulmalı.
B: Doğru diyon valla. Ben Sergen Yalçın Üniversitesi mezunu olmayı isterdim.
A: Sen çoktan mezun oldun oradan zaten.

29 Ekim 2006 Pazar

Tarihten Yapraklar: 2000

12 Kasım

“Aşk Julio Sal’a geldiğinde
Julio Sal hazır değildi…”
John Fante

Herhangi bir kentte, herhangi bir köşe başında olabilecek bir rastlantıydı seni tanımam. Elinde üç beş kitap, dalgın dalgın yürüyordun. Yürüyordu ayakların. Eteklerin uçuşuyordu. Saçların alın yazıma dolaşıyordu.

Gözlerimi senden ayıramadım. Sense, dolgun bacakların ve cesur adımlarınla gelip geçtin. Şarkım peşine takılıp seni izlemeye başladı: Otobüse bindin. Sondan bir önceki durakta indin. Ellerinde kitaplar. Ellerinde kaderim. 32-c üçüncü kat. Gecede bir yıldız gibi aydınlandı penceren.

Ben, o söğüt ağacının altında yüzyıl bekledim. Yüz saniye belki. Belki yarım paket sigara içimi. Bekledim ve utandım. Utandım ve üşüdüm. Üşüdüm ve öldüm belki. O pencerenin önünden bir kez bile geçmedin. Bir kez bile savurmadın saçlarını.

Ben kapına geldim. Kapında büyüdüm, bir çiçek gibi. Polisler geceyi benden almasalardı, belki de sonsuza dek bekleyecektim. Şimdi mahcup ve mahzun, ifademi veriyorum. Yalnızım. Senden bin pencere uzakta. Ve bu aşkta, sondan bir önceki durakta…

Tarihten Yapraklar:1997

12 Ocak

Gözyaşıma tutunup sana daha ne kadar adayabilirim ki ömrümü. Meleklerle saç baş yolmaca oynamaya geri dönmeliyim. Beni yalnızlığımın batıl inançlarına bırak. Bırak seni binlerce kez öldüreyim. Masum ve açık renkli öykülerimin vampiri, kadınsı tutsak ediciliğinden aforoz et beni. Beni uzak iklimlere haykır! Sana daha ne kadar adayabilirim ki ömrümü? Baharları görmek benim de hakkım...
4 Mart

Şiir de yatarken çoraplarını çıkarır.

2 Nisan

Bazı kadınlar şiir gibidir,
Şiir kadar güzeldir.
Bazı kadınlar şiirdir,
Şiirden de güzeldir.

7 Nisan

Ben bir kızı seviyorum
Sen nedenini soruyorsun
Çocuklar gibi korkuyorum
Fena bir şey yapmışlığımdan.

26 Mayıs

artık ne desem
sesim yoksun o hevesten...

20 Haziran

"çok büyük bir başarıdır eski, uyduruk sevdalara gülebilmem"
Rimbaud

(Eski günlüklerimi arada sallamaya devam edeceğim. Dökülenler de buraya düşecek...)

24 Ekim 2006 Salı

Umutsuzluk bu dünyanın malıdır ve sen onu kullandıkça, ona sarıldıkça; marka değeri günden güne artıp, tıpkı Coca Cola gibi ‘hala yeryüzünde benimle aynı yatağa girmeyen birkaç kişi var’ diye böbürlenebilir.
İnsanın çöküşü zamanın bitişidir. Kudretinin farkına varmalısın! Evet, kudretin var.

14 Ekim 2006 Cumartesi

* * *

Hayat merhametlidir oğlum demek istiyorum bir gün
Göçen kuşlar geri gelir ve kırılır elleri kışın
Zemheri çarmıha gerilir temmuzda
Ayların en güzeli dolunaydır günlerin en güzeli gündendi
Baban annenden çok şey öğrendi

Güray ONOK


YÜKSEKLİK KORKUSU

“Yerden yükselip havada durmanın
özel bir yetenek istediğine inanmıyorum
aslında. Hepimizin içinde olan bir şey bu
-her erkeğin, kadının ve çocuğun- yeteri
kadar çalışıp dikkatini toplarsa, benim
Harika Çocuk Walt olarak üstesinden
geldiğim işlerin bir kat fazlasını becerebilir herkes.

Ama kendiniz olmaktan çıkmayı öğrenmelisiniz.”
p.a.

Yıllar önce, Unkapanı’ndaki Bozdoğan Kemeri’nin üzerine çıkışımı hatırlıyorum. Liseli haytalar olarak, sevmediğimiz dersler ya da hocaların çoğunlukta olduğu günler Beylikdüzü Gezegeni'nde vakit geçirmektense İstanbul’un içlerine doğru uzardık. Julian Barnes’ın Metroland’ine benzer ama bu toprakların kültürüyle meydana gelmiş bir Flaneur’lüktü bu. Kah Cağaloğlu, kah Sultanahmet, kah Bakırköy, kah Haydarpaşa, Kah Dilbazlar Sineması, Kah Elhamra. Kışın en soğuk günlerinde bile bir okul gömleği ve kravattan ziyade bir şey olmazdı üstümüzde.

İşte Bozdoğan Kemeri’nin tepesine adım attığım an hayatta asla yenemeyeceğim o korkum ansızın en karanlık zindanlarına atmıştı beni: Yükseklik Korkusu!

Hiç o kadar aciz ve yardıma muhtaç olduğum bir başka an hatırlamıyorum. İnsanın gözlerinin kararmasının ne demek olduğunu o an anlamıştım. Arkadaşlarım önce cesaretlendirmişlerdi beni ve ancak o da sürüne sürüne altından yol geçen orta kısmına kadar gidebilmiştim. Oradaki altı boş olmasa da, tek bir eksik tuğla bile aşılmaz bir engeldi benim için. Artık iyice zemine yapışmış ve soluk alıp vermekte bile zorlanır olmuştum: “Öleceksem hemen öleyim daha fazla ıstırap çekmek istemiyorum” diyordum. O anda da beni omuzlayıp aşağı indirmişlerdi. Toprağı öpme isteğinin ne kadar doğal bir istek olduğunu da o anda anladım. Oysa o ana kadar hep yapmacık bir davranış olarak görünürdü bana.

Bundan yıllar sonra p.a.’nın Yükseklik Korkusu’nu günlerce okumaya cesaret edemeyişimin temelinde de bu korku yatıyordu ve tabii ki a.h.'nin Mr. Vertigo’sunu da bu korku yüzünden hiç izlemedim.

Bu kısımda, bu yazıyı yazmak konusunda bana iştah veren Merih Sakarya ’ya da teşekkür edeyim. Eminim onun bu kitap hakkındaki yazısı benim yazımdan çok daha keyifli olacak. Şimdiden “Eline sağlık!” diyeyim.

Yükseklik Korkusu üzerine de p.a.’nın diğer kitapları üzerine de çok büyük laflar etmek bence gereksiz. Ahmet Ümit’in (gaflet ve dalalet içinde)‘ölen bir tür’ diye nitelediği şiire olabildiğine yaslanan kitaplar p.a.’nın kitapları. Şiir geleneğinden ya da bilgisinden yararlanmak için illa da kafiyeli cümleler dizmek gerekmez ard arda. İmgeyi kitaplarının bütününe, çorbaya atılan tuz gibi dağıtır p.a.

Söz konusu Paul Auster olduğunda, biraz da popülerlik tartışmasından söz açmak gerekir. İyi bir yazarın ya da sanatçının popüler olması bir sevinçtir. Ama ülkemizde, entelijansiya mı desek, asi gençlik mi desek, underground mı desek ne desek, biraz irkilir biri popüler olduğunda. Hatta bir adım geri çekilir. Popüler olmaktan mustarip pek çok isim vardır. Bursa'nın Zeki Müren, Bülent Ersoy ve Fatih Ürek'in hemşeriliğinden mustarip olmasına benzetirim bunu. Biraz da bir kaç yazı önce bahsettiğim 'başkalarının cinsel uzvu ile çocuk yapmaya yeltenme' durumudur bir bakıma da...

Güzelden güzel güzel bahsetmek gerekir. Ol sebeple yediklerinizden bahsediniz diye telkin ediyorum size sevgili okurlar, tuvalette çıkardıklarınızdan değil!..

Bu yönüyle Yükseklik Korkusu güzel bir mönü sunuyor size. Okumadıysanız mutlaka okuyun. Günümüz şartlarında bile harcadığınız para ve emekten dolayı pişman olmayacağınız konusunda cesaretlendiririm sizi...

Bundan ötesine de gücüm yetmez sanırım.








13 Ekim 2006 Cuma

En başından beri bir hiçtim. Bunu geç de olsa fark ettim. Yürüdüğüm yol boyumdan daha uzun olmadı asla. Ve duruldukça büyümem, serpilmem, daha az yürür oldum.

Dünyayı merak etmedim. Başka şehirlerde, başka ülkelerde, başka hayatlar yoktu benim için. Burada bekçi değil, bekleyendim. Beklediğim gelince, ona da beklemesini söyleyeceğim ve bekleyenler çoğalacak zamanla. Zaman da çoğalacak.

Birbirlerini süzecekler ve konuşmaları gereken anda konuşmaya başlayacaklar. Ben dinleyeceğim. Söylediğim her söz onları dinleyecek. Sesim, duymadıkları ama çoğalan zamanla beraber içlerinde demlenecek bir anlam olacak.

Düşlerimin sahibi olacaklar. Ve ben arada sırada, bindikleri dolmuşta, yorgunluktan ayakta uyuyan bir gölge olacağım.

11 Ekim 2006 Çarşamba

Mucize

Hayatımın en mucizevi anını anlatayım sana: ilkokula bile gitmediğim yaşlarda, ben diyeyim 6, sen de 5 yaşındayım. Turan’daki soğan tarlasına gitmiştik. Babaannem, annem ve ben. Yan tarlada da komşumuz Alaaddin ve ailesi vardı. Biz Alaaddin’le kah pınardan su içip, kah deredeki yılanlarla, örümceklerle oynarken; biraz ileride kumlu bir tarlanın içinde yerden yeni yeni kaynamaya başlamış bir su dikkatimi çekti. Akşama kadar Alaaddin’le o suyun yolunu kesip baraj yapmış, çamurda oynamıştık. Baraj da barajdı hani, Alaaddin’le ben içine girince bile birkaç çocukluk yer kalıyordu. Tabi akşamüzeri annelerimiz bizi çamur içinde bulunca epey azar işitmiştik. Bir kaynağın ilk kez yeryüzüne ulaştığı o anı yaşamıştık Alaaddin’le. Nasıl bir duygu olduğunu kelimelerle anlatmam olanaksız. Bir ya da iki gün sonra gerçek su yüzüne çıkmıştı. O tarlanın altından İSKİ’nin dev su borusu geçiyordu ve patlamıştı. Hatta o tarla da dahil birkaç tarla daha su altında kalmıştı. Ama ben bu gerçeği hala göz ardı ederim. O benim pınarımdı ve bir daha da kimsenin pınarı olmadı…

9 Ekim 2006 Pazartesi

Estetik!

Son 5-6 yıldır farkında olduğum; önceleri bir kaç kişinin bireysel gelişmemişliği olarak algıladığım ama sonra toplumun içinde giderek yayılan bir kanser olmaya başladığını farkettiğim bir şey var: Birilerinin iyi ya da kötü diye buyurduğu şeyleri yarımdan bireylerimiz kabul ediyorlar.

Neyi, neden sevdiklerini bile bilmiyorlar çoğunlukla. A.A. iyi bir yazar denmişse, o iyi bir yazar oluyor. B.B. iyi bir yönetmen denmişse iyi bir yönetmen oluyor. Örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.

Üstelik bu buyurulmuş kişilerin yapıtlarını beğenmiyor iseniz sizde bir eksiklik varmış gibi, siz aşağı bir türmüşsünüz gibi davranılıyor.

Bir kez 'iyi' denmiş biri sanki hiç kötü iş yapamazmış gibi, bir kez 'kötü' denmiş biri de bir daha ağzıyla kuş tutsa adam yerine konmayacak sanki.

Beğenmeme hakkınız, küstahlık ya da emeğe saygısızlık olarak addolunuyor ve sizden Cannavaro ile Nesta'nın arasından röveşata gol atmanız isteniyor...

Sanatı anlaşılamaz bir şey gibi düşünen beyinler, sanatı anladığını varsaydığı kişilerin sıçtığı tasa sıçmaktan gurur duyuyorlar.

5 Ekim 2006 Perşembe

Eleştiri Günlüğü

Herkesin yakın çevresinde büyürken kendine örnek aldığı birileri vardır. Ergenliğe girene kadar benim kendime örnek aldığım, daha doğrusu tanıyıp da örnek almamam gerektiğini fark ettiğim isimleri çıkarttığımda geriye kalan, tek kişi Mehmet Ali abimdi.

Pek çok şeyi ondan öğrendim. Bana yıllarca hamilik yaptı. Sonra bir gün nedenini hatırlamadığım hatta ileride bir gün hatırlamak için hipnoz seansına bile girmeyi düşündüğüm bir nedenden kavga ettik. Durup dururken. Benden 3-4 yaş daha büyüktü ve o zaman fark etmesem de beni fazla da incitmemeye çalışarak dövmüştü.

Mehmet Ali abim işte o gün öldü. Bir daha ne konuştum onunla ne de tarih konuşmamızı gerektirecek bir tekerrür çıkardı karşımıza. Hiç asabi bir çocuk olmamama karşın, o gün neden saldırmıştım Mehmet Ali abime? Bilmiyorum…

Oysa o; bana Fırt koleksiyonunu vermiş, mahalle maçlarında benden iki yaş küçük kız yeğeni bile benden daha iyi futbol oynuyorken ısrarla beni oynatmış, üç tekerlikli bisikletimin önünü kaldırmayı, daha sonra da BMX’imin patlak lastiklerini tamir etmeyi öğretmişti bana.

Çocukluk idolüme olan saygımı yinede kaybetmemiştim. Ama gerçekten, neden o gün ona yumruklarımla girişmiştim…Hiiç bilmiyorum. Bana bir hipnozcu lazım!..

29 Eylül 2006 Cuma

Hafif Adam

Yolda’yı okuyunca Neal Cassady olmak istemedim. Haddimi biliyordum. Jack Kerouac’tım ben! Bunu okuyunca ‘Ne de haddini biliyormuşsun!’ diyeceksiniz biliyorum. ‘Sen kimsin ki Jack Kerouac ile aşık atıyorsun!’ Benim bahsetmek istediğim bu değil. Aslında Yolda’dan daha çok Zen Kaçıkları’nda saklı demek istediğim. Ben bir macera adamı değilim. Macera adamlarıyla bir yol arkadaşıyım o kadar…

Dağın tepesine kadar tırmanmayı, ahlakın sınırlarının sonuna kadar gitmeyi, tanrıyla bağımı koparmayı başaramam. Yinede deneyimlemeye ve yeni deneyimlere açığımdır. İğreti de dursam, en yabancı olduğum bir ortamda bile bir eskimonun gülümseyerek saçına taktığı bir papatya olmayı başarabilmişimdir. Ağzımın laf yapmasından daha çok ‘hafif bir adam’ olmamın payı var bunda sanırım.

25 Eylül 2006 Pazartesi

Yan masalardaki hayatlara kulak kabartmak ve katılabileceğim noktada muhabbetlerine ortak olmak hastalığı var bende. Dedikoducu mahalle kadınları arasında büyümüş olmamdan kaynaklanıyor olabilir. Tam emin değilim.

Dün de, memleketi kurtarmaya çalışan bir grup garip insanla yemek sonrası çayımı yudumlarken böyle bir durum vuku buldu. Uzun zaman sonra ilk kez üniversite öğrencisi olarak algılanmadım. Hoşuma gitti…

Tıp mezunu mahalli bir müzisyen, kelle paça salonu sahibi ve o kelle paça salonunun garsonları, fırıncısı, birkaç müşteri açık oturum ile aşık sohbeti arası bir ortam kurduk. Kendiliğinden oluşan bu leziz ama zaman zaman iç karartıcı sohbet 45 dakika kadar sürdü.

Halkın devrimi çok mümkün gözükmese de çok yakında yeni siyasi oluşumların insanları peşine takacağının sinyallerini aldım. İlk seçimlerde başbakanlığa adaylığımı koymak istiyorum. Yeni bir siyasi parti kurmak için üyeler arıyorum! Duyurulur…

22 Eylül 2006 Cuma

Hayata ben de binlercesi gibi ayaklı kütüphane olarak başladım. Kütüphaneleri ayaklandıramayacağımı fark ettiğimde istifa edip atıl iş gücünü kendinde barındırmayı çok seven ‘geveze’liğe başladım. Çok konuşan ama az can yakan, zaman zaman can sıkan biri olduğum için göğsüme bir ‘zararsız’ madalyası takılarak ödüllendirildim. Bu madalya sayesinde hemen hemen her sohbetin anahtarı verildi bana, fahri hemşerilik ve de ‘öyle bükük bakma bana’ doktorası…

24 Ağustos 2006 Perşembe

ZAFER EKİN KARABAY

Aylardan neydi bilmiyorum. Ama soğuktu. Eskişehir hep soğuktur zaten. Emrah, Yusuf ve ben Zafer’e gitmiştik. Neden gitmiştik? Hatırlamıyorum şimdi.

O her zaman olduğu gibi çalışıyordu*. Hatta o gün de muhtemelen çalışmaya devam etmişti. Neyse…

Bize şiir okumuştu. Edebiyattan konuşmamıştık ama. Belki biraz Kayra’dan bahsetmiş olabiliriz. Şimdi hatırlamıyorum. Sonra dışarı çıkmıştık gecenin bir yarısı, içki almak için. Yenikent PTT’ye kadar inmiş, Denis Büfe’den(doğru mu hatırlıyorum acaba?) bira alıp tekrar Zafer’in evine doğru yollanmıştık. Yoldayken, Yenikent Koop.’un karşısındaki parkta duraklamış ve tüm biraları o soğukta, o parkta içmiştik.

Biralar bitince Zafer bize şarkı söylemeye başladı. Sonra hep beraber bağıra bağıra “İşçisin sen işçi kal” diye inletmiştik ortalığı. Hatta polis otosu gelmişti. Hava o kadar soğuktu ki arabadan inmeye üşendiler bir süre. Sonra biri arabadan inip bize doğru gelmeye başladı. Ben de o polise doğru yürüdüm ve “Bir sorun mu var?” diye seslendim. Polis afallamıştı. Bizimkiler afallamıştı. Ben de o sözleri söyledikten sonra ‘ne yaptın lan salak!’ dedim kendi kendime. Polis kendini toplayıp:”Bir sorun olmasa bu soğukta burada ne işim var lan!” diye azarladı beni. Sonra ikinci polis de araçtan indi ve yanımıza geldiler. “Alkol aldınız mı?” diye sordu genç olan. Biz “hayır” dedik. Telsizden “Alkol almışlar efendim” dedi polis. Biraz bakındılar ama bizimkiler ben salak salak konuşurken şişeleri ortadan kaldırmışlardı, bir şey göremediler. ‘Dağılın lan’ gibi bir “Haydi evinize gidin” lafından sonra Zafer’e doğru yollandık tekrar. Polisler gözden kaybolunca yeniden hep beraber “İşçisin sen işçi kal!” Güzel geceydi…Sabaha karşı Zafer’den evlerimize doğru yürürken Zafer’in şarkı söyleyişinden konuşmuştuk uzun uzun.

Zafer'in hayatımıza girişi Emrah'ın korsan cd işiyle uğraştığı günlere uzanır. Biz de bu sayede tanışmıştık Emrah'la. Biz kafasını şişirmeden önce Emrah yeterince şişirmişti zaten. Bir nevi hayat koçumuzdu. Başımız her ağrıdığında kapısını çalmaya çekinmezdik, o da yardım etmeye...Disiplin kuruluna çıkarken savunmalarımızı yazmış ve hepimize ezberletmişti. Nazım'ınki ne yazık ki işe yaramadı. O uzaklaştırıldı ama Onur, Yusuf ve ben 'pişmanlıklarımızdan' dolayı sadece kınama almıştık:)

Hatta Emrah, Bizon'u çıkarmak için emniyet müdürlüğüne "avukat" sıfatıyla bile götürmüştü Zafer'i. Gittiklerinde çoktan salındığını duymuşlardı.

Emrah'la yaptığımız radyo programının en düzenli dinleyicisi idi Zafer. Her programdan sonra fikrini alırdık, o da genellikle 'Konuşmanıza gerek yok' derdi...

İntihar konusunda da konuşmuştuk. Zafer’in bir gün mutlaka intihar edeceğini biliyorduk. “Geç bile kaldım” derdi o. Jim, Jimmy, Janis 27’de ayrılmışlardı ve biz bunları konuşurken o 27’sini geride bırakmıştı.

Bir gece Zafer’e gitmiştim. Çok canım yanıyordu ve ben de intihara bulaşmak istiyordum. Salakça “Haydi beraber intihar edelim” bile demiştim. “İntihar edeceksen et, beni niye karıştırıyorsun demişti. İntihar bireysel bir eylemdir!” O sözlerden sonra uzun zaman intihar aklıma bile gelmedi. Bir keresinde de yöntemleri üzerinde konuşmuş, en makul olanın Plath’ın yöntemi olduğuna kanaat getirmiştik ama ya biri kurtarmaya gelir de ev havaya uçarsa? İşte bu sorun, bu ihtimal ortadan kaldırılmalıydı…

Zafer Karabay; derler ya hani bir karıncayı bile incitmez diye, aynen öyle bir insandı. Ona daha da yakın olabilmek için hemen onun evinin yanındaki apartmana taşınmıştık. En son da Yusuf ve Nazım’la beraber oturduğumuz o evde gördüm onu. Aylardan ağustostu. Sonra da o eylül geldi.

Haberi kimden aldığımı bilmiyorum. Çünkü o an belleğimde kaybolup gitti. Ankara’ya, anma törenine gittik hep beraber. Bazı konuşmalara kırıldık, bazılarında duygulandık.

İntiharını hepimiz anlayışla karşıladık. Neden yaptığını, yapması gerektiğini biliyorduk çünkü. Gidişinin önünde saygıyla eğildik.

Biz, ‘çocuklara’ çok şey verdi o; görüştüğümüz, bir insan ömründe çok az yer kaplayan o zamanlar boyunca.

Kendi sözleriyle vedası:

"aslında bütün mesele neydi?hani, ‘hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. nilgün marmara’nın 29 yaşında, s. plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. bu yüzden ‘şubatta saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). ama şimdi...

ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. hem zebercet** de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (kimbilir belki kendimle barışabilseydim...)yerleşik yabancı’ydım her yere metin abi... sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?tüm arkadaşlarımı ve sevgilim meral’i çok seviyorum.beni affedin."

Can Dündar 'dan...

*:Üniversite yıllarını şöyle özetlerdi: okuldan sonra gece yarısına kadar ders çalışmak, 12-3 arası edebiyat uğraşları(kitap okumak, yazı yazmak vs.), 3-7 arası uyku ve birbirinin peşi sıra devam eden aynı süreç...
**: Anayurt Oteli'ni beraber izlemiştik, Kieslowski'nin Ölüm Üzerine Kısa Bir Film'ini ve daha başka filmleri de. Çok derin bir sinema bilgisi vardı. Muhtemelen yüzsüzlükle ödevlerimi yapmasını istemiş de olabilirim ondan:)

ÖMER ÜNAL

Ömer Ünal 1950’de İstanbul’da doğmuş. Babası Muzaffer Ünal, Menderes’in ilk mahalle milyonerlerinden. Orta okul ve liseyi İstanbul’da okuduktan sonra üniversite eğitimi için, daha çok babasının ısrarları ve yönlendirmesi ile Amerika Birleşik Devletlerine gitmiş. Michigan State üniversitesine başlamış. Babası makine mühendisi olmasını istiyormuş ama ilk yılın sonunda kendi deyimiyle sıkıldığı için ama daha sonradan söylediğine göre İngilizce eğitimde epeyce zorlandığı için okulu bırakmış. Bir yıl Chicago’da halde çalıştıktan sonra New York’a gitmiş. Brooklyn’de bir buzhanede çalışmaya başlamış.

-“Aslında çok sıkıcı bir işti. Ancak çalışmaya başladıktan iki ay sonra ilginç bir iş geldi. Bir film setine buz götürmeye başladık. İki yılı aşkın bir zamandır Amerika’da olmama rağmen hiç sinemaya gitmemiştim. Zaten Türkiye’deyken de sinemayla hiç ilgilenmezdim. Ne artistleri tanıyordum ne de bu işle uzaktan yakından bir ilgim vardı.”

-“İşimiz kısaca, büyük buzları parçalayıp oyuncuların ağızlarına atabilecekleri boyutlara getirmekti. Çok fazla elemanımız olmamasına rağmen film ekibinin isteğiyle bu işi de biz yapıyorduk. Ben buzhanede deneyimsiz olduğum için bu işi bana verdiler. Anlayabildiğim kadarıyla soğuk havada oyuncuların ağzından buhar çıkmasın diye böyle bir şey yapıyorlardı. Ben de fırsattan istifade film setini bol bol gözleme fırsatı buldum ve ilk günün sonunda ‘bu işi yapmalıyım’ dedim kendi kendime.”

Ancak o iş deneyimi Ömer Ünal’ın bu sektördeki tek deneyimi olarak kalmış. Birkaç ay daha buzhanede çalıştıktan sonra limanda bir iş bulup yükleme boşaltma işlerinde çalışmış.

Sinema aşkı onun için şıpsevdi bir sevda olarak kalmış. “Cebine iyi bir para girdikten sonra yaptığın işi ister istemez sevmeye başlıyorsun” diyor Ömer amca. O yılın sonunda babasının ölümüyle Türkiye’ye geri dönmüş. Şu ünlü banker döneminde de epeyce para kaybedip mütevazi bir hayat yaşamaya başlamış.

Şimdi 56 yaşında ve günlerini üç yaşındaki torunu Berk’le park seyahatleri yaparak geçiriyor. Onunla da böyle tanıştım zaten. Yeğenim Barış’ı parka oynamaya götürdüğüm bir akşam üstü “Senin oğlun mu?” diye başlayan bir konuşmayla başlayan muhabbetimiz; “Ne iş yapıyorsun?” diye devam etti ve bütün bu hikayeler o parktaki iki, üç saatlik zaman diliminde bana aktarıldı.

Peki ben bunları niye yazdım? Ömer amcanın yerinde olmayı o kadar çok isterdim ki…Çünkü, hayatındaki o tek sinema deneyimi “Dog Day Afternoon” ve ağzına atsın diye buz parçalarını verdiği aktörlerden biri de Al Pacino idi. Hayat işte!..

Bazen bir efsanenin yanı başından geçip hiçbir şeyin farkında olmadan kendi yolunuza yürüyebiliyorsunuz…

19 Ağustos 2006 Cumartesi

DAYIM

Dayılar ne işe yarar ki?

Mesela benim kağıt üzerinde iki dayım olsa da büyük olan dayım epeyce hayırlı, efendi bir insan olduğundan amcama baktığım gözle bakardım büyük dayıma. Küçük dayımsa evin şımarık, serseri evladı olduğu için ve de meyhanelerde bana sürekli pirzola ve fruko ısmarladığı için hep daha çok sevmişimdir onu.

Zeki Müren'i, Bülent Ersoy'u, Tüdanya'yı, Arif Susam'ı onun sayesinde tanıdım. 6-7 yaşlarındayken daha arabesk ruhumu sardığı için küçük İbo'nun, küçük Emrah'ın, küçük Onur'un o yaşlarda o şarkıları söylemelerini hatta yazmalarını hiç garipsemedim.

Küçük bir notla bitireyim; bilmiyorum hiç assolist oldu mu ama ne zaman assolist lafını duysam aklıma Tüdanya gelir:)

Büyük Puntolarla...

***
Sabah oldu dedi kadın
Sabah olur dedi adam
Kuşların göçüne müteakip
Neresinden tutulacaktı ayrılık

Bir kavanozdur dünya
Annem içine reçel kurar
Turfanda meyvelerden
Ben sevmem

***
İçini yakan duman kadar varlığın
Hangi sislere karışsan şu vakit
Vardığın yalnızlık

ADEM SARIKAYA

HA BLOGGER OLMUŞUZ HA OLMAMIŞIZ!

İletişimin eğitimini alırken birçok şey anlamsız ve çok basit gelirdi bana. Çoğu kurama, ‘Evet, zaten böyle ve aşağı yukarı herkes bunu biliyor’ diye yaklaşırdım. “A.Ü. İletişim Bilimleri Fakültesi Ruhu” olarak adlandırılan şeyi asla üzerime geçirmediğimi ve elimden geldiğince, eğer varsa, o ruhu yok etmeye çalıştığımı söylerdim. Çok toymuşum!..

Ben ve benim gibi at hırsızı birkaç arkadaşım daha, çoğu zaman sınavdan sınava ve bazen de can sıkıntısından, mümkün olduğunca az uğramaya çalışırdık o koridorlara. Buna rağmen; bizi bile eğiten, okurken çoğuna soğuk baktığım ama şimdi ne kadar da güzel insanlar olduğunu anladığım bütün hocalarıma teşekkür ediyorum.

Bütün o ağrılar, sızılar, bunalımlar; torna tezgahından geçerken, üzerimizdeki çıkıntılardan kurtulmamızdan ibaretmiş.

Yinede, stv Güray değil de Güray diye anılıyor olmak hoşuma gitmiyor değil…

Geçen gece Murat Öksüz ve Onur Sakarya ile konuşurken de blogger Güray değil, hala Güray olarak anıldığımın farkına varmak beni mutlu etti.

Sonuçta kendimizi ifade ettiğimiz ortamdan daha önemli olan; o ortamın gizli köşelerine saklanmadan, dev aynalarına bakıp küstahlaşmadan, kendimizi olduğumuz gibi ifade etmek.

Arada sırada edebi ukalalıklarımdan ya da basbayağı ukalalıklarımdan dert yanan mailler alıyorum. Bütün o ukalalıklar ve onların daha da fazlası, Güray Onok’un tabiatının bizzat kendisidir. Hatta kimseyle sidik yarıştırmayayım diye çişim gelir gelmez ilk müsait yere hacet ederim. Boyum kısadır, aklım havadadır ama Onur Sakarya’nın dizelerinde olduğu gibi bir gün en azından “hep yanlış yanlarımla tanındım” demeyi, arkamdan ‘o da kimdi?’ demelerine yeğlerim…

Saygılar, sevgiler efendim…Oldu da yanlışlıkla sizin kabınıza sıçtıysam özür dilerim, siz de benim kalıbıma sıçmaktan çekinmeyiniz…

17 Ağustos 2006 Perşembe

KANSEROJEN

hepimiz sarhoştuk, bir kaçımız Titanik.
kalplerinde atom bombası taşımayanlar
sızana dek içebildiler, şanslıydılar.

biz; diptekiler,
barometrelerimize sevgililerimizmiş gibi sarıldık,
yalnızdık, yalnızlıklarımızı kurşuna dizdik.

hepimiz sarhoştuk, bir kaçımız Titanik.
kanserojen sevdalarla bu hale geldik,
aşka inanmayan kadınlara aşık.

belki de onlardan çok,
alkoldü sevgilimiz,
biz, yinede onlar için ağladık.

Güray ONOK


15 Ağustos 2006 Salı

Fanzin Çocuğu

Eski klasörleri, kolileri karıştırırken birer birer parçası olduğum ya da tamamen benim üretimim olan fanzinler ortaya çıktı. Öz geçmişimi yazmaya kalksam, fanzinler kısmında: Ölü Kelebekler Vadisi, Alabalığın Tuğlası, Zigot, Ayaz, Kayra, CTRL+ALT+DELETE, Comic Sans gibi fanzinler yer alacak.

Alttaki yazı Comic Sans'tan.

"Şimdi bana diyeceksin ki ‘Değişmedin mi hiç?’ Yalan söylemeyi beceremem bilirsin. Öyle değiştim ki dostlarım telaşa kapıldılar: ortada bir hata olmalı!..

Neyse…Aşksız, akılsız, anısız kal da ömrüm, yazgısız kalma. Yazgımı arıyorum şimdi. Benimki farklı olmalı ama. Camus özentisi, Villareal’deki Martin Palermo misali olmamalı! Değiştim, evet. Pişman mısın? Dersen bunu şimdilik cevaplayamam. Ancak, ‘şimdi git, on sene sonra gel’ diyebilirim sana.

Evet, haklısın. Fazlasıyla bencil, aşırı oto biyografik ve anti geometrik ilerliyor her şey. Üstelik gündemde selülitli imaj silüetleri dolaşırken; aşırı dozda mutsuz ve vahim derecede isteksizim. Kaldığı yerden devam etmek istiyorum ergenlik buhranlarıma, ama dönemiyorum o serseri zamanlara artık büyüdüm ve ne kadar itiraf etmek istemesem de devlete ve millete hayırlı işlere elim yatkın ve bir o kadar da tehlikeliyim her şey için.

Değiştim ve bundan böyle bilinsin ki hayatın karşısında hakkaten hizaya geldim…"(Blogger'da comic sans fontu olmadığı için courier yaptım, siz copy paste yapıp comic sans'a çevirip hatrım için öyle okuyun:)
kadın vücudunun keşfi
ve ardından gelen kapitülasyonlar devri...

5 Ağustos 2006 Cumartesi

Aklıma takılanlar





İncil'de meleklikleri düşürülmüş meleklerden bahsedilir, İslam'da ise lafı bile edilmez bu meleklerin. Sadece şeytana indirgenmiştir asi melek imajı. Üstelik İncil'de birebir allaha karşı geldiğinden bahsedilir bazı meleklerin, Kuran ise sadece şeytanın, kendini insandan üstün görmek konusundaki kibirinden vazgeçemediğini söyler meleklerin kibirden yoksun yaratıldıklarını söylemesine rağmen...

Yine bu ikilemden yola çıkar isek meleklikleri düşürülen melekler cine dönüşürler İncil'e göre, İslam ise cinleri bağımsız varlıklar olarak anlatır. İncil'de bazı melekleri mesih'in yarattığından da bahsedilir. İslam'da ise bütün melekler allah tarafından yaratılmış ve onun sözünün dışına çıkmayan varlıklardır. Öyle ki; İlliyyûn - Mukarrebûn melekleri denilen melekler sadece allaha zikirle ve bu zikrin sağladığı kendinden geçme haliyle varolurlar. İnsanla herhangi bir temasları ya da ilgileri yoktur.

Diğer melekler ise insanlarla allah arasındaki işleri görmek ve insanların zor durumlarında onlara yardım etmek için vardırlar. Hemen hemen her an ve her yerde olduklarını söyleyebiliriz. Varlıklarından haberdar olduklarımız dışında sayısız oldukları konusunda İncil ve Kuran hem fikirdir.

1 Ağustos 2006 Salı

"Rüzgar olmazsa" dedim, "okyanus küçük bir göl kadar sakin olabilir."

"Bulutlar değil rüzgarlar fırtınayı getirir. Yeniden deli kanımı akıtmak için dünyaya, bütün bıçakların önüne kendimi atabilirim."

30 Temmuz 2006 Pazar

MUTSUZ

şimdi sen mutsuzsun, somurtuyorsun.
ağlamak gelmiş gözlerinin kilidini zorluyor.
için içinde değil, bir adım önce düşürmüşsün.

şimdi ben mutsuzum,somurtuyorum.
sendeki ağlamakları susturuyorum.
iki adım ardında, düşürdüklerini topluyorum.

Güray Onok

24 Temmuz 2006 Pazartesi

Güray Onok'un Şiirle İmtihanı

Hayatımda hiçbir şey birdenbire olmadı. Tembel biriydim ama elde ettiğim her şeyi çabalayarak elde ettim. Bu yazı kişisel bir tarih yazısıdır ve yazarının kabahatleri yüzünden lütfen yazıyı hor görmeyiniz...
1995 yaz ayları. Bir süredir "şair" olmayı kafaya koymuşum ama sadece yazarak olunmadığının da farkındayım. Eh, hiç değilse Rimbaud'nun yarısı kadar yetenekli olduğumu düşünüyorum. Ama bunlar tabii ki 'benim' düşüncelerim...
Varlık dergisinin haziran ya da temmuz sayısında küçücük bir bant halinde şiir dergilerinin adresleri yazılmış. Benim hedefim Varlık Dergisi'nde yazıp ortalığı kasıp kavurmak ama küçükten başlamakta da bir zarar yoktur deyip adreslere bakıyorum. İçlerinden bana en yakın olanını seçip bir, iki, üç, dört, beş mektup yazıyorum. Bir ay kadar sonra da bir telefon geliyor o dergiden. Kybele Şiir Dergisi.
Ne var ne yok topluyorum, elimde kocaman bir dosya. Gidiyorum bana verilen adrese. Şöyle bir gezdiriyor şiirlere derginin editörü(Murat Öksüz) ve "Bunları çöpe at ya da yak. Yenilerini yaz, haftaya getir" diyor. Eve gidiyorum. Oturup yeni şiirler yazıyorum ve ertesi gün götürüyorum. Bu süreç böyle devam ediyor bir süre. Yaklaşık iki ya da üç ay. Aklımda üç ay diye kalmış.
Sonra okullar açılıyor. Sıra arkadaşım Değer "Cumartesi napacaksın?" diye soruyor. Ben de anlatıyorum. 'Bir şiir dergisi var oraya şiir götüreceğim.' "Aa sen şiir mi yazıyorsun?" diye soruyor. Onaylıyorum. "Ben de şiir yazıyorum" diyor. Ben de 'Sen de gel' diyorum. "Kaç tane şiir götüreceksin?" diye soruyor bana. Ben de '10 tane' diyorum. "Benim o kadar yok" diyor. 'Olsun' diyorum. Olanları getir sen.
Neyse, yola çıkıyoruz Cağaloğlu'na doğru. Yolda giderken 'Hadi beraber bir şiir yazalım' diyorum, "Nasıl yani" diye soruyor. Bir dize ben, bir dize sen...Yazıyoruz o şiiri. Kimin olsun diye tartışıyoruz, fikir benden çıktı benim diyorum.
Yine benim şiirlerim şöyle göz ucuyla okunuyor. İçlerinden birine "Bu fena değil" diyor Murat. Yolda yazdığımız şiir. Neyse, bu da olur. Sonunda bir şiiri beğendi işte. Sonra Değer'in daha okuduğu ilk şiiri beğeniyor. Neyse. Önce benim şiirim, bir sonraki sayıda Değer'in şiiri yayınlanıyor.
Yıllar sonra öğreniyorum ki, Murat her seferinde bir daha gelmememi umuyormuş. Ama ben kafaya takmışım bir kere. O üç ayda hiç değilse 400,500 şiir olduğunu sandığım şey yazıp götürmüştüm. Tabii yayınlanan ne ilk şiir, ne ikincisi, ne de üçüncüsü Murat'ın bana "şair" diye bakmasını sağlayamadı.
Ancak aylar sonra bir barda bir arkadaşını görüyor Murat(Fırat'ı), Fırat Murat'a bir şiir okuyor ezbere(Cam Perisi), Murat farkediyor ki benim şiirim. "İşte sen o gece şair oldun!" der Murat...
Ne kadar tembel olsam da, ne kadar kendimi beğenmiş biri olsam da, gerektiğinde çalışmayı, çabalamayı ve her zaman kendimi eleştirmeyi ve başkalarının eleştirilerini dikkate almayı becermişimdir. Yılmam ve vazgeçmem kolay kolay. Evet, bazen, bazı konularda yetenekli olmayabilirsiniz ancak bu o yeteneği çalışarak kazanamayacağınız anlamına gelmez. Kendinizi başkalarının sizi küçümsediğinden daha çok küçümseyebilmeli ve başkalarının sizi asla yüreklendirmeyeceği kadar yüreklendirmeyi becerebilmelisiniz...

Özür Dilerim

Bir dahi olmak istemediğim için,
Hayattan özür dilerim...
Tanrılarımı ceplerime doldurup
gidiyorum,
adımı her yerden silin!..

BİR ERKEK NEDEN YALNIZ UYUMAK İSTER?
















Bir rüzgar gelir ve dağıtır haysiyetini saçlarının, dağılırsın…
Tehlikeli olmak tehlikesiz bir şeydir,
korkutmaz gözünü sustalılar
ama bir erkek neden yalnız uyumak ister?

Hangi sokağa girsen tanıdık bir şeyler
inatla yabancılaşır sana,
susmak zorunda kalırsın.
Yalnızca yalanlar kalmıştır artık
söylenecek her şey yalandır.

Alkol… O risksiz intihar!
Alkol bile çürütemezse kederi
ne kalır insana, şiddet
hükmünü verir gecenin:
“Gündüzleri işgal edin…”

İmha edilmiş bir sevgilisindir
üstüne üstlük ve gözlerinin düştüğü
gölgeler çığ altındadır.
Sebepsiz alışkanlıklar edinirsin
mesela: ölümsüzlük!

Sonbahar da humusa dönüştüğünde,
son bir soru kalır soracak:

Bir erkek ne zaman yalnız uyumak ister?

Güray Onok

21 Temmuz 2006 Cuma

GÜRAY REKORLAR KİTABI

En uzun uyku: 26 saat

Yüzebildiği en uzun mesafe: 10 ya da 15 cm.

Bir seferde yürüdüğü en uzun mesafe: Taksim-Topkapı (kaç kilometre bilmiyorum)

En çok kaldığı ders: Sosyoloji, 3 kere, dördüncüde verdim.

Aşık olduğu kadın sayısı: 12

En kısa ilişki: 17 saat

Bonus rekorlar:
* 15 gün içerisinde 2 disiplin cezası(birincisi kınama, ikincisi bir hafta uzaklaştırma) ve bir onur belgesi almam.
*Liseden sondan ikinci sırada mezun olmam.
* Bir yılın 350 ile 360 gününü Eskişehir’de geçirmem.
(sürecek...)

20 Temmuz 2006 Perşembe

Yanlışlıklar Komedyası

Bölüm I / Sen Mete'sin, Mete'sin işte!..

Yusuf Ziya'nın Mete diye bir kuzeni vardı. Ben bir hayli "saf" bir yaratık olduğum için sürekli telefonla arayıp işletirdi. Beni her defasında kafalayabilecek kadar da iyiydi.

Bir gece evde tek başıma oturmuş CM oynarken telefon çaldı. Açtım. Karşımdaki ses Mete'ydi ve yine beni işletiyordu. Ama bu kez kanmayacaktım. "Dalga geçme sen Mete'sin" dedim, "Hayır" dedi, "Hadi oradan" dedim.

Karşımdaki ses 15 dakika boyunca Mete olmadığını kanıtlamaya çalıştı ama ben inanmadım. Sonunda vazgeçip "Tamam, ben Mete'yim. Madem öyle diyorsun, demek ki Mete'yim" dedi ve telefonu kapattık.

Ertesi akşam Yusuf gelip, "N'aptın oğlum sen?" diye sordu. Bir şey anlamamıştım. "Hasta mısın, iyi misin?" diye sordu. "Yoo, gayet iyiyim" dedim. Yanılmıyorsam Ahmet olduğunu iddia ediyordu telefondaki o ses. Yusuf, "Ahmet aramış, sen tutturmuşsun 'Yok sen Mete'sin' diye. Çocuk sonunda kendini Mete sanmaya başlamış..."

Telefonlarla ilgili bir sürü yanlışlıklar komedisi yaşamışımdır. Mesela;

- Alo! Güray.
-Evet, benim. Siz kimsiniz?
-Baban. Tanıyamadın mı?

İşte, telefonda babasını bile tanıyamayan biriyim. Geçen gece de adının 'Özlem' olduğunu iddia eden bir kız aradı. Tanıştığımız anı ve yeri anlattı. Yok! Kesinlikle öyle birini hatırlamıyordum. Bunun da bir kafalamaca olduğunu düşündüm. Ama geçerli sebeplerim vardı; gizli numaradan arıyor ve numaramı kimden aldığını söylemiyordu. Benimse ilgilendiğim bu değildi, tek düşündüğüm: "Bu tezgah kimin işi acaba?"

Kaybedecek bir şeyim de yoktu ama görüşme teklifini reddettim. Lütfen bana ulaşmak için en son telefonu kullanın:)

15 Temmuz 2006 Cumartesi

Nazım'ın Peşinde...


“Artık sesi olmayan bir dilin, kelimelerde ve köklerde hala taşıdığı izi parantezler açarak hatırlatmak gibi bir saplantım var. Böylece bugünkü davranışlarımın altında izleri bulunan bütün çocukluk anılarımı bir psikolog divanında tekrar hatırlamaya çalışmak gibi, evrimin aile albümünü karıştırıyorum. Bu, Bati geleneğinin temelinde yer alan akıl ve gerçek düşünlerinin anlamsızlığını ya da kurgusallığını aşikar etmeye yaramakla birlikte herhangi bir Katharsis sağlamıyor.Buna rağmen sanatın ahlaki bir amacının olduğu inancımı korumak istiyorum.”

Nazım Ünal Yılmaz


Nazım’la arkadaşlık ve ev arkadaşlığı yaptığım süreç içinde, sanat üzerine konuşmaktansa hayat üzerine konuşmayı tercih ettik hep. Birbirimizin ürettikleri üzerine derin irdelemelerdense, “çok sevdim” ya da “bunu pek sevmedim” gibisinden yorumlarda bulunmuşuzdur, o da eğer yorum yapmak gereği duymuş isek.

Nazım gibi büyük bir ressam ve iyi niyetli bir entelektüel ile yaşamanın, dost olmanın keyfini epeyce sürdük Yusuf, Onur ve ben. Beraber yaptığımız işlerde, Nazım, bir turnusol kağıdı ya da Nürnberg mahkemesi niteliğindeydi, yaratıcılığının yanı sıra. Her ne kadar okumuş çocuklar da olsak, Onur da, ben de, Yusuf da; çoğunlukla aklımız ya iki bacağımızın arasında ya da Futbol, alkol, kumar gibi gündelik şeylerdeydi. Uzun süre hayatı zerre kadar ciddiye almadığımız oldu. Ama Nazım, kulaklarımızı çeker ya da yerde demlenen sözde trapezci bizlere ipin üzerine çıkıp “Bunu yapabilir misiniz?” diye göz dağı verirdi.

Onun sanatçılığının yanında bizler, hep eleştirdiğimiz ve sikimize bile takmadığımız kişiler konumuna düşerdik. İçki masalarında ya da güzel bacaklı, ayva memeli, harikulade kokan kızların yanında mangalda kül bırakmasak da; koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olmaktan ziyade bir özelliğimiz olduğu da söylenemezdi.

Şimdilerde yeniden onun izlerinden gitmeye başlasak sanırım iyi olacak…

Değil mi?

İKİ TÜR İNSAN VARDIR

O çok sevdiğim filmde sürekli tekrarlanıyordu bu cümle: “İki tür insan vardır.” Evet, gerçekten de iki tür insan vardır.

Hayata neresinden baktığımıza ya da hayata bakıp bakmadığımızla ilgili olarak durmadan ikiye ayırabiliriz insanları: mutlu olanlar ve mutlu olmaya çalışanlar, kadınlar ve erkekler, çocuklar ve büyükler, çalışanlar ve çalışmaktan nefret edenler, düşenler ve kalkanlar, gidenler ve gelenler vs. vs.

Bana soracak olursanız, cevabım, ‘Aşka hükümlüler ve İşe hükümlüler’ dir…

İş deyip kesip atmamak lazım. Bir çoğumuz hayatımızı idame ettirmek için sevmediğimiz işlerde çalışırız, ben onu kastetmiyorum. Eninde sonunda yapmak zorunda kalacağımız; -ister sevelim, ister sevmeyelim ki zaten analarımızın babalarımızın büyüklerinden duydukları gibi: ‘Evlendikten sonra seveceğiz nasıl olsa’- yaptıktan sonra mecburen bir evlilik bağı kuracağımız işlerden bahsediyorum.

Bir taraftan bakınca, iş koliklik sıkıntı verici gibi geliyor; ama diğer taraftan, yapacak başka bir şeyi olmayanlar için, yani mutlu bir evlilik yapamayacak, torun torba besleyemeyecek, sevmediği işlerde çalışmaya boyun eğmeyecek kişiler için ‘ölüm bizi ayırana kadar’ birlikteliğidir. Zaten günümüz emeklilik ve kayıt dışı iş gücü koşullarında bugünden sonra bir hayal değil mi emeklilik?..

Ben kendimi bu ikinci sınıf insan kategorisine koyuyorum. Sike sike bir ya da birkaç baltaya sap olma zorunluluğum var ve bu zorunluluğun ağrıttığı kaslarım, çökerttiği gözlerim, meşgul ettiği beynim bu durumdan hoşnut.

Diğer insanlar daha basit yaşasın diye suyu bulandıranlar kısmına çoktan kaydımı yaptırdım. Yöntemlerim ve statüm zaman içinde açıklığa kavuşacak ve ne kadar rahatsız edici olursa olsun onları da gözlerinizin önüne sereceğim…

11 Temmuz 2006 Salı

Nazım Ünal Yılmaz'ın Nazım Ünal Yılmaz Resimleri Üzerine Metinleri

GÖZ YAŞINDAN YAPILMIŞ FARKLI RENKLER

Nuh Tufanı hikayesine göre Tanrı tufan sonrası çocuklarına bir gökkuşağı göstererek onlara bir daha böyle büyük bir insan kaybına sebep olan ceza vermeyeceği sözünü verir ve ne zaman gökkuşağı görürlerse tanrılarının verdiği bu sözü hatırlamalarını buyurur. Sanırım
gökkuşağının pozitif misyon yüklendiği ilk metinlerden biri bu olmalı.

Renkleri bilimsel olarak inceleyen Newton bir prizmadan geçirerek elde ettiği gökkuşağında yedi renk ilan etti. Gerçekten de gökkuşağında en belirgin olan yedi tane mi renk var ? Bu yedi rengin kutsal kitapta çoktan bir karşılıkları vardı. Mesih kırmızıya kanıyla isim verdi. Kurban! Portakalın rengi Cennetten kovulmayı sembol etti. Yaşam sarıydı, Mutluluk yeşil, Erdem mavi, Tanrının Kapsayıcılığı koyu mavi ve morsa Adaletti.

Türkiye’de çocukken gökkuşağı hakkında duyduğum iki şey vardı. Biri kaynağında hazine bulunduğu, diğeriyse altından geçerek cisiyetinizi değiştirebileceğiniz hikayesi. Tabii bunu sokakta erkekler kadar özgür oynayamadan eve daha erken gitmek zorunda kalan kız çocukları daha çok bilirdi.

Sanırım 1960’larda önemli bir gay aktivistin öldürülmesinden sonra, gay hareketinin gökkuşağı bayrağından sosyal entegrasyonu sembol eden açık mavinin çıkarılması kararlaştırıldı ve bugün iki mavinin yerine tek mavinin kullanıldığı altı renkli gay bayrağı, zaman içerisinde değişik renk fragmanları alsa da en genel olarak kullanılan oldu.Globalizasyon sürecinde çok kültürlülüğe vurgu yapan barış hareketi de gökkuşağını kendisine bayrak yaptı.

Ben de ne zaman bir gökkuşağı görsem onu bir mucize gibi izliyorum. Öte yandan doğanın dengesine öykünen hümanist algıyı, onu yediye bölen pozitivist yaklaşımı, hazlarını meşrulaştırmak isteyenlerin elinde nasıl bir etikete dönüştüğünü düşünmeden de edemiyorum.

Bu bağlamda gökkuşağı bireyleri ezen ve hayal kırıklığına uğratan göz yaşından yapılmış bir sembol olarak resimlerimde yer alıyor.


VE TANRI DEDİ Kİ: BİZ İNSANI KENDİ SURETİMİZE BENZER YARATTIK

Kişinin bir imge (Imago Dei) olarak tasvir edilmesi sınırlıdır, yine de tasvir ilgiyi üzerine toplamaya ve putlaşmaya kadirdir. Bir insanı teninin renginden dolayı sevmemekle, gözlerinin güzelliğinden dolayı sevmek aynı kaynaktan beslenir..

Golgota yolunda İsa’nın Veronika’nın havlusuna çıkan sureti Batı sanatında temsilin meşruiyetini sağlamıştır. Veronika’nın Havlusu tuvale evrilmiş ve iktidar imgesine artık yüzü kızararak bir köşede gizlice porno bakan bir çocuk gibi bakmamaya başlamıştır.Böylece yüksek sanatın kapıları açılmış hatta Atom bombasının yapılabilmesi bilimsel bir gelişme olarak karşılanmıştır. Gombrich’in bir yunan vazosunda rakursiden çizilmiş bir ayak resmi görüp başlattığı klasik sanat bütün uygarlıklara bir evrim tablosu dayatmıştır.

Bugün hala İslam’da Muhammed’in imgesinin yapılması yasaktır, aslında gerek Kuran’da gerek Tevrat’ta herhangi bir insan imgesinin yapılması yasaktır.Bu batılı kulağa primitiv gelebilir ancak yasağın dinsel bir dogma olmaktan öte bir anlamı vardır. Kaynağını imgenin sahip olabileceği gücün korkusundan alır. Reklamların ya da CIA’in Amerikan soyut sanatına verdiği desteği düşünün.

Çoğu kez kendimi bir Ortaçağ İkona ressamı gibi hissediyorum.Bir İkona ressamının nesnesi doğa değil kendinden önceki ustaların yaptığı İkonalardır ve bir İkona ressamı İkonasını boyarken imgeyle kurduğu gerilimli ilişkiden dolayı olsa gerek dua etmelidir.

Bu resimdeki yüzsüz ve gölgesiz kişinin kim olduğuna dair kolayca fikir yürütülebilir.Çünkü bazı imgeler tanınmak için bireysel bir yüze sahip olmayı gerektirmez. Maskeleri, kıyafetleri, duruşları ve bulundukları mekan onlar adına yeterince konuşur.

Yazan: Nazım Ünal Yılmaz

27 Haziran 2006 Salı

ŞİMDİ BUNDAN BİR ŞEY ANLAMAM GEREKİYOR MU???

Uzun bir zaman boyunca klasikleri seven biri olamadım. Sevmemem onlara bir şey kaybettirmedi. Ben de onlara bir şey kaybettirmeye çalışmadım. Seke seke, sıkıla sıkıla çoğunu okudum. Bazı yazarlar söz konusu olduğunda doz aşımı yaşamamak için tek kitapla yetindim. Kimseye “bunları okumayın!” demem. Bu resmen budalalık olur. Ama birkaç klasik okuyarak kendini okur sananlar kadar da değil.

Bir dostum klasikler için şunu demişti: “Sevene kadar okumak zorundasın! Anlayana kadar değil, sevene kadar! Eğer sevemiyorsan hatayı kendinde aramalısın. Eksiklerini, hatalarını bulmak için tekrar tekrar ve her seferinde daha fazla okumalısın.”

O, bunları söylerken, içimden “hadi oradan!” diyordum. Ben; bunları, bunları, bunları okudum; ne gerek var ki şuna, şuna ve de şuna…

İnsan dangalaklıklarını kolay kolay fark edemez çünkü çok eğlencelidir.

Bir süre de Tarkovski’yi beğenmemekle falan övünürdüm. “Anlayamıyorum” demektense “Beğenmiyorum” demek daha hoş duruyordu. İşte, ne olduysa klasikleri sevmeye başlayınca, Tarkovski’yi, Fellini’yi, Godard’ı anlamaya başlayınca oldu. “Seni gidi kendini beğenmiş, cahil, geri zekalı!” diye aşağılamaya başladım kendimi. Tabi bunlar bir anda mucizevi bir aydınlanışla gerçekleşmedi. Israrla anlamaya, sevmeye uğraşıp yavaş yavaş bir şeyler bularak; sonra, zamanla daha fazlasını fark ederek gelişti, gelişti. “Ha! Ha! Ha! Ben anlıyorum işte! Siz zavallılar nasıl da boş boş bakıyorsunuz!” Demiyorum kesinlikle…Beni yanlış anlamayın. Hala emek vermem, hala ter akıtmam gerekiyor bazı şeyleri anlamak için. Hala da “Burada yazar şunu demek istemiş” türünden saçma açıklamalara inanmam. Çünkü, bana sorarsanız ne yazar, ne yönetmen, ne de besteci bir şey demek istemez. Neyse bu kısma dair felsefe beni aşar…

Artık bu yazıya bir son verelim, değil mi? Evet, bundan bir şey anlamanız gerekiyor! Bunu anlamak için de biraz emek sarf etmeniz. Hiçbir şeye, hiç kimseye “Hadi oradan!” deme hakkınız yok. Yinede bu dünyada hakkı olmayan şeylere el uzatan milyarlarca insan gibi, “Hadi oradan!” diyebilirsiniz bana. Bu bana bir şey kaybettirmez…

Masum düşleri yad etmenin zamanıdır

"Sensin! O kadar yakınsın ki!.. Sustukça dünyayı değiştiriyorsun."

" 'Dağlarda dolaşmayacağım, fırtınalı denizlere açılmayacağım' diyor W.W. Evet, ben de bunu yapacağım. Ama önce dağlarda dolaşmalı, fırtınalı denizlere açılmalı..."

"Soluğum hayata değer değmez donuyor. İnsanlar, huzuru; kedilerinin sırtlarında okşuyorlar, yataklarında karılarının kendilerini beklediklerini düşünüyorlar, karınlarını doyurduktan sonra tövbe etmeyi öğretiyorlar kanlarına. Camlardan geceye taşıyor aydınlıkları."

"Yanlış anlaşılmalara mahal verebilir rüzgar...
Bari vermese..."


" 'Sen fena vurulmuşsun' dedi X. Bir an utanayım mı, sevineyim mi şaşırdım. Aşk bana bol geliyor galiba. Emin değilim..."

"Bir an dehşetle farkettim ki tüm kapıları ardımda bırakmışım. Artık kaçacak bir yer yok! Sike sike savaşmak zorundasın..."

26 Haziran 2006 Pazartesi

13/3

Gözlerimi kamaştırmayan

Hiçbir karşılaşma için

Bulaşıkları yıkamam

Ne de çıkarıp öderim hesabı

Tüydüğüm her gölgede

Bir bıçak yarası hayattan

Pişman olmamanın bedeli


Güray ONOK

...

Geçtiğim yolları sorma bana
Paçalarımdan kan damlar

Kırıktır hevesim
Kırk rüzgarın
Kırk yağmurunda ıslandığından

Bedenim alkole bulanmıştır
Üzerimde nemli meyhanelerin kokusu
Yüreğimde biraz Müslüm Gürses
Biraz Ferdi Tayfur tortusu

Geçtiğim yollarla kıyma bana


Güray ONOK


ŞİİR SİZE KAZANDIRIR

Okumuş, eğitim görmüş bir aileden gelmiyorum. Hasbelkader okur-yazarlığım, hasbelkader babamın çiftçi olmak istemeyip kendine yapacak bir iş arayıp İnkılap Yayınları’nda matbaacılık yapmaya başlamasına dayanır. Daha sonra, babamın peşinden küçük amcam da aynı işe girmiş ve zaman zaman eve getirdikleri kitaplar da ben okumayı öğrenene kadar kapakları açılmadan rafta öylece beklemişlerdir. Yaklaşık 15 yıl kadar. Annem, babaannem, ablam sıkça tozlarını alsalar da kimsenin aklına “acaba içinde ne yazıyor?” sorusu gelmemiş.

Daha küçücük bir çocukken o kitapların allı pullu ciltleri ilgimi çekerdi. Daha sonra; Akif’in Safahat’ı olduğunu öğreneceğim o kara, yaldızlı yazılı cilt ve bir de bordo ciltli Osmanlıca Sözlük en çok seyrine daldığım şeyler olmuştur evimizde.

Sanırım televizyonda dizisinin oynuyor oluşundan dolayı ilk okuduğum kitap(evet “ilk”) Çalıkuşu idi. Çocuklar için olan özet versiyonu değil, orijinali. Adeta yabancı bir dil öğrenir gibi, sık sık Türkçe ve Osmanlıca sözlüğe başvurma ihtiyacı duysam da okuduğum ilk kitap oluşunun heyecanı ve Reşat Nuri’nin küçücük bir çocuğun hayal dünyasına sunduğu yeni olanaklar dolayısıyla inatla sonuna dek okumuştum.

Sonra; tek başıma mı yoksa ev içinden birinin yönlendirmesi ile mi bilemiyorum, uzun süren bir Jules Verne serüvenim olmuştu. Hemen onun peşinden de anlamsızca karıştırılan ansiklopediler. Evdekiler bitince, sevgili ilkokulumun küçücük kütüphanesinde çürümekte olan kitaplara el attım. Gerçekten eğlenceli bir dönemdi. Bir yandan da tutkunu olmasam da haftalık çizgi romanlarla oyalanıyordum.

Artık akıcı bir okumaya sahip olduğum süreçte Halid Ziya aşkıyla yanıp tutuşmaya başladım. Onlarca sayfa okuyup hemen hemen hiçbir şey anlamasam da ilk şiir beğenimin Halid Ziya ile başladığını söyleyebilirim. Muazzez Tahsin Berkant, Ömer Seyfettin, Mevlana’nın Divan’ı ve tabii ki La Fontaine derken benim ortaokula ablamın da liseye başlaması ile ablamın lise edebiyat kitabı en sevdiğim kitap olmuştu. Baudelaire ve Dante’nin hayatıma girişiyle de iyice zıvanadan çıktım.

Şiirin iyi bir şey olabileceğine dair ilk fikrimi, ilkokul üçte okurken 23 Nisan’da bir akrabamızın şiir kitabından beğenip seçtiğim şiiri okumam üzerine bana verdiği yüklüce harçlıktan edinmiştim. “Şiir size kazandırır” fikri bir çok ışık yaktı ufkumda. Aslında daha yıllarca şiir yazmaya çalışmayacak, okuyarak bir şeyler kazanmaya çalışacaktım ama para getirecek bir proje de geliştiremiyordum. Aslında o 23 Nisan’ın hemen ardından bir 19 Mayıs projesi geliştirsem de 19 Mayıs’ın benim değil ablamın bayramı olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğramıştım. Ali abinin o şiir kitabından bir sürü anlamsız beste yapmış olsam da bunları sadece yalnız başımayken mırıldanıyordum.

Çocukken de şimdi olduğu gibi bir sürü gizli kimliğim vardı. Daha James Bond’u tanımıyor olsam da ilkokul arkadaşlarım ile ortaokul arkadaşlarım arasında gidip gelişlerimle gizli kimliklerimi çoğaltıyordum. Doğu Berlin- Batı Berlin arasında kesici silahlar, ahlaka mugayir neşriyat ve yeni toplumsal gruplaşmalar (buna ideoloji de denebilir) taşıyıp duruyordum. Gizli kimliğe bürünmekte iyi değildim ama “aa ne tatlı çocuk” dediklerinde tatlı çocuk, “seni gidi haylaz, yaramaz” dediklerinde yaramaz oluyordum.

Özümde “iyi niyetli, azimli bir çocuk” yatsa da; Anadolu lisesine adım atar atmaz, çalışkan çocuk birden tembel öğrenciye dönüştü. Bunun en büyük sebebi tabi ki hormonlardı. Ergenliğin bana sunduğu “eteklerin altına bakma”, “kızlara dokunma”, “erkeklerle dövüşme” arzuları ders kitaplarından ve öğrenmekte zorluk çektiğim İngilizce’den daha çok ilgimi çeker olmuştu. Uğur Mumcu’nun ölümü, Baudelaire, Attila İlhan, Nazım Hikmet, Rimbaud, Penthouse, Playboy, Hustler, Kral, kısa Camel ve Kutman şaraplarıyla geçen bir yıldan sonra aşık olup ilk şiirimi yazdım. O boktan şiirler bile kimi bilardo manyağı, kimi futbol manyağı, kimi at yarışı tutkunu hayta arkadaşlarım arasında bir statü getirmişti bana. İşte tekrar “şiir size kazandırır” görüşüm onaylanıyordu.

Kerouac Beat kuşağı içinde ne ise tüm arkadaş gruplarım içinde ben de o oldum. Yani serserilerin en uysalı, inançsızların en inançlısı, cesurların en korkağı…Sert çocukların ifade etmekten utanç duydukları şeyleri rahatlıkla söyleyebiliyor, şiirler yazıp aşklarımı ifade ediyordum.

Bir iki yıl hayta olmaktan keyif aldım. Sonra şair olmaya kalkıştım. Şiir yazmaktan öteye gitmek istiyordum artık. Şansımı iyice zorladım ve sonunda başardım. Henüz on dört yaşımın içindeyken ilk şiirimi yayınlatmayı başardım ve tabi ki küstahlığım bunu duyurabildiği kadar duyurdu. Yıllardır Türkçe'den iki hariç bir not almamış bendeniz birden üç almaya başladım. Matematik sınavında bayan hocama aşk şiirleri yazarak matematikten bir almaya devam ettim. Ne o? Yoksa geçtim mi sandınız? Kalmaya devam ettim ama matematik öğretmenim bana şiir kitapları hediye etmeye başladı. Artık kızlar aklımdan çıkmıştı. Çünkü ben artık şiire aşıktım ve şiir bana "kazandırmaya" devam ediyordu.

Herkesin üstünden atlamaya çalıştığı barların üstünde amuda kalkarak sigaramı tüttürüyordum ben...Kim bilir, belki de bu konuda bir dünya rekoru sahibi bile olabilirim...

15 Haziran 2006 Perşembe

Sali hakkında bir kaç ayrıntı

Bu yazıdaki ve bu yazıdaki karakterler gerçekti ama ben öyle duyumsansınlar istememiştim pek ve aslında tam olarak da anlatıldıkları gibi değildiler ama delikanlı oldukları gerçekti.

Bazılarının isimleri gerçekti, mesela Sali. Beş para etmez adamın biri de derler onun için ama hasbelkader bitirdiği liseden sonra üniversite sınavına girerek herkesi şaşırtmıştı. Okeyde çetele bile yazamayan bu abimiz nasıl olduysa Hacettepe Üniversitesi'ni kazanmıştı. Bölümü tam hatırlamıyorum, o sıralarda ben 10-12 yaşlarındaydım, yinede üniversiteyi kazanmak hayaliyle o sınava girenleri hasetten çatlatan bir bölüm olduğunu hatırlıyorum . Hatta Ankara'ya bile gitmişti herkesi şaşırtarak. "Acaba?" demeye başlamıştı insanlar artık Sali için ama üniversite öğrenim hayatına başladıktan bir ay sonra tası tarağı toplayıp geri dönmüştü. "Ankara çok sıkıcı" demekle yetindi sadece. Sonra da köyümüzün kahvelerinden birinde garsonluk yapmaya başladı. Uzunköprü'yü Ankara'dan daha eğlenceli bulan bir adam için ne denebilir:Güzel adamdı! Hala öyle midir bilmiyorum. 10 senedir falan köye uğramışlığım yok. Şimdiye evlenmiş, çoluk çocuk sahibi bile olmuştur.

Sinoplu Sabri, Piç Metin, Baba Hakkı ve tabii ki İsa hakkındaki bazı gerçekleri de önümüzdeki günlerde açıklayacağım...

12 Haziran 2006 Pazartesi

Kendini ne ile ifade ettiğin önemlidir.

"Giyindin mi
Tırnaklarını boyadın mı
Ya dudakların
Onları da boya
Tara saçlarını bir güzel
Hazır mısın
Çıkabilir miyiz
Doruklarına aşkın
O yerlere varabilir miyiz
Denizleri geçebilir miyiz
Elele
Hazır mısın
Hadi soyun öyleyse."


Ümit Yaşar Oğuzcan

Su tesisatçısı olmak isteyen 12 yaşında bir çocukla tanışana kadar ne olup bittiğini asla kavrayamayacağımı düşünüyordum ben de. Varoluşuma tanrısal nedenler yüklemek istiyordum. 12 yaşındaki her çocuk gibi ya peygamber olmalıydım ya da tanrı; başka bir olasılık yoktu, olamazdı, olmamalıydı.

Sonra o çocuk, “su tesisatçısı olmak istiyorum” dedi. O güne kadar düşünce ve inanç sistemimi üzerine kurduğum her şeye ters düşüyordu bu. Su tesisatçısı olmaktansa Hitler olmayı tercih ederdim; gerçi o zamanlar, doktor olacağıma seri katil olurum daha iyi dediğim de olurdu.

Sonra birdenbire ne olmak istediğimin farkına vardım. Daha 12 yaşındaydım ve Rimbaud’nun pabucunu dama atacak kadar vaktim vardı. Günler, geceler boyu okumaya başladım. Öyle ki 17 yaşına kadar hiçbir kitabın kapağını kitabı bitirmeden kapatmadım. Okudukça Rimbaud’nun pabucunu dama atma isteğim azaldı. Rimbaud’dan daha iyileri de vardı. Üstelik onlar 40,50,60’lı yaşlarında bile yazmışlardı.

Yeteneğim yazmaktan daha çok okumak üzerineydi. Zamanla illa da okumak gerekmediğini de öğrendim. Dinlemek, izlemek gibi en az okumak kadar keyifli eylemler de vardı. Gerçi hala snob’luğumu koruyordum. 13 yaşında The Doors dinliyor ve Doors’u çoluk çocuğun dinlediğinden yakınıyordum. Metallica’dan nefret ediyordum ama bir metal dinleyicisi bile değildim. Yinede İron Maiden’ı Beatles’tan daha çok severdim. Lou Reed tanrımdı, John Fante tanrımdı, Jacques Brel tanrımdı, Turgut Uyar tanrımdı, İncil’de bahsedilen tanrı tanrımdı, Tevrat’ta bahsedilen tanrı tanrımdı, Kuran’da bahsedilen tanrı tanrımdı, Zeus tanrımdı, Dyonisos tanrımdı, Güneş tanrımdı, ay tanrımdı, rüzgar tanrımdı; deniz, gece, yalnızlık, aşk ve arkadaşlarım da…

İnanmak konusunda çok yetenekliydim. Her şeye kolayca inanabiliyordum. İnanmayı çok seviyordum, en az yanılmayı ve inançlarımın boş çıkışını sevdiğim kadar…

Harıl harıl film izliyor, haftada iki, üç kere sinemaya gidiyor ama üniversitede sinema televizyon bölümüne burun kıvırarak giriyordum. Kubrick’i seviyordum, evet, Scorcese tam bana göreydi ama sinemaya ait hissetmiyordum kendimi. Bir yönetmen olmaktansa bir rock grubu kurmayı tercih ederdim, bir rock grubu kurmaktansa sokaklarda açlıktan ya da soğuktan ölmeyi tercih ederdim. Çok ciddiyim, düşebileceğim kadar düşmeyi ve hayata orada veda etmeyi düşlüyordum. Bir çocuğun hayaliydi bu ve o çocuk bunu gerçekten istiyordu ve belki de bir gün başaracaktı ama sonra aşk çıktı karşısına; evet, aşk, insanın uğruna tüm inançlarını, tüm düşlerini rafa kaldırabileceği bir şeydi. Başını sevdiği kadının vajinasına yaslayıp uyumak istiyordu o çocuk. Asla giyinmek istemiyordu. Hep çıplak kalmak ve son nefesini verene kadar sevişmek istiyordu. Sevdiği kadınlar o’nun bu kadar çok istediği şeyi sadece bir yem olarak görüyorlardı. O da balık olmayı sevmeye başladı. Tek sorun aynı kadında çok fazla konaklayamamasıydı. Kısa süre içinde, “sen beni sevmiyorsun, sadece sevişmek istiyorsun!..” diye suçlanıyordu. Oysa o, sadece bir kadınla can sıkıntısından yatmıştı.

Canı bu kadar az sıkılmasaydı belki daha fazlasını da yapardı…

6 Haziran 2006 Salı

GÜVEN

I...
Ne zaman
Ellerine kavuşsa
Gün ya da gece,
Sahile toplanan martılar olup
Giriyorsun düşlerime.
Marmara ruhsuz bir iç deniz.
Sen sadece sen’sin yüreğimde;
İnsanların gözlerinden,
Sözlerinden uzak,
Apayrı bir şiirsin;
Etten ve kemikten,
Coşkudan biraz,
Pek çokça korkudan,
Güvenden ibaret.

Eksiklerinle güzelsin.

II...
Ne zaman
Ellerine kavuşsam,
Belki’lerle bitirirsin
Tüm cümlelerini.
Haritalara şiirler yazarım,
Varlığının meali…
Biraz Afrika
Ve tümden kadere yazgılı
Kar kaplı Asya.
Ben en çok Madagaskar’ım,
“Şiirin sonundaki nokta!”

III...
Mesafeler ayırmıyor insanları,
Sadece kaygılar…
O halde,
Kaygıları yenip
Haritalara güvenmeye başlamalı insanlar.

Güray Onok

5 Haziran 2006 Pazartesi

Zalim!

Kadınların sıklıkla söylediği bir sözdür:”Beni sadece dış görünüşüm için sevme!” Oysa içini, dışını ayrı tutmuyor olabilir insan, tutmamalıdır da ayrıca. Güzel göğüsleriniz varsa elbette sizi seven erkek orada bolca vakit geçirecektir. Gülü seven dikenine katlanacaksa, dikeni seven de gül üzerinde hak iddia edebilmelidir. Balkondan denizi izlemek varken; siz, illa da ona içeri odada televizyonu izletmek istiyorsanız, bu sizin zalimliğinizdir.

4 Haziran 2006 Pazar

*

Biz ona gece diyoruz.

Peki o bizi hangi isimle çağırıyor?

Svetlana Korkhina, Ah! Svetlana, Neredesin?


Hayatımda çokça şey değişmedi son on yılda. Şu aralar elimde olmadan bazı alışkanlıklarımı yitiriyorum. Mesela 4 Grand Slam’i de her yıl izlerdim. Arada Fransa açığı kaçırsam da Wimbledon, Amerika açık ve Avustralya’yı yıllarca aksatmadan düzenli olarak izlemişimdir. Acaba bunda benim bir hatam mı var diye düşünüyorum. Tamam Eurosport hala veriyor onları ama benim kumandada elim eurosport’a çok nadir gidiyor. Hıncal Uluç’un TRT’ye yönelik tüm eleştirilerine katılıyorum bu anlamda. Atletizmin tıpkı resmin yüksek sanat zevki kazandırması gibi insanlara spor zevki ve centilmenlik aşıladığını düşünürüm. NTV’nin Golden League yarışları da olmasa hiç atletizm göremeyeceğiz. Şimdi tenisten niye atletizme atladın ki demeyin. Tenis’in atletizme göre daha popüler bir spor olduğu düşünülürse, atletizm yayıncılığı eleştirisi de daha doğru bir yere oturur. Mesela, hiç ilginiz olmasa bile bir Boris Becker’i, bir Steffi Graf’ı, Martina Hingis, Pete Sampras, Andre Agassi ya da hiç olmadı Williams kardeşlerden birinin adını duymuşsunuzdur hadi onu da geçtik diyelim Anna Kournikova adını duymuşsunuzdur. Ben Türk televizyonlarında atletizm izlemek istiyorum. Atletizm izlendiğini görmek istiyorum.

Yetenek ve Yapıt

"Sanat, sanatçıdan yetenek değil yapıt ister" der Stanislaw J. Lec. Bense yetenekli bir yazarın ben yetenekliyim demesini -tabi ki iyi kötü bir şeyler çiziktirerek- severim. Yani muhteşem bir ilk roman okumaktan keyif alamam da üç beş kitap yetenekli birinin elinden çıkmış zırvaları okumak hoşuma gider. Hele bir de onca zırvanın üzerine güzel bir şey çıkarsa ortaya, tadına doyum olmaz.

Bu, "bir yazar en iyi eserini olgunluk döneminde vermelidir" ön yargısı biraz da...Şu aralar bağlasan k.İskender okutamazsın bana. Keşke bu kadar erken yazmasaydı o şiirleri derim hep. Bu saatten sonra bu adamdan artık iyi bir şey çıkmaz önyargısı yaşamak istemiyorum.

Sanatsal küstahlığı yalnızca edebiyatta tolere edebilirim. Sinemada ya da müzikte çok canımı sıkar. Bu konudaki düşüncelerim çok karmaşık kısacası, biraz kafamı toplamaya ihtiyacım var...

Knut Hamsun

Knut Hamsun, Göçebe'de ne anlatıyordu hiç hatırlamıyorum. Belleğimde bir oduncu kalmış sadece. İtiraf etmeliyim ki başka da kitabını okumadım. Bunun sebebi biraz da nazilere yardım ettiğine dair söylentilerdir. Nazilerle pek de sorun yoktur aramda gerçi. Yinede biraz etkisi olmuş olmalı.

Mesele o değil zaten...O kitabın bende bıraktığı iz çok derindir. Hayatımı kökünden değiştiren şeyler bırakmıştır bana. İşin ilginci şimdi bu şeylerin hiçbirini hatırlamıyor olmam ve tabii ki kitaba dair neredeyse hiçbir şeyi. Hemen hemen aynı şeyleri İlhan Berk için de söylerim:"Beni derinden etkilemiştir...", hatta öylesine derinden ki üzerine onu okursanız şunu, şunu, şunu öğrenirsiniz diyebileceğim bir şey yok.

Bir kitabı ya da yazarı özümsemek bu mu acaba???

26 Mayıs 2006 Cuma

Ayrılış

ne çok sevindim havanın bozmasına
içtiğim çayın demsiz
müşterinin az garsonların ilgisiz duruşuna
ne çok sevindim

günlerden cuma hava yağmurluydu
iyi ki ince giyinmiştim üşüdüm
bir bilseydim terk edileceğimi
erken çıkar uzun uzun yürürdüm

ne çok sevdim vitrindeki yeşil kazağı
vazgeçilebilirliğini seyrettim uzun uzun
iyi ki asansör bozuktu merdivenlerden çıktım
ahh ne büyük şans ki iki gündür uykusuzdum

ahh ne büyük şans ki tane tane söyledin ayrılığı
karıştı hayatın küçük ayrıntılarına

Leyla Onomay

GECE YILDIZLAR ve HURMA AĞACININ TURUNCU MEYVELERİ

karanlığa dökülür sarı yapraklar
son baharda yağar son rüzzgarda eser
unutulur ne güzel görünür ay
gece hurma ağacı ve yıldızlar
seni ne çok severdi

çünkü ne zaman pencereni açsan
zayıf kollarının arasından
yıldızlar dolardı içeri

ağlayan pencere kendini vuran kapı
bir evin intiharı bir bahçenin ölümü
unutulur dalından düşen son turuncu meyvesi
hurma ağacının
seni ne çok severdim

çünkü ne zaman sana koşsam
deniz çıkıyordu karşıma
yokuş aşağı dar sokaklardan

Leyla Onomay

25 Mayıs 2006 Perşembe

Güray Onok Olmak

Daha önce çeşitli vesilelerle kendime mahlaslar(bir başka deyişle ‘nick name’ler) aramışlığım vardır. Hepsinden de başarısızlık ve ümitsizlikle ayrılıp ‘napalım, gene taşın altına elimizi koyacağız’ demek zorunda kalmışımdır. Sadece bir kereye mahsus mahlas kullanmışlığım vardır. O da yeterince başarısız olmuştur. Bu yüzden, başka biri gibi görünmekten vazgeçip sadece Güray Onok olmak, olabilmek üzerine çabalarım o günden beri. Bu bile inanın yeterince yorucu ve zor bir iş…

Kişilik bölünmeleri yaşamıyorum, yani daha doğrusu zarın bir tarafını gösterip ‘bak bu beş’, sonra diğer tarafını gösterip ‘bak bu da iki’ diyerek zaman kaybettirmiyorum insanlara. Sadece,’bak, zar!’ diyorum. Artık bahtınıza o gün kaç gelirse…Buna katlanmak zorundasınız!..

Mahlas karşıtı olduğum da çıkarılmasın ama bazı mahlaslar yanlış yönlendirebiliyor insanı. Mesela bu blogun yazarı Güray Onok değil de Roller Blade olsaydı neler düşünürdünüz? Lütfen bunu kendi kendinize tartışınız…Ha, bu arada ‘Roller Blade’ rasgele ortaya atılmış bir isimdir, bunun yerine ‘Kılçıksız Balık’ üzerinde de düşünebilirsiniz…

Güray Onok olmaya çalışmak; temelde, Güray Onok’un Güray Onok’u, Güray Onok’u tanıya(maya)n insanlarda aramasıdır. Yani insanın kendi kendini keşfi değil de, başkalarının kendisini ne kadar yanlış tanımış olabileceğini araştırmasıdır. Burada Onur Sakarya’nın dizesini zikretmeden duramayacağım:”Hep yanlış yanlarımla tanındım.”

İşin en eğlenceli kısmı da bu yanlışlıklar komedyası olayı zaten. Birinin gözünde güvenilir biriyken, diğerinin gözünde nasıl olup da dünyanın en düzenbaz kişisi olduğuma şaşırmamdır. Örnekleri çoğaltarak sizi yormak yerine Güray Onok’un en çok kendisine oyunlar oynadığını ve sıcak sütü bile bile içmekten ne kadar çok keyif aldığını belirtmem yeterli olur kanısındayım. Hakkımda yanlış fikirlere sahip insanların yüzlerini kara çıkarmak istemem hiç! Biliyorum, hiç mantıklı değil ama İsa da böyle yapmamış mıydı? Zaten, ‘hayır! Ben masumum’ demek cezanızın onaylanması anlamına gelmez mi genelde. Evet, ben üşengeç bir timsahım, asla ağlamam ve ağzıma kendi kendine giren şeyler dışında bir şey yemem. Ne evcil bir timsah, hadi kolumuzu ağzına sokalım derseniz, kolunuzu ısırır yerim. Sonra da hangi ifadeye imza atmamı isterseniz atarım.

Zeki de olabilirim gerzek de, iyilik meleği de olabilirim seri katil de…Bunu siz belirlersiniz. Ben pasifistim, oy vermeye inanmıyorum, bana dokunmayan yılan da bin yaşasın dokunan da. Bana ne yılandan. Size oy vermenizi ve pasifist olmamanızı öneriyorum…

19 Mayıs 2006 Cuma

Sahibinden az kullanılmış, ham metinler -IV

SAHİ,SİZ DE BİR ZAMANLAR KİTAPLARI KARIŞTIRMADINIZ MI?

Günlerce kitaplar karıştırıp durdum. Aşıktım. Sevgilime bir şiir,bir dize ya da dilimden geldiğince ona, onu sevdiğimi anlatan bir şeyler yazmak,vermek istiyordum. “Sen masallardan bile güzelsin,büyüksün” diye seslenmiştim ona, Attila İlhan’ın dizeleriyle. İşte aşk orada başlıyordu bir zamanlar.

Postacı Mario’nun[1] dediği gibi: şiir,ona kim ihtiyaç duyuyorsa onundur. Sanat da öyle olmalı bence. İnsan bir resme bakmak ihtiyacı duymalı, bir müziği dinleyip ondan haz alacak alt yapıyı oluşturmak,hayata eleştiren bir gözle bakmak ihtiyacı içinde olmalı. Sanat,içimizdeki ve dışımızdaki boşlukları doldurmak için güzel bir araç ve onu icra edenler için de onurlu bir amaç olmalı. Peki şimdi,sanat bizim için neyi ifade ediyor?

Yaşım o kadar büyük olmasa da,bir çağın dönüşüm noktasında,son romantiklerden biri olduğumu söyleyebilirim. Öyle ki,benden bir yaş küçük olanlar bile,resimli mesajlar,bayat söylemlerle ifade ediyorlar sevgilerini. Peki gelinen bu noktadaki uçurum neden?

Ben ve yaşıtlarım henüz yeni başlayan özel televizyon furyasına ayak uyduramamış bir nesildik. Kitaplar genellikle daha cazip ve daha renkliydi bizim için. Bizden daha küçük olanlar içinse televizyon daha cazip oldu. Çünkü onlar ,daha Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı okumadan, izleme lüksüne sahiptiler. İzledikten sonra okuma ihtiyacı duymadılar. Bizse, önce okuyup sonra izler olduk hep.

İşte bu noktada iki sanat görüşü ortaya çıkıyor: görsel ve düşsel sanat. Bizim için sanat,daha güzel bir dünyanın nasıl olabileceği ve varolan hayatın eleştirisinin nasıl yapılabileceğine dair ipuçları veren bir kanaldı. Öyle ki uyarlamaları eleştirerek geçerdi çoğu vaktimiz. Mobydick’in hiçbir görsel karşılığı düşlerimizdeki o yaratığa yaklaşamazdı bile. Ya kaptan Nemo? Televizyon çocukluğumuzun düşlerini paramparça etti.

Biz de daha sıkı sarılır olduk kitaplara.

Bizden daha küçükler içinse,sunulmuş düşler ve sorgulanamayacak mesajlar vardı. Mobydick, beyaz bir balinaydı. Kaptan Nemo,sakallı,kötü bir kahramandı. Onlar da bu düşlere sarıldılar. Kitapların kalınlığı,filmlerin uzunluğundan daha yorucu geldi onlara.

Bizse düşlerimizin kutsal kıyılarından ayrılmadık hiç. Yeraltındaki notları keşfettik,ardından Kafka ve tabii ki Shakespeare. Aşık Shakespeare[2] değil ama,şair ve yazar Shakespeare. Sunulmuş düşlerin içinde iğreti durduk ve çekildik kendi kıyılarımıza. Ayağımıza gelen sanat değil,onun katına çıkmak için çaba sarf ettiğimiz sanata vurgunduk biz. Zaten,sanat bir seçim değil midir? Biz seçimimizi kurulu düzenden yana yapmadık.

Sanat ve edebiyat, en düşsel ve kutsal noktada,bilinmezi bilmek ve kahin olmak adına yazılan,yaratılan,okunan,izlenen demekti bizim için. Hep –di’ li geçmiş zamanda bitiriyor olsam da cümlelerimi;bu,bu görüşlerin geçmişte kalmış olduğundan değil,bu görüşlerin mirasçısı olmadığı içindir.

İşte bu yazı,televizyon yayın akışı içinde mecburi olarak yayınlanan ve hep en artık saatlere sürülen bir kültür sanat programı gibi senin vaktini alabilir ey, okuyucu; ya da o programları tutkuyla bekleyen,izleyen biri olarak,bu yazıya sarılabilirsin. Sahi,sen de bir zamanlar kitapları karıştırmadın mı?


[1] Postacı filminin iki baş karakterinden biri.
[2] Shakespeare İn Love. Shakespeare’in hayat hikayesini anlatan film.

Sahibinden az kullanılmış, ham metinler -III

Mutsuzluktan Söz Etmek İstiyorum

“Mutsuzluk benim tanrımdır” diyor Rimbaud. Mutsuzluğum benim tanrımdır. Ruhumun en değerli , en vazgeçilmez arkadaşı, can dostudur. Hiçbir koşulda, hiçbir yerde beni yalnız bırakmaz, mahcup etmez. Şansımın en yaver gittiği, hemen hemen her şeyin lehime olduğu zamanlarda bile mutsuzluğum kendine bir bahane bulur ve masada kim oturursa otursun okeye dördüncü hep o olur.

Beni buraya kadar belki tek başına değil ama o taşıdı. Nice vurgunlar yedik kol kola. Ölümlere gittik, ölümlerden döndük. Hep yanı başımdaydı. En güzel, en mutlu anlardan bile daha keyifli olabileceğini kanıtladı. Tabii ben de onun yüzünü kara çıkarmadım. Zamanla o kadar karardım o kadar karardım ki mutsuzluğumun kılığına bürünebilir oldum. Bazen ben onu yarattım, ayakta tuttum, çoğu zaman o beni…

Öyle bir aşka dönüştü ki bu ilişki, onu hiç kimseyle paylaşmak istemedim. Bu yüzden kimseyi incitmek, mutsuz etmemek için yoğun bir çaba gösterir oldum. Çok sonradan anladım ki, evrendeki en geniş aile onun ailesi.. Ben de koyuverdim gitti. Sevgilimi aldattım, annemle kavga ettim, kimseyi umursamadım. Nasıl olsa onlar da bir gün mutsuzluğun değerini anlayacaklardı. Bari bu kavuşmaya ben sebep olayım dedim.

Mutsuzluğumla arama hiç kara kedi girmedi desem yalan olur. Bazı aşkların ilk günlerinde onu umursamadığım da oldu. Oysa o öylesine sabırlı ve affediciydi ki… Dönüp dolaşıp ona döneceğimi bilirdi. Döndüğümde hiç naz yapmaz, hiç asmazdı suratını. Kolları ve yüreği sonuna kadar açıktı hep bana. Ona müteşekkirim.