Okumuş, eğitim görmüş bir aileden gelmiyorum. Hasbelkader okur-yazarlığım, hasbelkader babamın çiftçi olmak istemeyip kendine yapacak bir iş arayıp İnkılap Yayınları’nda matbaacılık yapmaya başlamasına dayanır. Daha sonra, babamın peşinden küçük amcam da aynı işe girmiş ve zaman zaman eve getirdikleri kitaplar da ben okumayı öğrenene kadar kapakları açılmadan rafta öylece beklemişlerdir. Yaklaşık 15 yıl kadar. Annem, babaannem, ablam sıkça tozlarını alsalar da kimsenin aklına “acaba içinde ne yazıyor?” sorusu gelmemiş.
Daha küçücük bir çocukken o kitapların allı pullu ciltleri ilgimi çekerdi. Daha sonra; Akif’in Safahat’ı olduğunu öğreneceğim o kara, yaldızlı yazılı cilt ve bir de bordo ciltli Osmanlıca Sözlük en çok seyrine daldığım şeyler olmuştur evimizde.
Sanırım televizyonda dizisinin oynuyor oluşundan dolayı ilk okuduğum kitap(evet “ilk”) Çalıkuşu idi. Çocuklar için olan özet versiyonu değil, orijinali. Adeta yabancı bir dil öğrenir gibi, sık sık Türkçe ve Osmanlıca sözlüğe başvurma ihtiyacı duysam da okuduğum ilk kitap oluşunun heyecanı ve Reşat Nuri’nin küçücük bir çocuğun hayal dünyasına sunduğu yeni olanaklar dolayısıyla inatla sonuna dek okumuştum.
Sonra; tek başıma mı yoksa ev içinden birinin yönlendirmesi ile mi bilemiyorum, uzun süren bir Jules Verne serüvenim olmuştu. Hemen onun peşinden de anlamsızca karıştırılan ansiklopediler. Evdekiler bitince, sevgili ilkokulumun küçücük kütüphanesinde çürümekte olan kitaplara el attım. Gerçekten eğlenceli bir dönemdi. Bir yandan da tutkunu olmasam da haftalık çizgi romanlarla oyalanıyordum.
Artık akıcı bir okumaya sahip olduğum süreçte Halid Ziya aşkıyla yanıp tutuşmaya başladım. Onlarca sayfa okuyup hemen hemen hiçbir şey anlamasam da ilk şiir beğenimin Halid Ziya ile başladığını söyleyebilirim. Muazzez Tahsin Berkant, Ömer Seyfettin, Mevlana’nın Divan’ı ve tabii ki La Fontaine derken benim ortaokula ablamın da liseye başlaması ile ablamın lise edebiyat kitabı en sevdiğim kitap olmuştu. Baudelaire ve Dante’nin hayatıma girişiyle de iyice zıvanadan çıktım.
Şiirin iyi bir şey olabileceğine dair ilk fikrimi, ilkokul üçte okurken 23 Nisan’da bir akrabamızın şiir kitabından beğenip seçtiğim şiiri okumam üzerine bana verdiği yüklüce harçlıktan edinmiştim. “Şiir size kazandırır” fikri bir çok ışık yaktı ufkumda. Aslında daha yıllarca şiir yazmaya çalışmayacak, okuyarak bir şeyler kazanmaya çalışacaktım ama para getirecek bir proje de geliştiremiyordum. Aslında o 23 Nisan’ın hemen ardından bir 19 Mayıs projesi geliştirsem de 19 Mayıs’ın benim değil ablamın bayramı olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğramıştım. Ali abinin o şiir kitabından bir sürü anlamsız beste yapmış olsam da bunları sadece yalnız başımayken mırıldanıyordum.
Çocukken de şimdi olduğu gibi bir sürü gizli kimliğim vardı. Daha James Bond’u tanımıyor olsam da ilkokul arkadaşlarım ile ortaokul arkadaşlarım arasında gidip gelişlerimle gizli kimliklerimi çoğaltıyordum. Doğu Berlin- Batı Berlin arasında kesici silahlar, ahlaka mugayir neşriyat ve yeni toplumsal gruplaşmalar (buna ideoloji de denebilir) taşıyıp duruyordum. Gizli kimliğe bürünmekte iyi değildim ama “aa ne tatlı çocuk” dediklerinde tatlı çocuk, “seni gidi haylaz, yaramaz” dediklerinde yaramaz oluyordum.
Özümde “iyi niyetli, azimli bir çocuk” yatsa da; Anadolu lisesine adım atar atmaz, çalışkan çocuk birden tembel öğrenciye dönüştü. Bunun en büyük sebebi tabi ki hormonlardı. Ergenliğin bana sunduğu “eteklerin altına bakma”, “kızlara dokunma”, “erkeklerle dövüşme” arzuları ders kitaplarından ve öğrenmekte zorluk çektiğim İngilizce’den daha çok ilgimi çeker olmuştu. Uğur Mumcu’nun ölümü, Baudelaire, Attila İlhan, Nazım Hikmet, Rimbaud, Penthouse, Playboy, Hustler, Kral, kısa Camel ve Kutman şaraplarıyla geçen bir yıldan sonra aşık olup ilk şiirimi yazdım. O boktan şiirler bile kimi bilardo manyağı, kimi futbol manyağı, kimi at yarışı tutkunu hayta arkadaşlarım arasında bir statü getirmişti bana. İşte tekrar “şiir size kazandırır” görüşüm onaylanıyordu.
Kerouac Beat kuşağı içinde ne ise tüm arkadaş gruplarım içinde ben de o oldum. Yani serserilerin en uysalı, inançsızların en inançlısı, cesurların en korkağı…Sert çocukların ifade etmekten utanç duydukları şeyleri rahatlıkla söyleyebiliyor, şiirler yazıp aşklarımı ifade ediyordum.
Bir iki yıl hayta olmaktan keyif aldım. Sonra şair olmaya kalkıştım. Şiir yazmaktan öteye gitmek istiyordum artık. Şansımı iyice zorladım ve sonunda başardım. Henüz on dört yaşımın içindeyken ilk şiirimi yayınlatmayı başardım ve tabi ki küstahlığım bunu duyurabildiği kadar duyurdu. Yıllardır Türkçe'den iki hariç bir not almamış bendeniz birden üç almaya başladım. Matematik sınavında bayan hocama aşk şiirleri yazarak matematikten bir almaya devam ettim. Ne o? Yoksa geçtim mi sandınız? Kalmaya devam ettim ama matematik öğretmenim bana şiir kitapları hediye etmeye başladı. Artık kızlar aklımdan çıkmıştı. Çünkü ben artık şiire aşıktım ve şiir bana "kazandırmaya" devam ediyordu.
Herkesin üstünden atlamaya çalıştığı barların üstünde amuda kalkarak sigaramı tüttürüyordum ben...Kim bilir, belki de bu konuda bir dünya rekoru sahibi bile olabilirim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder