Koşmayı, ilkokuldayken Cenk adında bir arkadaşımdan öğrenmiştim. Çok hızlı koşardı, imrenirdim. Bir gün bir mahalle maçı öncesi ‘Bana koşmayı öğretir misin?’ diye sormuştum. O da öğretmişti: “Önce bir ayağını öne atıyorsun, sonra öbürünü onun önüne; sadece bacaklarını düşünerek bunu olabildiğince hızlı tekrarlıyorsun…” O gün, neredeyse nizami ölçülerdeki sahayı en az 40-50 kere bir baştan diğerine koşup durmuştum. İlker Yağcıoğlu’na benziyordum tıpkı. Ama işe yaramıştı. Koşmayı öğrenmiştim…
Arkadaşlarım hep en iyi öğretmenlerim oldu. Pepe de bunlardan biri.
B.H.Y.A.L.’de ilk lakap takan ve kullanan o olmuştu. Kendine Pepe’yi, Uğur’a İgor’u, bana da Çakal’ı layık bulmuştu. İlginçtir bir tek “İgor” hala kullanılır.
Futbol, basketbol, bilardoda oldukça yetenekliydi. Mücadeleyi asla bırakmaz elinden gelenin en iyisini yapardı hep. Kısa boyuna rağmen basketbolda iyi bir savunmacı ve iyi bir oyun kurucuydu. Futbolda kale dahil her mevkide oynayabilirdi. Redondo ile Maradona karışımı bir oyuncuydu diyebilirim. Bilardoyu bana ilk öğreten Pepe’ydi sanırım. Tam hatırlamıyorum ama bendeki kısıtlı yeteneği ortaya çıkaranın o olduğunu açık yüreklilikle itiraf edebilirim.
Veliefendi’ye de ilk onunla gitmiştim. Bir keresinde onlarca küçük kupon yapmıştık. Hedefimiz dördüncü ya da beşinci ayakta hala yürüyen kuponları satmaktı. Gün sürprizle başlamış ve daha ikinci ayakta biri hariç tüm kuponlar yatmıştı. Benim bile neden yazdığımı bilmediğim bir at ikinci ayağı alt üst etmiş ve kazanmıştı. Elimizde kalan o son kupon dördüncü ayağı da sağ salim atlatınca “hadi satalım!” demişti Pepe.
Beşinci ayakta Portakal günün bankosuydu ve elimizdeki kuponda da ben Portakal’ı tek geçmiştim. Son ayakta da üç at yazılıydı. Tribünlerden aşağı inip kupon satanların arasına karıştık. “Tek at, tek at”, “tek at, iki at” diye seslenenleri duyduk. “Tek at, iki at” diyenin etrafına bir sürü kişi toplanmıştı. Kulak kabarttık ve yapılan pazarlık iştahımızı açtı. Pepe “Tek at, üç at” diye seslenir seslenmez etrafımıza bir sürü kişi toplandı. “Tek at hangisi” diye sordular, “Portakal” dedik. Adamın biri “bu ayakta Serkanbey gelecek” dedi. Ben hemen atladım “Portakal banko!” adam cazip bir teklif yaptı, ben tam kabul edecektim Pepe fiyatı yükseltti. Biz ısrarcı olunca kalabalık dağıldı. Tam beşinci ayak başlamak üzereyken bizimle pazarlık eden adam geldi ve istediğimiz parayı verdi, biz de kuponu sattık. Yarış başladı. Portakal birkaç boy fark atınca pişman oldum. Ama son düzlükte Serkanbey yarışı alınca hemen topukladık Pepe’yle. Hipodromdan çıktığımızda, yediğimiz içtiğimiz de dahil geldiğimizden daha fazla para vardı cebimizde. Parayı bölüşüp evlerimize dönmüştük…
Bir gün okulun önündeki basketbol sahasının tribünlerinde otururken “Galiba O’ndan ayrılacağım” demişti. “Neden?” diye sordum tabii ki, o da “Maça götürsem numaralıdan bilet almak lazım. Dışarı çıksak, onun gittiği yerlerde hesap bile ödeyemem ben. Doğum gününde hediye, sevgililer gününde hediye…Başa çıkılmaz. En iyisi fazla bağlanmadan bitirmek…”
Lise 1’e geçtiğimizde, üniversite sınav sistemini önümüze koyup bir strateji belirlemiştik. O zamanlar orta öğretim başarı puanı çok az etkiliyordu üniversiteye girişi, boşu boşuna sınavda sorulmayacak derslere çalışmak çok anlamsızdı. Zaten ortalama ile sınıfı geçiyorduk. Biz de sevmediğimiz dersleri belirledik. Ben İngilizce ve matematiği, Pepe de İngilizce ve Türkçe’yi daha baştan sildik. Sürekli sıfır alıp duruyorduk ama umurumuzda değildi. Sistem değişip orta öğretim başarı puanı önemli olunca Pepe B.H.Y.A.L.’den ayrılıp Şehremini lisesine geçmişti.
(devam edecek...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder