-I-
90’lı yıllara öyle ya da böyle bulaşmış herkes, bir bilardo salonuna ya da bilardo salonu olduğunu iddia eden bir mekana uğramıştır. Biz de; Fame City’nin vefatına müteakip, biraz Semih Saygıner, biraz da Yavuzhan ile Bold Pilot etkisi ile; uzun Marlboro ya da tarihe karışmış Camel paketleri ile hayata pike çekmenin yasalara aykırı olmadığı ve hatta gelenek görenekler dahilinde olduğu o dumanaltı serbest bölgede zamandan ziyade kendimizi öldürüp durduk. Ağabeylerimiz solcular/sağcılar diye ayrılmışlardı, bizler de amerikancılar ve üç topçular diye ayrıldık, dört top’ta buluştuk, üç bantta zıtlaştık, karambolde yozlaştık…Kızların da ortama dahil olmasıyla, zaman zaman hırlaştık, zaman zaman şıklaştık.
Yeteneksizlerimiz saçlarını jöleleyip, sigaralarını tabakalardan içip, ayakkabılarının arkasına basıp, eline ıstaka almadan sadece fikir beyan ederek ve arada sırada(büyük kapışmalarda) yasa dışı bahis düzenleyerek yer ettiler o yapay aydınlıkta.
Kimimiz utana sıkıla satranç oynayarak bekledi masa sırasını, kimimiz küçük bebelerden haraç toplayarak…
Oralarda kendilerini öldürmeye çalışıp da başaramayanlar epey yol aldılar zamanla. Farkında olmadan, o masalarda ceplerimize doldurduklarımız hayatta epey işimize yaradı. Kimi bunun ayırdına vardı, kimi farkında olmadan hala o sermayeden yemeye devam ediyor. Sadece topa falso vermeyi öğrenmek bile tökezleyince düşmemenizi sağlayabiliyordu. Rakibi küçümsememeyi herkes oralarda öğrendi; kimi de zamanla İnönü’de, Ali Sami Yen’de, Şükrü Saraçoğlu’nda bunu unutuverdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder