12 Haziran 2006 Pazartesi

Kendini ne ile ifade ettiğin önemlidir.

"Giyindin mi
Tırnaklarını boyadın mı
Ya dudakların
Onları da boya
Tara saçlarını bir güzel
Hazır mısın
Çıkabilir miyiz
Doruklarına aşkın
O yerlere varabilir miyiz
Denizleri geçebilir miyiz
Elele
Hazır mısın
Hadi soyun öyleyse."


Ümit Yaşar Oğuzcan

Su tesisatçısı olmak isteyen 12 yaşında bir çocukla tanışana kadar ne olup bittiğini asla kavrayamayacağımı düşünüyordum ben de. Varoluşuma tanrısal nedenler yüklemek istiyordum. 12 yaşındaki her çocuk gibi ya peygamber olmalıydım ya da tanrı; başka bir olasılık yoktu, olamazdı, olmamalıydı.

Sonra o çocuk, “su tesisatçısı olmak istiyorum” dedi. O güne kadar düşünce ve inanç sistemimi üzerine kurduğum her şeye ters düşüyordu bu. Su tesisatçısı olmaktansa Hitler olmayı tercih ederdim; gerçi o zamanlar, doktor olacağıma seri katil olurum daha iyi dediğim de olurdu.

Sonra birdenbire ne olmak istediğimin farkına vardım. Daha 12 yaşındaydım ve Rimbaud’nun pabucunu dama atacak kadar vaktim vardı. Günler, geceler boyu okumaya başladım. Öyle ki 17 yaşına kadar hiçbir kitabın kapağını kitabı bitirmeden kapatmadım. Okudukça Rimbaud’nun pabucunu dama atma isteğim azaldı. Rimbaud’dan daha iyileri de vardı. Üstelik onlar 40,50,60’lı yaşlarında bile yazmışlardı.

Yeteneğim yazmaktan daha çok okumak üzerineydi. Zamanla illa da okumak gerekmediğini de öğrendim. Dinlemek, izlemek gibi en az okumak kadar keyifli eylemler de vardı. Gerçi hala snob’luğumu koruyordum. 13 yaşında The Doors dinliyor ve Doors’u çoluk çocuğun dinlediğinden yakınıyordum. Metallica’dan nefret ediyordum ama bir metal dinleyicisi bile değildim. Yinede İron Maiden’ı Beatles’tan daha çok severdim. Lou Reed tanrımdı, John Fante tanrımdı, Jacques Brel tanrımdı, Turgut Uyar tanrımdı, İncil’de bahsedilen tanrı tanrımdı, Tevrat’ta bahsedilen tanrı tanrımdı, Kuran’da bahsedilen tanrı tanrımdı, Zeus tanrımdı, Dyonisos tanrımdı, Güneş tanrımdı, ay tanrımdı, rüzgar tanrımdı; deniz, gece, yalnızlık, aşk ve arkadaşlarım da…

İnanmak konusunda çok yetenekliydim. Her şeye kolayca inanabiliyordum. İnanmayı çok seviyordum, en az yanılmayı ve inançlarımın boş çıkışını sevdiğim kadar…

Harıl harıl film izliyor, haftada iki, üç kere sinemaya gidiyor ama üniversitede sinema televizyon bölümüne burun kıvırarak giriyordum. Kubrick’i seviyordum, evet, Scorcese tam bana göreydi ama sinemaya ait hissetmiyordum kendimi. Bir yönetmen olmaktansa bir rock grubu kurmayı tercih ederdim, bir rock grubu kurmaktansa sokaklarda açlıktan ya da soğuktan ölmeyi tercih ederdim. Çok ciddiyim, düşebileceğim kadar düşmeyi ve hayata orada veda etmeyi düşlüyordum. Bir çocuğun hayaliydi bu ve o çocuk bunu gerçekten istiyordu ve belki de bir gün başaracaktı ama sonra aşk çıktı karşısına; evet, aşk, insanın uğruna tüm inançlarını, tüm düşlerini rafa kaldırabileceği bir şeydi. Başını sevdiği kadının vajinasına yaslayıp uyumak istiyordu o çocuk. Asla giyinmek istemiyordu. Hep çıplak kalmak ve son nefesini verene kadar sevişmek istiyordu. Sevdiği kadınlar o’nun bu kadar çok istediği şeyi sadece bir yem olarak görüyorlardı. O da balık olmayı sevmeye başladı. Tek sorun aynı kadında çok fazla konaklayamamasıydı. Kısa süre içinde, “sen beni sevmiyorsun, sadece sevişmek istiyorsun!..” diye suçlanıyordu. Oysa o, sadece bir kadınla can sıkıntısından yatmıştı.

Canı bu kadar az sıkılmasaydı belki daha fazlasını da yapardı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder