Serserilerin ve beterlerin arasında geçen çocukluğum boyunca korkular içinde yaşayıp durdum. Hayatında yer ettiğim ya da hayatımda yer verdiğim herkesin peşinden gitmek istedim ama hiçbiri ve hiçbir şey beni peşinden sürükleyemedi. İşgal edilmiş bir çocukluğun içinden şansımın yardımıyla kurtuldum. Metin’in kuracağı çeteye katılabilir, Sinan’ın küfür ve dalavere dolu hayatına saplanıp kalabilir ya da Onur ve Ufuk’la bir kahvehane köşesine yığılıp her gece yarısından sonra loş bir kumar masasında olabilirdim. Bunlardan her hangi birinde olmaktan utanç duymazdım. Yine de serseri suçlara ve beter yok oluşlara kapılmadığım için mutluyum.
Yıllarca kamyon şoförü olmak istedim. Yorgunluktan harap bir halde gün doğumuyla beraber bir Anadolu kasabasına varmak ve sabahın ilk çayıyla içimi ısıtmak. Heveslisi olduğum kamyonu sürmek değil kamyonun beni sürmesiydi. Hüseyin eniştemin Libya’da askeri bir tabyayı son gazla delip geçişi ve çok fazla uzaklaşamadan yakalanıp orada bir ceza evinde altı ay yatışının anılarıyla doluydu belleğim. Macera, askerlerin kurşunlarının arasından son hızla geçmek değil; altı ay, hayatında ilk kez adım attığın bir ülkede, küçücük bir ceza evi hücresinde çay üstüne çay, sigara üstüne sigara içmek ve ne zaman serbest kalacağını bilmeden bile tavla oynayıp eğlenebilmekti.
Çocukluğum boyunca yeterince sevilmediğimi düşünürüm. Hatta çevremdekilerin beni sevmemek için özen gösterdiklerini. Ben doğmadan bir yıl kadar önce halamın bir kızı olmuş ve üç, dört aylıkken ölmüş. Üstüne ben doğmuşum. Doktorlar bile yaşayacağıma dair pek ümitli değillermiş. Aylarca, dillendirmeden ne zaman öleceğimi düşünmüşler. Sonra, ölmemişim. Tam herkes beni sevmek konusunda yüreklenmişken hastalanmışım. Sevgiden yoksun değildim belki, ama hep beni kaybetmekten korktukları için bir türlü alamamışım tüm sevgilerini…N’apalım, “üstü kalsın!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder