Yere oturmuş sırtımızı duvara vermiştik. Ona aşıktım. Yani, bunu fark etmek üzereydim… Yarım saattir başka bir kadının harikuladeliklerinden bahsediyordum. Sadece ayakta duruşunu bile on dakika kadar övmüştüm. Yeryüzüne iade edilmiş bir tanrıçadan bahsediyordum. Bizi izleyen ya da duyan biri olsaydı, birazdan ona, o tanrıçayı yanıma getirsin diye yalvarmaya başlayacağımı sanabilirdi.
Ama hayır! Aslında tüm yapmak istediğim, “onu böylesi seviyor ve arzuluyorken sana karşı hissettiklerimi tarif bile edemiyorum” demeye çalışmaktı. Bunu, o tanrıçadan bahsetmeden de yapabilirdim. Hatta Fenerbahçe üzerinden, bir kadeh rakı üzerinden ya da sadece o an bize tüm samimiyetiyle gülümseyen güneş üzerinden de açıklayabilir, anlatabilirdim. Ama yapmadım! Çünkü bu, benim yaşadığım dünyanın yasalarınca dürüst olmazdı. Çünkü o tanrıça, onun arkadaşıydı ve ben hasbelkader kendimi kollarında bulduğum bu fani için, o tanrıçaya, her şeyi göze alarak karşı gelebilirdim. Hatta biraz gayret gösterip unutabilirdim bile.
En başından beri olmasa da, en azından son birkaç dakikadır artık bu durumdan sıkılmaya başladığını fark etmiştim. Birazdan bir arıza çıkaracak ve ben bir aşka daha hakkını veremeden veda edecektim. Bir an anlatıcı olmaktan çıkıp seyirci olmuştum ve kendimden nefret etmiştim. Bu kadar mı duygusuz olur bir insan? Bu kadar mı beceriksiz olur; kendisini sevdiği, kalbinin, adeta avucunda tuttuğun bir serçenin kalbi gibi attığı böylesi belli bir zarafet karşısında.
“Aysel git başımdan, seni seviyorum” demeliydim daha en başından. Ama adı Aysel değildi. Benim de Attila İlhan değildi. Yinede “masallardan bile büyük”tü o, “masallardan bile güzel”di.
Ayağa kalktım. Ellerimi koyacak bir yer bulamayınca, cebime soktum. Bana bakmıyordu. Bir kelime daha söylesem ağlayacaktı sanki. Ama ağlamadı. Hükmünü vermiş bir hakim gibi bakışlarını bana doğrulttu ve “onu sevdiğini söylemek için duygularımla bu kadar oynamana gerek yoktu” dedi. Birazdan kalkacak, gidecek ve sonsuza dek çekilecekti yolumdan. Bunu yaşamayı kabullenebilir miydim? Evet. İleride anlatacak bir hikayem daha olurdu. Peki onun gidişi buna değer miydi? Kesinlikle hayır.
Ne yapacağımı bilmiyordum ama bir şeyler yapmam gerekliydi. Hem de acilen. Durumu tamamen berbat etmiştim. Ağzımı ilk açtığımda, son sözümden sonra bana sarılıp “ben de seni en az bu kadar seviyorum” demesini umuyordum. Tüm varlığımı bu mucize bahse yatırmaya hiç de gerek yoktu aslında. Güray Onok böyle yapardı ama. O yüzden ben de aynen böyle yaptım. Tutmadı. Kuponu yırtıp atmalı mıydım? O an, Güray Onok olsa şimdi ne yapardı diye düşündüm. Gözüme papatyalar takıldı. Birini koparıp ona uzattım. Papatya falı bak dedim. “Çıkacak sonuca itiraz etmeyeceğim”
“Her şeyi berbat ettiğimin farkındayım. Bunlar söylenmemiş gibi yapamayacağımıza göre…Bırakalım papatyalar karar versin bu sevdanın kaderine.” Nasıl da saçmalamıştım…Bunu denemesini ummaktan başka çarem yoktu. “Sevmiyor” çıkması olasılığını kabullenip kaderimi beklemeye başladım. Veee…Evet! “Seviyor” çıktı. Şansım yaver gidiyordu. Tam o sırada teneffüs zili çaldı. Birazdan, bizim gibi derslerinden kaytarmamış olan arkadaşlarımız yanımıza gelecek, konu değişecekti. İkimizin de ekemeyeceği dersleri vardı üstelik sırada. “Zaman, bize ilaç ol” diye yalvardım içimden. Ve oldu. En azından bir süre daha…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder