27 Haziran 2008 Cuma

Yaz, hiçbir şey için doğru zaman değil...

Senin bütün kötü şiirlerini seviyorum. Seviyorum çünkü kötü şiirlere benzeyen kadınların hepsini. Nasıl ve nerede sürekli bir pazartesiye dönüşmüşsem öyle iniyorum merdivenlerden.

'Hava çok sıcak...' diyor kapının önünden geçerken bir kadın; 'İyi ki sıcak...' diyorum, sigaramdan bir nefes alırken dalıp gittiğim bacaklarına göz kırparak. Terlemiş bilekleri. Nasıl olmuş ki bu?..

Yazları sevmeye halim olmadı hiç. Yazlar, geçip gitmek için var oldular ve olacaklar bundan sonra. Geçen yazdan önceki yazın ne de güzel geçip gittiğini hatırlıyorum. Melankoliye fazla gelemem, hemen bu mevzuyu kapatıyorum...

Kapalı kepenklerin önünden gelip geçtiğim sokaklarda, acemi bir kaptan gibi yalpalatıp durmuştum hayallerimi. Hiçbir yere varamadan hiçbir şey olamayacaktım, sarhoş olup günü kurtardım yıllar boyu...

'Sarhoşa güvenmeyeceksen kime güveneceksin...' demişti. 'Tamam.' dedim, 'Şişirme kafamı. Bas gaza! Vaktimiz gelmeden ölmeyeceğiz nasılsa...'

Biri tozumu alsa öyle güzel olacağım ki...

***

Mahkemeye çıktım. Hakim bana altı aylığına oyun salonlarını yasakladı. Kahvehane, bilardo salonu vs. Altı ay boyunca, her hafta sonu, cumartesi ya da pazar günleri kütüphaneye gitmem gerekiyor ayrıca... Günün hakimleri çok sevimli... Altı ay sonunda, bana bu cezayı veren hakime ağır bir dosya sunmayı düşünüyorum: Tek Ayak Üstünde Öyküler, Şiirler, Denemeler...

19 Haziran 2008 Perşembe

"SIRADAKİ !"

Sanki bir kabustan uyanır gibi, terler içinde kendine geldi. Kalkmaya çalıştı ama elleri ve ayakları bağlıydı. Tekerlekleri olan bir şeye bağlanmıştı. Hallerde, otogarlarda yük taşımak için kullanılan aletlere benziyordu bağlı olduğu şey. Bir tür taşıyıcı... Bir adam ıslık çala çala taşıyıcıyı itiyordu. Ayaklarını ve ellerini kıpırdatamıyordu ama başını rahatça sağa sola çevirebiliyordu. Ağzının bağlı olduğu kanısı vardı nedense içinde ama bağlı değildi. Bunu farkettiğinde şaşırdı. Bağırmak, çığlık atmak istedi. Bunların işe yaramayacağı ortadaydı. Yoksa kesin ağzını bağlarlardı. Madem bağlamadılar; o zaman bağırmamı, haykırmamı, çığlık atmamı bekliyorlar diye düşündü. Onlara istediklerini vermemeye karar verdi. Islık çalan ve bağlı olduğu taşıyıcıyı iten adama doğru çevirdi, çevirebildiğince başını. Adam ona gülümsedi ve sonra göz kırparak "Günaydın!" dedi.

Adama aldırmamaya karar verdi ve buraya gelmeden önce en son nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. Apartmana girmiş, merdivenleri çıkıyordu. Evi dördüncü kattaydı. İkinci ile üçüncü katlar arasında ışık söndü birden. Tuhaftı, çünkü ışık kapalıyken basmıştı aşağıda otomatiğe ve her zaman evinin kapısının önüne kadar yanardı. Kapıyı açmak konusunda biraz tembel davrandı mı sönerdi ve yeniden yakmak zorunda kalırdı. 'O kadar da yavaş çıkıyor olamam merdivenleri' diye düşündü. Işık söndü, sonra? Sadece ışığın söndüğünü hatırlıyordu. 'Peki nasıl bayılttılar beni?' Buna anlam veremedi. Bunları düşünmeye çok da fazla vakit bulamadan, taşıyıcıyı iten adam onu büyükçe bir odaya soktu, ıslığını kesip boğazını temizledikten sonra.


Odaya girdiklerinde üç adam daha gördü, tıpkı kendisi gibi bu lanet taşıyıcıya bağlanmış. Ağızları bağlı değildi ama bir zamanlar bağırıyor, konuşuyor ya da çığlıklar atıyordularsa da, belli ki bundan ümidi çoktan kesmişlerdi. Sıra sıra dizilmiş taşıyıcıların yanına, hizayı bozmadan onunkini de yerleştirdiler. Odada, onu buraya getiren adam dışında kel bir adam daha vardı.

Adamlar hiçbir şeylerini gizlemiyorlardı. Yüzleri açıktaydı. Odanın aydınlatması da gayet iyi olduğundan, üzerlerindeki takım elbiselerin ne kadar özenle ütülendiğine kadar, her şey çok net görünüyordu. Diğer dört bağlı adam da gelene kadar hiçkimse ağzını açmadı. Onlar da özenle hizaya yerleştirildi.

"Tamamdır." dedi sevimsiz bir gülüşü olan kel adam,
"Artık başlayabiliriz."

Sağında ve solunda bağlı duran adamlara baktı sırayla. Dehşet içindeydiler. 'Ben de mi korkuya kapılsam acaba?..' dedi. Sonra, hemen vazgeçti bundan. Sevimsiz gülüşü olan kel, sol baştaki bağlı adamın yanına geldi.

"Şimdi..." dedi, "Birazdan şu kapıdan biri girecek." Kendi sokuldukları kapının hemen karşısındaki kapıyı işaret etti. "Ve sizler, kendi hayatlarınız için onun hayatına son vereceksiniz... Sırayla... Hepiniz de sağ çıkabilirsiniz buradan... Ya da belki... Bir kaç fire verebiliriz... Bilemiyorum. Benim için dert değil. Siz onları öldürmeseniz de biz öldüreceğiz zaten..."

Blöf yapıyor diye düşündü. Çünkü adamları apaçık görüyorlardı. Niyetleri birilerini öldürmekse, şimdiden ölü sayılırlardı. Ölümden korkup korkmadığından hala daha emin değildi. Onu öldüreceklerini düşünmüyordu nedense. 'Hem kim, neden öldürmek istesin ki beni?..'

Sevimsiz gülüşü olan adam sağ elini çözdü sol baştakinin. Bu sırada, sırayla onları buraya getiren ve şimdi, ıslıkla çaldığı şarkının "Ada sahillerinde..." olduğunu anladığı adam ortaya büyük bir kutu getirip bıraktı. Kutunun altında, kolayca taşınabilmesi için tekerlekler vardı. Bir yüzü -onlara bakan- açık; altı, üstü ve üç tarafı kapalıydı kutunun. İçinde bir tür oturaklı askı gibi bir şey vardı. Sanki onların bağlandığı bu taşıyıcılardan daha rahatmış gibi görünüyordu.

Sonra; kutunun karşısına, üzerine bir silah monte edilmiş küçük bir sehpa yerleştirdi. Silahın doğrultusunu kontrol etti ve 'Tamamdır' manasında bir işaret yaptı, sevimsiz sevimsiz gülümsemeye devam eden kel adama. O da cebinden küçük, hesap makinesine benzer bir alet çıkardı. "Şu düğmeye dokunduğun anda silah ateşlenecek..." dedi. "Yalnız... Bunu yapmak için sadece iki dakikan var... Aksi halde..." Ceketinin altındaki kılıftan silahını çıkardı ve hepimiz görebilelim diye önümüzde bir tur atıp tekrar sol baştaki adamın yanına gitti. "Aksi halde ben seni vuracağım..." dedi.

Sol baştaki adam dayanamayıp yalvarmaya, yakarmaya başladı. "Ben size ne yaptım? Niye benden böyle bir şey istiyorsunuz? Hem... Beni de sağ bırakmazsınız... Yüzünüzü gördüm..." dedi ya da demeye çalıştı salya sümük...

"Ben olsam şansımı denerdim." dedi 'Ada sahillerinde' şarkısını ıslıkla çalan adam... Sol baştaki "Tamam." dedi. "Yaparsam beni bırakacağınıza dair söz verin..."

"Tuhaf..." dedi kel adam, "Söz vermem yeterli olacak demek..."

"Şansımı denemek istiyorum." dedi sol baştaki...

Kel adam cep telefonunu çıkardı, numarayı tuşladı ve "Gönderin." dedi...

Biraz sonra, gösterdiği kapıdan 5-6 yaşlarında, sarışın bir erkek çocuğu girdi. Ağlamaktan gözleri şişmişti. Belli ki biraz teselli olsun diye eline oyuncak bir tabanca vermişlerdi. 'Ada sahillerinde' şarkısını, ıslığıyla gayet iyi icra eden adam gidip çocuğu aldı ve kutunun içine sokup bağladı. Çocuk daha kutuya bile getirilmeden ağlamaya, zırlamaya başlamıştı. "Anneeee...." diye iç geçire iç geçire ağlıyordu. Gerçekten yürek parçalayıcıydı... Tam karşısında duran silahın gerçek bir silah olduğunu anlayabilecek kadar büyümemişti henüz. Hayatının tehlikede olduğunun kesinlikle farkında değildi. Tek istediği annesine kavuşmaktı. "Hani annem gelecekti? Hani annem gelecekti?" diye ağlıyordu.

Sol baştaki, dehşet içinde, "Bir çocuk olacağını söylememiştiniz..." dedi.

Hiç aldırmadı kel adam, "Şansını deneyip denememek artık sadece senin elinde. Al... Süren başladı..." Üzerinde düğme olan aleti sol baştakine verdi ve ceketinin kolunu hafifçe sıyırıp pişkin pişkin saatinden, geçen süreyi izlemeye başladı.

Adamın o düğmeye basacağından o kadar emindi ki gözlerini sımsıkı kapadı. O iki dakika bir türlü geçmek bilmedi. O kadar çok sıkmıştı ki gözlerini bir yerde pes etmek zorunda kaldı. Çocuk hala hayattaydı, hala ağlıyordu ve sol baştaki hala düğmeye basmamıştı. Tekrar sımsıkı kapadı gözlerini. Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Tam pes edip açacaktı ki beklediği o silah sesini duydu. Sımsıkıdan da sımsıkı kapadı gözlerini... Kel adam "Ne yazık ki süren doldu." dedi, "Sıradaki!.."

Gözlerini açtı. Sol baştaki, başından vurulmuş, cansız bir halde bağlandığı taşıyıcıdaydı...

"Evet. Sıradaki!" dedi kel adam. "Sanırım bu işin şakası olmadığını açıkça gösterdim." Sol baştakinin yanındaki adamın elini çözüp, basması gereken düğmeyi gösterdi. Adam, ona 'Bas.' dedikleri anda bastı düğmeye... Çocuğun sesi kesildi...

Kel adam tekrar cep telefonunu çıkardı ve "Sıradakini gönderin." dedi. Düğmeye basan adam kendisini bırakacaklarından o kadar emindi ki, hiçbir endişe yoktu yüzünde. Hatta gülümsüyordu... Merakla, o adamı bırakıp bırakmayacaklarını bekliyordu sıradakiler... 'Bu adamı bırakırlarsa' dedi içinden, 'Sadece bir kişi kalıyor sıranın bana gelmesine...' Artık tedirgin olmaya başlamıştı. Her ne olursa olsun küçük bir çocuğun ölümüne sebep olamazdı. Diğer yandan... Her halükarda ölecekti çocuk. Sağındakine baktı. 'Evet. Gözünü bile kırpmaz bu...'

"Kamil!" diye bağırdı kel adam diğerine. 'Kamil...' dedi içinden, ıslık çalan adamın adı Kamil. Kamil hemen koşup vurulan çocuğu çözdü ve kutunun yanına taşıdı cesedini. Bu sırada, ölen küçük çocuğun girdiği kapıdan bir çocuk daha girdi. Bu sefer bir kız çocuğuydu. Aynı yaşlarda, esmer mi esmer... Kamil kız çocuğunu alıp kutuya getirdi ve bağladı. Kızın gıkı bile çıkmıyordu... 'Böyle... Sanki daha iç parçalayıcı...' dedi kendi kendine... 'Belki de... Bu kızda... Sıra bana kadar gelir... Ne yaparım ki o zaman?..'

"Hani bırakacaktınız" dedi, biraz önce düğmeye basan adam.

"Bırakacağız ama o düğmeye son bir kez daha basman gerekiyor..."

Adam bir kez daha basamadı o düğmeye... 'Hayret! Gözünü bile kırpmadan basmıştı halbuki ilk seferde...' Diğer adam, yanındaki adamın beynine sıkılan kurşundan saniyeler sonra basmıştı düğmeye. Diğer çocuk geldi ve hiç düşünmeden bastı tekrar... Herkes bakışlarını o adama çevirdi. Kamil gelip çözdü adamı. "Şu kapıdan çıkacaksın." dedi. Adam tüm gücüyle koştu ve gözden kayboldu. Silah sesi yoktu... İçi rahatladı biraz... 'Ben de onun yaptığını yaparsam... Beni de bırakırlar belki...' dedi kendi kendine... 'Nasılsa ölecekler...'

"Sıradaki!" dedi kel...

Sıradaki, 70-80 yaşlarında bir nineydi... Düğme parmağının ucundaydı. Kel'in silahının namlusu şakağında...

18 Haziran 2008 Çarşamba

DERT EDECEK BİR ŞEY YOK !



İtiraf etmeliyim ki en başından beri ilişkimiz pek de iyi gitmiyordu. Yoğun çalışma tempomuza rağmen sık sık görüşüyorduk ama bu buluşmalar, ziyaretler sadece yeni yeni tartışma sebepleri yaratıyordu bize. Zamanla tartışmalar sertleşti ve hakaret cümleleri sık sık dile getirilir oldu. Diş fırçalarımız o evden o eve taşınmaktan yorgun düştü de, biz, tartışmaktan ve ayrılıp ayrılıp barışmaktan bıkmadık.
Ne zaman bir arkadaşımızla karşılassak, onun da, benim de muhatap olduğumuz ilk cümle "Yine ayrı mısınız?" oluyordu. Çoğu arkadaşımız ortak olduğu için, inandırıcılığımızı iyice yitirmiştik artık. Ayrılık acılarımız sokak yosması olmuştu. Bunu ilk o fark etti. "Yeter artık!" dedi, "Maskara olduk. Artık beraber yaşayalım..."


Sonuçta onun evine taşındım. Kurulu bir düzeni, sakin bir semtte derli toplu bir evi vardı. Kendi evi olduğu için kira derdi de yoktu. Bu konuda fazla diretemedim.

Birlikte yaşamak konusunda bu kadar başarılı olabileceğimizi hayal bile edemezdim. En baştan, karşılıklı kurallar koyduk ve ikimiz de bu kurallara uymak konusunda elimizden geleni yaptık. En çok azar işiten ben olsam da, gemi hala yüzüyordu...

Aynı evde yaşamaya başlayalı iki ay olmuştu ki babamı kaybettim... Cenaze ve cenaze sonrası ritüeller için bir aydan uzun bir süre şehir dışına çıkmak zorunda kaldım. Mesafe çok uzak olduğu için, o, sadece cenaze törenine geldi.

Bir kaç gün önce geri döndüm ve döner dönmez bir arkadaşım kötü haberi iletti: "Seni aldatıyor!"

İşin aslını astarını öğrenmeden hiddetlenen biri olmadığım için sakince aklıma gelen soruları sıraladım:

"Kiminle?"

"Ne zaman?"

"Düzenli olarak mı?"

Bu sakinliğin karşısında, sorgu masasında yerlerimizi değiştirdik. Arkadaşım polisken sanık, ben sanıkken polis oldum. Tüm vücudundan terler boşanarak yanıtladı sorularımı. O an, ona psikopat gibi gözükmüş olabilirim. Ertesi günkü gazete manşetlerinde görüyordu belki de beni ama verdiği cevaplar dert edecek bir şey olmadığını kanıtladı.

Haberi veren arkadaşım doğru dürüst tanımazdı bile onu. Eski hovardalık zamanlarımdan bir dostumdu. Ben zamana ayak uyduramayıp sahalardan çekilirken, o, zamanı kölesi yapmıştı. Beş yıl önce bıraktığım yere kıyasla değerini epeyce arttırmıştı. Bu hazin haberi bana getiren kişi olması da bu yüzdendi.

Bir ay kadar önce yeni dostları ile bir mekanda takılırken, masadakilerden biri "Şuna bakın!" demiş. Arkadaşım bakışlarını o yöne çevirdiğinde küçük bir şaşkınlık yaşamış ama arkasından gelen sözler ile işaret edilen hatunu tanıması esnasında şaşkınlık soğuk bir duşa dönüşmüş. "Bu hatunla yatmıştım. Feci bir yaratık!"

"Ne zaman?" diye sormuş arkadaşım gayri ihtiyari...

"Bir kaç ay oluyor..." demiş yeni dostu, arkadaşım, çaktırmadan onun omuzlarından 'Dostluk Apoletleri'ni sökerken. Farkında olmadan bile olsa, kabul edilebilecek bir kabahat değildir çünkü bu. "O gün bugündür unutamıyorum... Bir yanına gidip şansımı deneyeyim tekrar..." demiş eleman. "Hayır!" demiş hemen arkadaşım, durumu toparlamak için mazeret ararken, mekanda gezdirmiş gözlerini ve "Bence şu kalabalık grup hepimiz için daha iyi olur..." diyerek durumu toparlamış.

Bu tür çapkınlıklarda, diğerlerini masada sap sap bırakmak çok hoş görülen bir davranış değildir. Bunun için, masa olarak o kalabalık gruba katılmaya karar vermişler. Arkadaşım tüm gece diğer masayı gözlemiş. "Kız kıza takıldılar" dedi...

"Dert edecek bir şey yok!" dedim.

"Nasıl yani?" dedi şaşkınlıkla.

"Aldatmışsa, beni seviyor demektir... Sevmeseydi, aldatmak yerine terk ederdi."

Bu olaydan ona hiç bahsetmedim. Bizi birbirimize bağlayan şey her ne ise kesinlikle takdiri hak ediyordu...

17 Haziran 2008 Salı

BİR İNSAN İÇİN KÜÇÜK, İNSANLIK İÇİN BÜYÜK BİR ADIM... EEE, YA SONRA?

Hepimiz biliriz; Neal Armstrong Ay'a ayak bastığında, "bir insan için küçük ama insanlık için büyük bir adım" demiş. Eee, sonra ne demiş peki? Hiçbir kaynaktan doğrulatamadım ama benim duyduğum hikaye şöyle: Bu sözleri söyledikten hemen sonra, hala canlı yayın sürerken "Bu arada... Bayan Robinson'a selamlar..." demiş.

Dünyaya döner dönmez sormuşlar N.A.'ya, 'Bayan Robinson kim?' diye... Yıllarca saklamış bu sırrı... Yaşlılık günlerinden birinde bir gazeteciye anlatmış hikayeyi. "Ben çocukken..." demiş, "Evimizin arka bahçesinde oyun oynuyordum. Çitlerin arkasından sesler duydum ve çalıların arasında, görünmeden yan bahçeyi kesmeye başladım... Bay ve Bayan Robinson'dı komşularımızın adları. Bay Robinson, Bayan Robinson'dan ısrarla bir şey istiyordu ama Bayan Robinson 'Hayatta olmaz!' diyerek, sürekli reddediyordu. Sonunda Bay Robinson dayanamadı ve 'Peki ne zaman olur?' diye sordu. Bayan Robinson da 'Şu komşunun küçük oğlu var ya... İşte o Ay'da yürüsün... İşte o zaman...' dedi. Yıllar sonra ne için tartıştıklarını idrak ettim. Bay Robinson Bayan Robinson'dan kendisine oral seks yapmasını istiyordu..."

16 Haziran 2008 Pazartesi

"GÜRAY ABİ"

Bırakın 'çok iyi'yi, asla 'iyi' bile oynamadım futbolu. Hatta bir noktaya kadar, ki 11-12 yaşlarıma denk gelir; mahalleden herhangi bir kızı, ayağını hiç topa değdirmemiş bile olsa, benim yerime koysanız yokluğumu aramazdınız. Bunun doğal sonucu olarak, rekabet dolu maçları hep kenardan seyretmek zorunda kaldım. 11-12 yaşlarımda, bir dönem, vazgeçilmiş buldum kendimi. Ben de kendimden 2-3 yaş küçük, kimsenin takımına almadığı çocuklardan bir takım oluşturdum. O takımı kendim oynamak istediğim için oluşturmadım. Zaten futbol adına benden bir bok olmayacaktı. Maçlara alınmayan o küçük çocuklarsa çok şey vaad ediyorlardı. Takımın defansına geçtim ve gerçekten yeteneği olan çocuklara abilerinden korkmamayı gösterdim. Bir dönem rüzgar gibi estik mahalle aralarında. Sonra, o çocuklarda hayat olduğunu gördüler ve maçlara çağırmaya başladılar. Ben de mahalle arası futboldan emekli olmak zorunda kaldım. İçimde küçücük bir burukluk bile olmadı. Kendilerinden büyük herkese 'abi' diye hitap eden o çocuklar, en yürekten 'abi'lerini bana söylediler hep... Bunun için değil miydi zaten herşey...

10 Haziran 2008 Salı

10 Haziran 2008

Sevdiğim kadınların resimlerini yapmaya başladım. Öyle beceriksizce... Bir aprantinin küstahlığıyla asıldım gemlere. Eskiden, çok eskiden ressam olmak istemiştim. Kanımda Livornolu bir dahi. Hiç anlamıyordum figür, boya, karakalem vs. Hiç anlamıyordum da dilinden o orospunun, göğsüne uzanmak bana huzur veriyordu. Belki sizin dilinizde ' Dehşete Kapılmak' da olabilir o duygunun adı. İlgilenmiyorum...

Sevildiğim kadınları bir kenara ayırıyorum. Arkeologlar henüz tam bir dizin oluşturamadılar... Yalvardığım kadınları bir kenara ayırıyorum. Çünkü sesim, yalvaran sesim evrende bir yerlerde dolaşıyordur hala...




- Sen hiç yalvardın mı?

- Defalarca...

- Ben de...

- Ne gereksizmiş değil mi?

- Bilmem... Çoktan unutulup gitmiştir zaten!

- Ya da farkına bile varılmamıştır...

5 Haziran 2008 Perşembe

GÜNLÜKLER

Ekim


"Bu günü beğenmedim. Erken yatalım." demişti. Gidip balkona kaçmıştın; çıplaklığını oracıkta bırakıp, ıslanmaya hazır o kadının. Gidip bir paket sigara içmiştin. Tek bir kibritle bütün paketi bitirmiştin. Ucuca eklediğin neydi ki öyle sabırsız?..

Nisan


"Aşkı..." demiştin, "Bir bina yapar gibi tanırım..." Evvel zamandı... Unutmuş da olabilir... Şimdi kaçak katlarını yıkmaya çalışıyorsun belediyeden önce...

Temmuz


Hiçbir düello davetini kabul etmedin. Kendinden utanmalısın!..

2 Haziran 2008 Pazartesi

Sen gittiğinde ben orada olucam!

[...Kahvede kahvecinin oğlu ve bulmaca çözen iki ihtiyardan başka kimse yoktu. Yarım akıllı bir çocuktu, ocağın arkasında durur, hep önüne bakar, bulaşıkları yıkardı. Hiç konuşmamışlardı. 15-16'sında vardı ama aklı 9'dan yukarı değildi. Ara sıra görürdü adam, sevimli çocuktu, hep gülümserdi. Çayı getirdi ama gitmiyordu. "N'oldu lan?" dedi adam, "Dikildin başıma." "Abi" dedi çocuk, "Ver elini öpeyim" İhtiyarlar bulmacayla uğraşıyorlardı. Adam şaşırmıştı, bakakaldı. "Abi" dedi çocuk, "Sakın babama söyleme ama gidiyorum ben." Adamın eline yapıştı. "Ver elini öpeyim, hakkını helal et." "Ne hakkı oğlum!" dedi adam, elini çekmeye çalıştı. "Nereye gidiyorsun?" "Korsika abi" dedi çocuk, "Oraya. Gece kaçıcam." "Ne var oğlum orada?" dedi adam. "Korsanlar var abi." dedi çocuk, "Korsan olcam ben. Karar verdim." Adam gülmek istedi, gülemedi. İçinde bir şeyler burkuldu, unuttuğu bir şeyler, kütür kütür burkuldu. Çocuk elini kapıp öptü. "Abi" dedi çocuk, "Gelirsen..." Sustu. "Merak etme." dedi adam, "Sen gittiğinde ben orada olucam." Birden çocuk koşup ocağın arkasında bir yere saklandı, babası gelmişti. Yinede gülümsüyordu. Babası yaşadıkça orada bulaşık yıkayacaktı. Bu iyice dağıttı adamı. 'Boşver' dedi sonra kendi kendine, 'Deli işte.' O geceden sonra çocuğu bir daha kimsenin göremeyeceğini henüz bilmiyordu. Pet şişeler ve tahtalardan gizlice yaptığı salla denize açılacak, ertesi gün cesedi kıyıya vuracaktı...]

Emre Gürdal, Kayıp.

NEŞRİYAT HATIRALARI

Özgür'ün düğünü için Edirne'ye gittiğimde;Özgür'ün, o güne kadar tanışmadığım arkadaşlarından biriyle karşılaştım... Özgür'ü Fethiye'den tanıyan biri. Ama bizim Eskişehir hatıralarımızın ilk yarısında o da Eskişehir'de öğrenciymiş. O zamanlar tanışmamış olmamız ilginç...


Ne oldu ne bitti bilmiyorum ama bir şekilde laf Kayra'ya geldi. "Aaa. Ben okudum onu." dedi, yeni tanıştığım arkadaş,"Hele bir kapağı vardı...Hiç unutmam! Adam elinde şeyini tutuyordu..." Bu konuşma 2008 yılının Mayıs ayında yapıldı. Elinde penisini tutan o adamın kapağında olduğu sayımız ise Mart 2001'de çıkmıştı... İlk sayımızdı!


İlk sayının kapağı konusunda hiçbir tereddütümüz yoktu. Yusuf da, Onur da, ben de Nazım'ın çizdiği o kapağın altına imzamızı atmıştık. Sonraları, her kapakta en az bir penis olunca zaman zaman mızmızlandığımız oldu... Nazım sonunda bizi şaşırttı ve penissiz bir kapağa imza atarak Kayra'nın anlamını penis sananların da aklını karıştırdı...


Yıl '98. Deliler gibi aşığım... Sevgilime şiirler yazıyorum durmadan. Ama o her seferinde, utana sıkıla hatta rahatsız olarak okuyor şiirleri... Sonunda ağzındaki baklayı çıkarıyor:"Ne zaman bu şiirleri okusam gözümün önüne kızıl saçlı bir kız geliyor..." Sevgilim tabii ki kızıl değil...
İlerleyen aylarda; sıkkın pıkkın yanıma geliyor bir gün..."Şeyy..." diyor,"Senin adına bir söz verdim..."


Dershanede bir kızın Kybele okuduğunu farkediyor. Ben de Kybele'de şiirler yayınladığım için merakla kızın yanına gidiyor. "Merhaba." diyor,"Kybele mi okuyorsun?" "Evet." diyor diğer kız. "Kimleri seviyorsun?" diye soruyor sevgilim. Kız hiç düşünmeden "Güray Onok" diyor...Hafif yüzü kızarıyor sevgilimin. Söylesem mi söylemesem mi diye düşünürken, ağzından çıkıveriyor birden "O benim erkek arkadaşım." "Hadi ya..." diyor diğer hatun. "Ben ona hayranım. Benimle tanıştırır mısın?" Sevgilim de kıramıyor kızı "Tanıştırırım" deyiveriyor...


Bunu bana söylediğinde uzun uzun gözlerine bakıyorum. Çünkü; bu işin altından, başıma bela almadan çıkabilme olasılığım ne kadar, merak ediyorum...Evet. Kesinlikle bundan yana değil..."Yok." diyorum,"Ben sevmem böyle şeyleri..." Israr ediyor, kıramıyorum...
'Bari' diyorum,'Çirkin bir şey çıksın da...Başım derde girmesin.' Kıskançlık krizleri, yeni yeni buluşmalar...Aman bir de, o da şiir miir yazıyorsa, yandık...


Bir gün dershaneye bırakırken sevgilimi kızla da tanışacağım...Dışarıda bekliyorum. Çağırıp gelecek... İkisini kapıdan çıkarlarken görünce başımdan aşağı kaynar sular boşalıyor... 'Hayalindeki kadını tarif et.' deseler... Aman allahım! Ben bile bu kadar güzelini hayal edemem... Kıpkızıl saçlar, bembeyaz bir ten, omuzlardan boyna doğru çıkan tek tük benler, yüzde belli belirsiz çiller, kiremit rengi dudaklar... O da ne!? Gözler yemyeşil... Bozuntuya vermeyeyim derken kıza tam snobluk yapıyorum... 'Ne yapıyorsun salak?!' dese de içimden bir ses, ben kasabın ciğerine hayran hayran bakan bir kedi değilim... N'apıyım? Aşığım işte... Hayallerimin kadını bile sevdiğim kadını kırmama neden olamaz... Akşam çıkışta alıyorum sevgilimi... Gözleri ışıl ışıl... "Neden o kadar soğuk davrandın ki!?" diyor ama içindeki kadınlık gururu yeni cilalanmış bir araba gibi parıldıyor...

YILDIZ YAĞMURU

I...

Sabaha karşı kapı çaldı... Uyku sersemi kalkıp gittim. Kilidi açmış, kapıyı aralıyorken "Lanet olsun!" dedim, "Ya bir katil ya da hırsızsa...?" Hırsız niye kapıyı çalsın ki? Hem kim öldürmek ister ki beni... Annem hep derdi oysa: "'Kim o?' demeden, kapıyı açma!" Yine 'Kim o?' demeden kapıyı açmıştım işte... Neyse, olacak olanın önüne geçilmez...

Kapıyı açana kadar otomatik sönmüş. Karanlıkta, birinin ağzındaki sigaranın aydınlığı ve onun gücünün yetebildiği kadar yerin belli belirsiz görüntüsü vardı. Kapının hemen yanındaki aparattan otomatiği yaktım. Veli, uykusuzluktan çökmüş gözleri ve dağınık saçları ile karşımdaydı. Hiçbir şey demeden beni kenara itti ve içeri girdi. Kapıyı kapatıp peşine takıldım. Koridor boyunca ileri geri bir kaç volta attı. Ben de uyku sersemi, salak salak onu takip ettim... Sonra, bir anda kendime geldim ve: "Amcık herif! Gecenin bu saatinde geliyorsun ve ayakkabılarını bile çıkarmadan koridorumun yolluğunda volta atıyorsun... Anlasan yıkatırdım ya sana bunları... Neyse... Git çıkar ayakkabılarını!"

"Abi hiç sorma!" dedi... Boş boş ayakkabılarına baktı bir süre... Eğildim ve bağcıklarını çözüp ayağından çıkardım. Uslu bir çocuk oldu ve ayakkabılarını çıkarırken sırayla ayaklarını kaldırıp bana yardımcı oldu... Bu, sakinleşmemi sağladı biraz... Gidip düzgünce ayakkabılığa bıraktım ayakkabılarını...

"Gel içeri geçelim." deyip salonun ışığını açtım; o, salonun kapısından girene kadar kapıda bekledim... Geçip koltuğa oturdu. "Yeterince olmadın galiba sen..." dedim, "Şarap var, biraz da viski..." "Viski." dedi... "Kör edenlerden ama..." dedim...

Umrunda değildi... Gidip mutfaktan dandik viskimi alıp geldim... Şişeyi Veli'ye uzatıp karşısındaki koltuğa oturdum. Bardak falan istemeyeceğini biliyordum zaten. Kapağını açıp şişeyi dikti... Suratını ekşitip, "Amına koyayım!" dedi, "Bari tadı güzel olanlardan alsaydın."
"Geçen ayın kirasını ödeyebilirsem, alırım."

Veli, yeniden 'Abi hiç sorma!' diyene kadar yaklaşık yirmi dakika sessiz sessiz oturduk. Daha doğrusu; o, boş boş tavandaki avizeye bakarken, ben uyukladım...

"Abi hiç sorma!"

"...."

"Nerdeydim biliyor musun?"

"Bilmiyorum. Neredeydin?"

"Zeyneplerdeydim...."

"Bütün gece mi?"

Duvardaki saat gözüme ilişti. 03:15... Yani yaklaşık olarak... Uyku dolu gözlerle yelkovanın tam yerini kestiremiyordum...

"Eee..." dedim, "Neden sabahı orada etmedin?"

"Abi hiç sorma!.."

"Tamam. Anlatmayacaksan... Ben yatayım..."

"Yok. Dur! Fuat'a gidelim...Hadi!"

"Oğlum manyak mısın? Bu saatte..."

"Bir şey demez..."

"Yok. O buraya gelsin o zaman. Arayalım da... Şimdi Tuğçe falan vardır yanında... Belli... Sen bir haltlar karıştırmışsın. Ayıp olur kıza...."

"Tamam. Ara sen Fuat'ı... 'Gelsin... Yoksa gidip dağıtırım orayı...' Öyle söyle..."

"Tamam. Tamam..."

Fuat'ı aradım... Bir saati buldu gelmesi. Çünkü, gelirken bira almasını söylemiştik... Açık bir yer bulması zaman almış... Ellerinde iki siyah poşeti tangırdata tangırdata geldi... Hava soğuktu ama balkona bir masa kurup yıldız yağmurunun altında, ilk ikişer birayı içerken sesimizi çıkarmadan, kayan her yıldızla birer dilek tuttuk... Sonra, dileklerimiz mi bitti yoksa Fuat bu sessizliğe daha fazla dayanamadı mı bilmiyorum ama:

"Bira getirmem için mi uyandırdınız beni?" dedi.

"Abi hiç sorma!" dedi Veli...

Papağan gibi tekrarladım: "Abi hiç sorma!..."