Herkes farklı bir oyun oynar. Farklı oyununu, farklı bir şekilde oynar... "Lanet olsun! Yarın pazartesi!" diyenlere de kızmam, "Çok yalnızım çünkü bir sevgilim var..." diyebilenlere de...
Yüzeyde, herkes geldiği yerden kurtulmaya çalışır...
Ben, "Kocanız çok yakışıklı!" diyenlerdenim, mutsuz bakan evli kadınlara. Onlara "Çok güzelsiniz." demek yerine, "Kocanız çok yakışıklı." demeyi tercih ederim... Erkeklere de kadınlarını övmek isterdim ama; bu topraklarda, hala bir cinayet sebebi bu, ne yazık ki...
Yinede, buna aldırış etmeyeceğini düşündüklerime, ölüm riskine rağmen "Eşiniz çok zarif ve güzel." derim.
Çiçeğe dalını, dala toprağını, toprağa yağmurunu övmenizi dilerim...
27 Mayıs 2008 Salı
BAŞKALARININ KOCALARI
25 Mayıs 2008 Pazar
KELLE PAÇA
"Benimle neden arkadaşlık ediyorsun?" diye sordum.
"Aslında benim sormam lazım sana bu soruyu." dedi.
"Çünkü karnımı doyuruyorsun..." dedim.
Belli belirsiz gamzeleri açtı. Tatlı tatlı baktı bana... Gözleri, şehrin bulutları ardında zar zor seçilebilen yıldızlar...
Önündeki çorbaya dokunmamıştı bile. Bense, benimkini silip süpürmüştüm. Önündeki tabağa iştahla baktığımı görünce, sigarasını sol eline alıp tabağını sağ eliyle bana doğru itti.
"Afiyet olsun!" dedi,
"Doymadıysan bunu da alabilirsin. Ben aç değilim..."
Tabağını önüme çekip benimkini kenara ittim. Şapırdata şapırdata onun çorbasını da götürürken, tutamadım kendimi:
"Sahi, benimle neden arkadaşlık ediyorsun?.."
"Siktikten sonra yastığın üzerine para bırakmıyorsun çünkü..." dedi.
"Ne kadara çalışıyordun sen?"
"50 ama adamı beğenirsem 30'a da veriyorum."
"Benim o kadar param yok!" dedim.
"Sevimli şeyy..." derken, uzanıp yanağımdan makas aldı...
"Sakın aşık olma bana, tamam mı?"
"Sen de bana." dedim.
"Artık çok geç!.."
"Aslında benim sormam lazım sana bu soruyu." dedi.
"Çünkü karnımı doyuruyorsun..." dedim.
Belli belirsiz gamzeleri açtı. Tatlı tatlı baktı bana... Gözleri, şehrin bulutları ardında zar zor seçilebilen yıldızlar...
Önündeki çorbaya dokunmamıştı bile. Bense, benimkini silip süpürmüştüm. Önündeki tabağa iştahla baktığımı görünce, sigarasını sol eline alıp tabağını sağ eliyle bana doğru itti.
"Afiyet olsun!" dedi,
"Doymadıysan bunu da alabilirsin. Ben aç değilim..."
Tabağını önüme çekip benimkini kenara ittim. Şapırdata şapırdata onun çorbasını da götürürken, tutamadım kendimi:
"Sahi, benimle neden arkadaşlık ediyorsun?.."
"Siktikten sonra yastığın üzerine para bırakmıyorsun çünkü..." dedi.
"Ne kadara çalışıyordun sen?"
"50 ama adamı beğenirsem 30'a da veriyorum."
"Benim o kadar param yok!" dedim.
"Sevimli şeyy..." derken, uzanıp yanağımdan makas aldı...
"Sakın aşık olma bana, tamam mı?"
"Sen de bana." dedim.
"Artık çok geç!.."
24 Mayıs 2008 Cumartesi
REPRODÜKSİYONLAR
AŞKIN CESETLERİ VE NEFESLERİ / I...
Duygularımı dillendirmekte pek başarılı olamadım. Yani, bırakmadılar beni bir başkası konuşsun. Mektuplar yazdım bu yüzden. O kadar çok ki, yaklaşık bir rakam veremem.
"Bu kızlar" demişti A.
"Seni hep mutsuz edecekler. Çok canın yanacak... Ama çook uzaklarda bir gün, dinmese de sızıların, ummadığın bir rüyada durulacaksın... Biraz yaşlanmış, çokça hırpalanmış... Trenleri kaçıran kadınlardan birinde..."
Sanki, "Keşke on yaş büyük olsaydın" diyecekti. Sustu. Bir şey söylemedi. Söyleyemediği her kelimeyi yavaş yavaş yuttu. Yaralı bakışlarına yıllar evvel çektiği o beyaz bayrağı; sakladığı, naftalinli sandıktan geri çıkardı, ait olduğu yere astı... Kaçırdığı trenlere deva olamayacağımı biliyordu!..
"Sen çok hassas bir çocuksun" demişti bir keresinde. Galile'nin "Dünya güneşin etrafında dönüyor" dediği zamanki kadar akla aykırıydı sözleri. Kazara birisi duysa, kıçıyla gülerdi. Ama evet, tıpkı onun söylediği gibi "Hassas Bir Çocuk"tum. Yaşıtlarım "Canavar" diyordu yinede bana...
"Bu mektupları bu canavar mı yazıyor?" diye şaşırmıştın.
O mektupları bu canavar yazıyordu. Emin olamıyordun... Bir kaç sefer daha denedin... Her seferinde kış erken geldi ve göremeden daha kapılarını Viyana'nın, çekildin kendi umutsuzluğuna. Elimi uzatsam yetecekti belki... İçimdeki canavar buna asla izin vermedi!
Uzun zaman haksızlık yapmadığım düşüncesiyle avundum. En azından, kendi kurallarıma göre adil oynuyordum. Sonra... Devir değişti. Sen, aşkın kurallarını en başından yeniden yazdın ve ben öyle çok bocaladım ki... İtiraz edemedim o günden sonra hiçbir gidişe...
"Ne oldu?" diye sordu Eser, "Kötü bir şey mi?.."
"Alışık olmadığım bir şey değil" dedim,
"Yinede biraz dinlenmem lazım, çok acıyacak!.."
Çok acıdı... Ama ben, acısını değil aşkı tercih ettim. İçimdeki canavar başka türlüsüne izin vermiyordu zaten!
Aylardan temmuz, haftanın sonuydu. İzmit'ten Gölcük'e giden motordaydık.
"Bu, Marmara değil." dedim,
"Kokusu benzer ama altını ıslatmış bir çocuk gibi duruyor..."
"Sevgilin var mı?" diye sordun sen.
En azından, lafı değiştirmeden önce bir şeyler söylersin diye ummuştum ve senin yanına geldiğim anda, sevgilimi unutmuştum... Hatırlattın.
"Evet." dedim. Yüzün düşüverdi birden...
"Ama Kasım'da ayrılacağım."
Önce sevindin, sonra şaşırdın:
"Neden? Onu sevmiyor musun?.."
Çok seviyordum. Hatta, o ana dek tüm sevgi rekorlarımı onda kırmıştım.
"Nasılsa bitecek sonunda..." dedim.
"Kasım... İyi bir zaman..."
Kasım'da ayrılamadım sevdiğim o kadından. Aralık'ta da, Ocak'ta da... Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran... Temmuz da yüreklendirmedi beni. Ağustos da... Ve ne Eylül, ne Ekim... O beni terk edene kadar bekledim... Nasılsa bitti sonunda!
Duygularımı dillendirmekte pek başarılı olamadım. Yani, bırakmadılar beni bir başkası konuşsun. Mektuplar yazdım bu yüzden. O kadar çok ki, yaklaşık bir rakam veremem.
"Bu kızlar" demişti A.
"Seni hep mutsuz edecekler. Çok canın yanacak... Ama çook uzaklarda bir gün, dinmese de sızıların, ummadığın bir rüyada durulacaksın... Biraz yaşlanmış, çokça hırpalanmış... Trenleri kaçıran kadınlardan birinde..."
Sanki, "Keşke on yaş büyük olsaydın" diyecekti. Sustu. Bir şey söylemedi. Söyleyemediği her kelimeyi yavaş yavaş yuttu. Yaralı bakışlarına yıllar evvel çektiği o beyaz bayrağı; sakladığı, naftalinli sandıktan geri çıkardı, ait olduğu yere astı... Kaçırdığı trenlere deva olamayacağımı biliyordu!..
"Sen çok hassas bir çocuksun" demişti bir keresinde. Galile'nin "Dünya güneşin etrafında dönüyor" dediği zamanki kadar akla aykırıydı sözleri. Kazara birisi duysa, kıçıyla gülerdi. Ama evet, tıpkı onun söylediği gibi "Hassas Bir Çocuk"tum. Yaşıtlarım "Canavar" diyordu yinede bana...
"Bu mektupları bu canavar mı yazıyor?" diye şaşırmıştın.
O mektupları bu canavar yazıyordu. Emin olamıyordun... Bir kaç sefer daha denedin... Her seferinde kış erken geldi ve göremeden daha kapılarını Viyana'nın, çekildin kendi umutsuzluğuna. Elimi uzatsam yetecekti belki... İçimdeki canavar buna asla izin vermedi!
Uzun zaman haksızlık yapmadığım düşüncesiyle avundum. En azından, kendi kurallarıma göre adil oynuyordum. Sonra... Devir değişti. Sen, aşkın kurallarını en başından yeniden yazdın ve ben öyle çok bocaladım ki... İtiraz edemedim o günden sonra hiçbir gidişe...
"Ne oldu?" diye sordu Eser, "Kötü bir şey mi?.."
"Alışık olmadığım bir şey değil" dedim,
"Yinede biraz dinlenmem lazım, çok acıyacak!.."
Çok acıdı... Ama ben, acısını değil aşkı tercih ettim. İçimdeki canavar başka türlüsüne izin vermiyordu zaten!
Aylardan temmuz, haftanın sonuydu. İzmit'ten Gölcük'e giden motordaydık.
"Bu, Marmara değil." dedim,
"Kokusu benzer ama altını ıslatmış bir çocuk gibi duruyor..."
"Sevgilin var mı?" diye sordun sen.
En azından, lafı değiştirmeden önce bir şeyler söylersin diye ummuştum ve senin yanına geldiğim anda, sevgilimi unutmuştum... Hatırlattın.
"Evet." dedim. Yüzün düşüverdi birden...
"Ama Kasım'da ayrılacağım."
Önce sevindin, sonra şaşırdın:
"Neden? Onu sevmiyor musun?.."
Çok seviyordum. Hatta, o ana dek tüm sevgi rekorlarımı onda kırmıştım.
"Nasılsa bitecek sonunda..." dedim.
"Kasım... İyi bir zaman..."
Kasım'da ayrılamadım sevdiğim o kadından. Aralık'ta da, Ocak'ta da... Şubat, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran... Temmuz da yüreklendirmedi beni. Ağustos da... Ve ne Eylül, ne Ekim... O beni terk edene kadar bekledim... Nasılsa bitti sonunda!
Etiketler:
Metinler
23 Mayıs 2008 Cuma
KUMARDA KAYBEDEN HERŞEYDE KAYBEDER!
Bazı aralıklar, uzun uzun sevilmediğim olur. 'Şanssızlık!' derim... Gidip "Sevilmeyenler Çay Evi"ne otururum. Tavla, pişpirik, yanık, okey... Gece yarısından sonra poker... Sabaha karşı, dımdızlak; gider, bir bulut bulur, ıslanırım. KUMARDA KAYBEDEN HERŞEYDE KAYBEDER!.. Ve hiçbir gemi almaz beni. Ne bulaşıkçı, ne miço... Bilmem yüzmeyi... Boğulmak isterim bu yüzden. Floşa kaybedersem ağlamam, Döper'e kaybedersem gülerim...
21 Mayıs 2008 Çarşamba
Rakı Türk'tür!
[...Rakı Türk'tür... Bizdendir. Bakın anlatayım. Yıl: '33, '34... Almanya'da Naziler döneminde öğrenime gitmiş bir dostum vardı benim: Zeki Bey. Berlin'deki ev sahibiyle pek iyi arası. Bir dinlence dönüşü İstanbul'dan rakı götürmüş adama. Yanı sıra pastırma, beyaz peynir filan... Masayı donatıp çağırmış bir akşam. Adam pek sevinçli. Oturmuşlar, içiyorlar. İki kadeh sonra Alman başlamış ağlamaya. Bre aman yahu ne var? Kötü bir şey mi yaptık? "Herr Zeki" demiş adam, "ne olacak bu bizim memleketin hali?"...]
Vedat Türkali, Mavi Karanlık
Vedat Türkali, Mavi Karanlık
Etiketler:
Vedat Türkali
20 Mayıs 2008 Salı
AHH! TRAKYA...
Üniversiteden arkadaşım Özgür'ün Edirne'de düğünü vardı. Gelin hanım Edirneli olmasa bi on sene daha uğramayacağım oralara ama Özgür'ün düğünü için düşüyorum yollara...
Kendi sınırlarımı zorlayıp düğünde oynamaya bile kalkıyorum, hatta halay çekiyorum... Sanırım Özgür bu konuda takdir edecektir beni... Ehh! O da sevmez oynamayı da, eli mahkum, oynayacak... Arkadaşları da kendi gibi tabii... Ben gazı verip bütün milleti kaldırıyorum. Sonra aralardan sıvışıp masaya dönüyorum. O da ne! Oynamaya kalkanların yarısı benden önce sıvışıp dönmüş masaya... Neyse! Kalktık ya canım... Bizim de elimizden bu kadar geliyor... İlerleyen saatlerde bir de halay... Tamamdır...
Ertesi gün, madem geldik köye uğramadan olmaz... Dayımlarla Yeniköy'e geçiyoruz...
- A be kızanım! Ne kadar büyümüşsün sen böyle... Gene güzelsin de... Küçükken daha güzeldin...
Öyledir teyze... Eh! Artık az da olsa göbek de var...
- Yaptı mı bu askerliği?
- Yaptı yaptı...
- Bizim .....'yı verelim buna...
Gülüşmeler...
- Neden gülüyorsunuz canım. Mis gibi çocuk işte! Kız yabancıya gitmesin...
Fazla kalmamak lazım, bekarlık elden gidecek... Kuzenim hemen gelip kurtarıyor beni... "Hadi çıkalım!" Bu teklifi bekliyordum zaten... Siz aranızda münasip gelin adaylarını çıkarın, ben göz atarım bir ara... Bizim oranın kızları da, kolay kolay reddedilemeyecek kadar güzeldir... Daha vakit var da... Yaşlılar çetesi şimdiden başlasınlar elemelere, sorun değil...
Yıllardır yokum buralarda. Sürekli geldiğim zamanlardaki arkadaşlar da yok! Herkes beni soruyor.
- Tizemin oğlu
diyor Özgür... 1.90 küsur ve 115 kiloluk, yüzyıllık çınarlardan daha geniş gövdesi olan kuzenim... Benden iki tane olsa, arkasında rahat rahat saklanırız...
Köy açmıyor... Sessiz... Millet ortalıkta değil... Soğuk biraları kapıp koruluğa gidiyoruz... Bütün kasaba korulukta sanki... Mangalı kapan damlamış... Biraz sonra köyden bir iki beter daha geliyor... Dikiyoruz şişeleri... 1...2...3...4... "Biranın tadı daha güzel burada." diyorum... "Bilmem" diyor kuzenim... "Ben içiyorum hep aynı... Bira da aynı, rakı da aynı..." 5...6... Altıncı bira günün neresi? Saate bakıyorum: 17! Gün kararmadan sızacağım galiba... Sızdım mı, allah göstermesin! Ölene kadar düşmem dillerinden... Şöyle bir ayağa kalkıyorum. Yok! Yok! Tadı da güzel... İçince de dokunmuyor... Trakyalı genlerim kontrolü ele aldı galiba... İyi. İyi.. Dile düşmeyeceğiz...
Akşam üzeri dayımın kızıyla futbol oynuyorum bir de üstüne... Vallahi futbolcu olur bu kızdan da... Bu ülkede bir halta yaramaz işte... Dokuz gibi gene gelip alıyor beni kuzenim Özgür... Kasabada bir iki bira... Üstüne köye geri geliyoruz... İsmail'in Yeri... Burada içmeyeceğim diyorum girerken, içimden... Oturur oturmaz iki bira önümüzde... İçmemek ayıp olur... Biter bitmez pat! Boşlar gidip dolu şişeler geliyor... Saate bakıyorum 00:30. "Yarın sabah altıda kalkacağım ben." diyorum Özgür'e. "Tamam." diyor. "Bitirelim şunları, seni eve bırakayım..." Bitiriyoruz. Beni eve bırakıyor. 01:30! Merhaba uyku...
Bir kaç gün daha kalsam, biteceğim... Şimdilik tadımlık olsun deyip, sabahın köründe kaçıyorum İstanbul'a...
Kendi sınırlarımı zorlayıp düğünde oynamaya bile kalkıyorum, hatta halay çekiyorum... Sanırım Özgür bu konuda takdir edecektir beni... Ehh! O da sevmez oynamayı da, eli mahkum, oynayacak... Arkadaşları da kendi gibi tabii... Ben gazı verip bütün milleti kaldırıyorum. Sonra aralardan sıvışıp masaya dönüyorum. O da ne! Oynamaya kalkanların yarısı benden önce sıvışıp dönmüş masaya... Neyse! Kalktık ya canım... Bizim de elimizden bu kadar geliyor... İlerleyen saatlerde bir de halay... Tamamdır...
Ertesi gün, madem geldik köye uğramadan olmaz... Dayımlarla Yeniköy'e geçiyoruz...
- A be kızanım! Ne kadar büyümüşsün sen böyle... Gene güzelsin de... Küçükken daha güzeldin...
Öyledir teyze... Eh! Artık az da olsa göbek de var...
- Yaptı mı bu askerliği?
- Yaptı yaptı...
- Bizim .....'yı verelim buna...
Gülüşmeler...
- Neden gülüyorsunuz canım. Mis gibi çocuk işte! Kız yabancıya gitmesin...
Fazla kalmamak lazım, bekarlık elden gidecek... Kuzenim hemen gelip kurtarıyor beni... "Hadi çıkalım!" Bu teklifi bekliyordum zaten... Siz aranızda münasip gelin adaylarını çıkarın, ben göz atarım bir ara... Bizim oranın kızları da, kolay kolay reddedilemeyecek kadar güzeldir... Daha vakit var da... Yaşlılar çetesi şimdiden başlasınlar elemelere, sorun değil...
Yıllardır yokum buralarda. Sürekli geldiğim zamanlardaki arkadaşlar da yok! Herkes beni soruyor.
- Tizemin oğlu
diyor Özgür... 1.90 küsur ve 115 kiloluk, yüzyıllık çınarlardan daha geniş gövdesi olan kuzenim... Benden iki tane olsa, arkasında rahat rahat saklanırız...
Köy açmıyor... Sessiz... Millet ortalıkta değil... Soğuk biraları kapıp koruluğa gidiyoruz... Bütün kasaba korulukta sanki... Mangalı kapan damlamış... Biraz sonra köyden bir iki beter daha geliyor... Dikiyoruz şişeleri... 1...2...3...4... "Biranın tadı daha güzel burada." diyorum... "Bilmem" diyor kuzenim... "Ben içiyorum hep aynı... Bira da aynı, rakı da aynı..." 5...6... Altıncı bira günün neresi? Saate bakıyorum: 17! Gün kararmadan sızacağım galiba... Sızdım mı, allah göstermesin! Ölene kadar düşmem dillerinden... Şöyle bir ayağa kalkıyorum. Yok! Yok! Tadı da güzel... İçince de dokunmuyor... Trakyalı genlerim kontrolü ele aldı galiba... İyi. İyi.. Dile düşmeyeceğiz...
Akşam üzeri dayımın kızıyla futbol oynuyorum bir de üstüne... Vallahi futbolcu olur bu kızdan da... Bu ülkede bir halta yaramaz işte... Dokuz gibi gene gelip alıyor beni kuzenim Özgür... Kasabada bir iki bira... Üstüne köye geri geliyoruz... İsmail'in Yeri... Burada içmeyeceğim diyorum girerken, içimden... Oturur oturmaz iki bira önümüzde... İçmemek ayıp olur... Biter bitmez pat! Boşlar gidip dolu şişeler geliyor... Saate bakıyorum 00:30. "Yarın sabah altıda kalkacağım ben." diyorum Özgür'e. "Tamam." diyor. "Bitirelim şunları, seni eve bırakayım..." Bitiriyoruz. Beni eve bırakıyor. 01:30! Merhaba uyku...
Bir kaç gün daha kalsam, biteceğim... Şimdilik tadımlık olsun deyip, sabahın köründe kaçıyorum İstanbul'a...
16 Mayıs 2008 Cuma
KIRIK KALPLER
Büyük Umutlar'daydı sanırım. Elini tutup göğsüne götürür ve sorar:
- Bu ne biliyor musun?
- ...
- Bu, kalbim... Ve kırık!..
Bunun duygusunu yaşamak hep tercih edilendir... Oysa yaşlı kadının "Aman allahım! Aman allahım! Ben ne yaptım böyle?!" duygusunu da yaşamalı bazen... Kalp kırdıktan sonra artık yapacak bir şey olmadığı için; sadece yokmuş, hiç olmamış gibi davranmaya çalışırız ve unuturuz, unutmaya meyilli dururuz...
Nasrettin Hoca'nın testi kırılmadan oğlunun ensesine tokadı indirmesi gibi bir çözüm işe yarar mı:
- Bir gün kalbini kıracağım. Gerçekten kıracağım... Bunu planladığım için söylemiyorum... Yapacağımı bildiğim için söylüyorum... Ve yaptığımda, muhtemelen farkında olmayacağım. Farkında olduğumda... Çok geç olacak. Bu konuşma da fayda etmeyecek o zaman ama en azından hatırla... Beni; kalbini kırışımla değil, bunun için aylar, yıllar öncesinden özür dileyişimle hatırla... Bir gün kalbini kıracağım, beni affet!..
- Bu ne biliyor musun?
- ...
- Bu, kalbim... Ve kırık!..
Bunun duygusunu yaşamak hep tercih edilendir... Oysa yaşlı kadının "Aman allahım! Aman allahım! Ben ne yaptım böyle?!" duygusunu da yaşamalı bazen... Kalp kırdıktan sonra artık yapacak bir şey olmadığı için; sadece yokmuş, hiç olmamış gibi davranmaya çalışırız ve unuturuz, unutmaya meyilli dururuz...
Nasrettin Hoca'nın testi kırılmadan oğlunun ensesine tokadı indirmesi gibi bir çözüm işe yarar mı:
- Bir gün kalbini kıracağım. Gerçekten kıracağım... Bunu planladığım için söylemiyorum... Yapacağımı bildiğim için söylüyorum... Ve yaptığımda, muhtemelen farkında olmayacağım. Farkında olduğumda... Çok geç olacak. Bu konuşma da fayda etmeyecek o zaman ama en azından hatırla... Beni; kalbini kırışımla değil, bunun için aylar, yıllar öncesinden özür dileyişimle hatırla... Bir gün kalbini kıracağım, beni affet!..
15 Mayıs 2008 Perşembe
HATIRLAMAK
Hatıralar ve bellek üzerine kişisel ve tamamen bilimsel yöntem dışında çalışmalar yürütüyorum. Şimdi ben bunlara "çalışmalar" diyorum ya, bir şeye benziyorlarmış gibi duruyorlar... Öyle mi, değil mi..? Bir gün anlarız diye umuyorum, ya da en azından bir gün anlarım diye...
Belleğimde sürekli döndürüp durduğum bazı resimler, bazı videolar var. Bunların en eskilerinin öğrenme ve hatırlama konusunda yapı taşlarım olduğunu varsayıyorum. Bana anlatılan hikayelerle yeniden kurguladığım kısımları atacak olursam en eski görüntüler karlı bir kışa ait olanlar ve de bol yıldırımlı bir bahar ayı... Karlı kış, 80'li yılların en çetin kışı. Tarihini de bulup çıkarmıştım ama şimdi yeniden bulmak zor geldi... Bilenler bilir, bilmeyenler merak ettilerse soruşturup öğrensinler... 86 ya da 87 olmalı. Emin değilim... Yıldırımlı bahar ayıysa, muhtemelen ondan daha eski... Sobanın üstünde tane mısırların kaynaması ve her yere gürültüyle yıldırımların düşmesi...
Bu iki görüntünün neden asla kaybolmadığını bilmiyorum şu an... Birinde annem var yanımda, diğerinde ablam... İkisinde de yalnız değilim... Kışlara özel bir ilgim yoktur ama yıldırımlardan korktuğum kadar korkmam hiçbir şeyden... Çocukluğum yıldırım çarpıp ölen insanlarla ilgili hikayelerle doludur...
Biz daha tuhaf bir konuya geçelim...
Uyumak konusunda isteksizsem eğer, tanımadığım insanları değişik yöntemlerle (kimi zaman işkence, kimi zaman toplu katliam, kimi zaman çok sıradan şekillerde) öldürerek rahatlar ve huzur içinde uyurum. Onca dehşetli görüntünün ardından nasıl böyle huzur içinde uyuduğuma da henüz bir anlam veremedim. Bir tür masal, bunlar benim için... Hiç de şiddet dolu biri olmasam da, belki de bunu, buna borçluyum...
Ama bu meselenin başlangıç tarihi çok yakın zamanlara uzanıyor... Belli bir yerde, belli bir zamanda başlamış bir şey bu... Artık tam bir ritüel oldu ya, arkasındaki gerçeği bulmam sanırım daha zor bu yüzden... Ama kesinlikle sarp kayalıklarla bir ilgisi var...
Aklımın takıldığı bazı konular gerçekten "tamamen sıyırmış" insanlara has... Oysa ben, gayet ustalıkla dengede kalabiliyorum -ya da bunu iddia edebilecek kadar sıyırdım- ve "normal" olarak algılanmak için özel bir çaba sarfetmem gerekmiyor...
Sanırım en çok kendimi merak ettiğim için oluyor tüm bunlar...
Belleğimde sürekli döndürüp durduğum bazı resimler, bazı videolar var. Bunların en eskilerinin öğrenme ve hatırlama konusunda yapı taşlarım olduğunu varsayıyorum. Bana anlatılan hikayelerle yeniden kurguladığım kısımları atacak olursam en eski görüntüler karlı bir kışa ait olanlar ve de bol yıldırımlı bir bahar ayı... Karlı kış, 80'li yılların en çetin kışı. Tarihini de bulup çıkarmıştım ama şimdi yeniden bulmak zor geldi... Bilenler bilir, bilmeyenler merak ettilerse soruşturup öğrensinler... 86 ya da 87 olmalı. Emin değilim... Yıldırımlı bahar ayıysa, muhtemelen ondan daha eski... Sobanın üstünde tane mısırların kaynaması ve her yere gürültüyle yıldırımların düşmesi...
Bu iki görüntünün neden asla kaybolmadığını bilmiyorum şu an... Birinde annem var yanımda, diğerinde ablam... İkisinde de yalnız değilim... Kışlara özel bir ilgim yoktur ama yıldırımlardan korktuğum kadar korkmam hiçbir şeyden... Çocukluğum yıldırım çarpıp ölen insanlarla ilgili hikayelerle doludur...
Biz daha tuhaf bir konuya geçelim...
Uyumak konusunda isteksizsem eğer, tanımadığım insanları değişik yöntemlerle (kimi zaman işkence, kimi zaman toplu katliam, kimi zaman çok sıradan şekillerde) öldürerek rahatlar ve huzur içinde uyurum. Onca dehşetli görüntünün ardından nasıl böyle huzur içinde uyuduğuma da henüz bir anlam veremedim. Bir tür masal, bunlar benim için... Hiç de şiddet dolu biri olmasam da, belki de bunu, buna borçluyum...
Ama bu meselenin başlangıç tarihi çok yakın zamanlara uzanıyor... Belli bir yerde, belli bir zamanda başlamış bir şey bu... Artık tam bir ritüel oldu ya, arkasındaki gerçeği bulmam sanırım daha zor bu yüzden... Ama kesinlikle sarp kayalıklarla bir ilgisi var...
Aklımın takıldığı bazı konular gerçekten "tamamen sıyırmış" insanlara has... Oysa ben, gayet ustalıkla dengede kalabiliyorum -ya da bunu iddia edebilecek kadar sıyırdım- ve "normal" olarak algılanmak için özel bir çaba sarfetmem gerekmiyor...
Sanırım en çok kendimi merak ettiğim için oluyor tüm bunlar...
Etiketler:
Günlükler
14 Mayıs 2008 Çarşamba
Mucizeler...
Hala mucizelere inanıyorum ama bunun için yalvarıp yakarmaktan vazgeçtim. Kendi adıma mucizeler beklemekten vazgeçtim. Sıramı bir başkasına veriyorum. Kim olursa olsun. O kadar yalvarışın, yakarışın karşılığında dilerim birilerinin mucizeleri gerçekleşsin. Sanırım ben böyle iyiyim. Evet, sanırım ben iyi biriyim...
Etiketler:
Günlükler
11 Mayıs 2008 Pazar
SALİ'YLE ATIŞMALAR
- Nasıl bir adamsın sen ya!?
- Evlat olsam, başım okşanmaz! Siktir et...
- Yok be! O kadar da değil...
- Ne kadar peki?
- Zararsızsın bence...
- Eee, n'olmuş zararsızsam... Cesedimi bulsan yıkar mısın?
- Ne yıkayacağım ya!.. Basar giderim kimseye görünmeden.
- Evlat olsam, başım okşanmaz! Siktir et...
- Yok be! O kadar da değil...
- Ne kadar peki?
- Zararsızsın bence...
- Eee, n'olmuş zararsızsam... Cesedimi bulsan yıkar mısın?
- Ne yıkayacağım ya!.. Basar giderim kimseye görünmeden.
6 Mayıs 2008 Salı
ADAB-I MUAŞERET
Vaktiyle, bir yerlerde staj yapar gibi yapmıştım... Gerçi bütün gün muhabbet etmek ve dahi kahve&sigara molaları dışında yaptığım bir şey de yoktu... Karşılıklı iki binada, iki ayrı ofisi vardı şirketin. Ben, kısmen sakin, patron denebilecek adamların pek uğramadığı kısımda takılıyordum. Keyfim yerindeydi...
Söz konusu şirketin bir de Belçikalı bir ortağı vardı. Ceberrut mu ceberrut bir adam. Hasbelkader, bizim ofise geldi mi herkes saklanacak yer arardı... Bir sabah beni çay&simit keyfimin ortasında yakalayıverdi. Ben de bana bulaşmasın diye ilişmedim adama... Bir süre karşımdaki bilgisayarda takıldıktan sonra "Who are you?" diye sordu bana... O an düşündüm: kimimki ben?.. Tam da bir cevap bulabilecek gibiyken "Who the fuck..." diye saydırmaya başladı. Sadece filmlerde duyduğum milyon cins ingilizce küfrü ettikten sonra "Are you student?" gibisinden bi şeyler söyledi... Evet, bir çıkış yolu bulmuştum. Hemen sarıldım o bahaneye: "Yes, i am a student..." Bir süre okuluma ve hocalarıma saydırdıktan sonra okulumu sordu, ben de söyledim. Tek tek bütün hocalarımın isimlerini saymaya başladı... Ne olup bitiyor, anlamaya fırsat bile bulamamıştım ama ingilizce de olsa, yediğiniz küfür hazımsızlık yapıyordu...
Sonra birden, telaffuzu bozuk ama dilbilgisi çok düzgün bir Türkçe ile konuşmaya başladı. "Sen Türkçe biliyorsun değil mi?" dedi, "Evet." dedim, "İngilizce de biliyorum..." "Ama sanırım sen Türk değilsin" dedi. Neden böyle bir şey söylediğini hiç anlamamıştım, hemen anlattı: "Türkler misafirperver insanlardır. Ben geldim. Odaya girdim, buraya oturdum, selam bile vermedin..." Ben hemen adamın hangi dili konuştuğundan emin olmadığım bahanesini attım ortaya ve daha da saçmalayarak "sizin belçikalı mı, fransız mı, hollandalı mı olduğunuzdan emin değildim" dedim. "Hello demeyi de bilmiyor musun?" dedi...
Bütün o ingilizce küfürlerin üstüne, bu Türkçe aşağılamalar iyice sarsmıştı beni. Hatta, muhtemelen yüzümden okunuyordu utancım. Adamın tavrı birden değişti: "Bu sana ders olsun. Bir daha bir mekana girdiğinde ya da birileri içeri girdiğinde önce selamlaş... Şimdi git bana bir çay getir! Şekersiz olsun..."
Kalkıp çayı getirmek için odadan çıktım. Tüm diğer elemanlar adam gelir gelmez yan odaya kaçmışlardı. Ben odadan çıktığımda hepsi gülmekten yerlere yatıyorlardı... Çayı doldururken Semih abi geldi: "Aldırma sen ona. Aslında çok iyi biridir..." "Hayatımın dersini verdi bana...." dedim...
Söz konusu şirketin bir de Belçikalı bir ortağı vardı. Ceberrut mu ceberrut bir adam. Hasbelkader, bizim ofise geldi mi herkes saklanacak yer arardı... Bir sabah beni çay&simit keyfimin ortasında yakalayıverdi. Ben de bana bulaşmasın diye ilişmedim adama... Bir süre karşımdaki bilgisayarda takıldıktan sonra "Who are you?" diye sordu bana... O an düşündüm: kimimki ben?.. Tam da bir cevap bulabilecek gibiyken "Who the fuck..." diye saydırmaya başladı. Sadece filmlerde duyduğum milyon cins ingilizce küfrü ettikten sonra "Are you student?" gibisinden bi şeyler söyledi... Evet, bir çıkış yolu bulmuştum. Hemen sarıldım o bahaneye: "Yes, i am a student..." Bir süre okuluma ve hocalarıma saydırdıktan sonra okulumu sordu, ben de söyledim. Tek tek bütün hocalarımın isimlerini saymaya başladı... Ne olup bitiyor, anlamaya fırsat bile bulamamıştım ama ingilizce de olsa, yediğiniz küfür hazımsızlık yapıyordu...
Sonra birden, telaffuzu bozuk ama dilbilgisi çok düzgün bir Türkçe ile konuşmaya başladı. "Sen Türkçe biliyorsun değil mi?" dedi, "Evet." dedim, "İngilizce de biliyorum..." "Ama sanırım sen Türk değilsin" dedi. Neden böyle bir şey söylediğini hiç anlamamıştım, hemen anlattı: "Türkler misafirperver insanlardır. Ben geldim. Odaya girdim, buraya oturdum, selam bile vermedin..." Ben hemen adamın hangi dili konuştuğundan emin olmadığım bahanesini attım ortaya ve daha da saçmalayarak "sizin belçikalı mı, fransız mı, hollandalı mı olduğunuzdan emin değildim" dedim. "Hello demeyi de bilmiyor musun?" dedi...
Bütün o ingilizce küfürlerin üstüne, bu Türkçe aşağılamalar iyice sarsmıştı beni. Hatta, muhtemelen yüzümden okunuyordu utancım. Adamın tavrı birden değişti: "Bu sana ders olsun. Bir daha bir mekana girdiğinde ya da birileri içeri girdiğinde önce selamlaş... Şimdi git bana bir çay getir! Şekersiz olsun..."
Kalkıp çayı getirmek için odadan çıktım. Tüm diğer elemanlar adam gelir gelmez yan odaya kaçmışlardı. Ben odadan çıktığımda hepsi gülmekten yerlere yatıyorlardı... Çayı doldururken Semih abi geldi: "Aldırma sen ona. Aslında çok iyi biridir..." "Hayatımın dersini verdi bana...." dedim...
Etiketler:
Otobiyografi
3 Mayıs 2008 Cumartesi
TOK ADAMIN DERDİ OLMAZ
Geçenlerde tuhaf bir şey oldu. Sabahın körüydü ve köpekler yeni uyanmıştı. Hiç niyetleri yokken kışkırttım onları korkumla. Üçer beşer üzerime geldiler. Donup kaldım. Üstelik sokaklar benim sokaklarım değildi, gidecek yolum, yetişecek yerim vardı. Bir yerlerde beni bekleyen kimselerim... Köşeden geçen adama "İmdat!" diye bağırdım. İrkildi birden. Ne olduğunu anlamaya çalışırken köpekler dağıldı, yüreğim yoruldu. Güldü halime. Ben de gülümseyiverdim köşeden geçen adama: "Köpeklerden çok korkarım" dedim. "Korkmalısın" dedi. Ara yollardan sessizce yürüyüp gitme alışkanlığımı işte orada bıraktım. Hemen ana caddeye çıktım. O da ne! Meğersem hala yaşıyormuşum...
Bir kaç yıl önceydi. Hayat önümde seyrediyordu durmadan. Ne yetişmeye çalışıyordum, ne geride kalmaya gayret ediyordum. O gün kendi kendime bir karar aldım. Daha doğrusu, kararı ansızın alınmış buldum ellerimde: "Üç gün yemek yemeyeceğim, üç gün uyumayacağım, üç gün yerimden bile kıpırdamayacağım..." Arada böyle kararları alınmış bulurum ve itaatsizlik etmeyi sevmediğimden hemen uygulamaya koyulurum. Bir kaç şişe su koydum yatağımın yanına, yere. Televizyonu kumandayı çekecek bir açıya yerleştirdim - öyle her yerden kumandaya cevap vermiyordu meret-. Bilgisayarı uzatma kablolarıyla yatağımın yanına çektim ve uzandım... Daha bir saat bile geçmeden kapı çaldı! O an, o şehirde kapımı çalabilecek kimse yoktu. Açmayacaktım ama çok acıkmıştım... Gidip açtım. Yeni evli bir çift bir aya kadar boşaltacağım evimi kiralamayı düşünüyormuş. "Buyrun!" dedim. Buyurmadılar... "Müsait değilsiniz galiba..." dedi kadın, "rahatsız etmeyelim" dedi adam. "Siz bilirsiniz" dedim. "Ama ısı yalıtımı çok kötü. Kışları çok soğuk oluyor... Bence orta katları tercih edin..." Onlar gittikten hemen sonra kebapçıya sipariş verdim. Balkonda afiyetle yiyip kebaplarımı, tok adamın derdi olmadığını işte orada öğrendim...
Bir kaç yıl önceydi. Hayat önümde seyrediyordu durmadan. Ne yetişmeye çalışıyordum, ne geride kalmaya gayret ediyordum. O gün kendi kendime bir karar aldım. Daha doğrusu, kararı ansızın alınmış buldum ellerimde: "Üç gün yemek yemeyeceğim, üç gün uyumayacağım, üç gün yerimden bile kıpırdamayacağım..." Arada böyle kararları alınmış bulurum ve itaatsizlik etmeyi sevmediğimden hemen uygulamaya koyulurum. Bir kaç şişe su koydum yatağımın yanına, yere. Televizyonu kumandayı çekecek bir açıya yerleştirdim - öyle her yerden kumandaya cevap vermiyordu meret-. Bilgisayarı uzatma kablolarıyla yatağımın yanına çektim ve uzandım... Daha bir saat bile geçmeden kapı çaldı! O an, o şehirde kapımı çalabilecek kimse yoktu. Açmayacaktım ama çok acıkmıştım... Gidip açtım. Yeni evli bir çift bir aya kadar boşaltacağım evimi kiralamayı düşünüyormuş. "Buyrun!" dedim. Buyurmadılar... "Müsait değilsiniz galiba..." dedi kadın, "rahatsız etmeyelim" dedi adam. "Siz bilirsiniz" dedim. "Ama ısı yalıtımı çok kötü. Kışları çok soğuk oluyor... Bence orta katları tercih edin..." Onlar gittikten hemen sonra kebapçıya sipariş verdim. Balkonda afiyetle yiyip kebaplarımı, tok adamın derdi olmadığını işte orada öğrendim...
Etiketler:
Öyküler
1 Mayıs 2008 Perşembe
ŞAPKA
şu jileti boydan boya kesecek bileklerim ve altına saklanabilmek için gidip bir şapka alacağım kendime hiçbir bakışın tanıdık olmadığı adı değiştirilmiş caddelerde
Etiketler:
Metinler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)