29 Ekim 2006 Pazar
Tarihten Yapraklar: 2000
“Aşk Julio Sal’a geldiğinde
Julio Sal hazır değildi…”
John Fante
Herhangi bir kentte, herhangi bir köşe başında olabilecek bir rastlantıydı seni tanımam. Elinde üç beş kitap, dalgın dalgın yürüyordun. Yürüyordu ayakların. Eteklerin uçuşuyordu. Saçların alın yazıma dolaşıyordu.
Gözlerimi senden ayıramadım. Sense, dolgun bacakların ve cesur adımlarınla gelip geçtin. Şarkım peşine takılıp seni izlemeye başladı: Otobüse bindin. Sondan bir önceki durakta indin. Ellerinde kitaplar. Ellerinde kaderim. 32-c üçüncü kat. Gecede bir yıldız gibi aydınlandı penceren.
Ben, o söğüt ağacının altında yüzyıl bekledim. Yüz saniye belki. Belki yarım paket sigara içimi. Bekledim ve utandım. Utandım ve üşüdüm. Üşüdüm ve öldüm belki. O pencerenin önünden bir kez bile geçmedin. Bir kez bile savurmadın saçlarını.
Ben kapına geldim. Kapında büyüdüm, bir çiçek gibi. Polisler geceyi benden almasalardı, belki de sonsuza dek bekleyecektim. Şimdi mahcup ve mahzun, ifademi veriyorum. Yalnızım. Senden bin pencere uzakta. Ve bu aşkta, sondan bir önceki durakta…
Tarihten Yapraklar:1997
Gözyaşıma tutunup sana daha ne kadar adayabilirim ki ömrümü. Meleklerle saç baş yolmaca oynamaya geri dönmeliyim. Beni yalnızlığımın batıl inançlarına bırak. Bırak seni binlerce kez öldüreyim. Masum ve açık renkli öykülerimin vampiri, kadınsı tutsak ediciliğinden aforoz et beni. Beni uzak iklimlere haykır! Sana daha ne kadar adayabilirim ki ömrümü? Baharları görmek benim de hakkım...
4 Mart
Şiir de yatarken çoraplarını çıkarır.
2 Nisan
Bazı kadınlar şiir gibidir,
Şiir kadar güzeldir.
Bazı kadınlar şiirdir,
Şiirden de güzeldir.
7 Nisan
Ben bir kızı seviyorum
Sen nedenini soruyorsun
Çocuklar gibi korkuyorum
Fena bir şey yapmışlığımdan.
26 Mayıs
artık ne desem
sesim yoksun o hevesten...
20 Haziran
"çok büyük bir başarıdır eski, uyduruk sevdalara gülebilmem"
Rimbaud
(Eski günlüklerimi arada sallamaya devam edeceğim. Dökülenler de buraya düşecek...)
24 Ekim 2006 Salı
14 Ekim 2006 Cumartesi
* * *
Göçen kuşlar geri gelir ve kırılır elleri kışın
Zemheri çarmıha gerilir temmuzda
Ayların en güzeli dolunaydır günlerin en güzeli gündendi
Baban annenden çok şey öğrendi
Güray ONOK
YÜKSEKLİK KORKUSU
özel bir yetenek istediğine inanmıyorum
aslında. Hepimizin içinde olan bir şey bu
-her erkeğin, kadının ve çocuğun- yeteri
kadar çalışıp dikkatini toplarsa, benim
Harika Çocuk Walt olarak üstesinden
geldiğim işlerin bir kat fazlasını becerebilir herkes.
Ama kendiniz olmaktan çıkmayı öğrenmelisiniz.”
p.a.
Yıllar önce, Unkapanı’ndaki Bozdoğan Kemeri’nin üzerine çıkışımı hatırlıyorum. Liseli haytalar olarak, sevmediğimiz dersler ya da hocaların çoğunlukta olduğu günler Beylikdüzü Gezegeni'nde vakit geçirmektense İstanbul’un içlerine doğru uzardık. Julian Barnes’ın Metroland’ine benzer ama bu toprakların kültürüyle meydana gelmiş bir Flaneur’lüktü bu. Kah Cağaloğlu, kah Sultanahmet, kah Bakırköy, kah Haydarpaşa, Kah Dilbazlar Sineması, Kah Elhamra. Kışın en soğuk günlerinde bile bir okul gömleği ve kravattan ziyade bir şey olmazdı üstümüzde.
İşte Bozdoğan Kemeri’nin tepesine adım attığım an hayatta asla yenemeyeceğim o korkum ansızın en karanlık zindanlarına atmıştı beni: Yükseklik Korkusu!
Hiç o kadar aciz ve yardıma muhtaç olduğum bir başka an hatırlamıyorum. İnsanın gözlerinin kararmasının ne demek olduğunu o an anlamıştım. Arkadaşlarım önce cesaretlendirmişlerdi beni ve ancak o da sürüne sürüne altından yol geçen orta kısmına kadar gidebilmiştim. Oradaki altı boş olmasa da, tek bir eksik tuğla bile aşılmaz bir engeldi benim için. Artık iyice zemine yapışmış ve soluk alıp vermekte bile zorlanır olmuştum: “Öleceksem hemen öleyim daha fazla ıstırap çekmek istemiyorum” diyordum. O anda da beni omuzlayıp aşağı indirmişlerdi. Toprağı öpme isteğinin ne kadar doğal bir istek olduğunu da o anda anladım. Oysa o ana kadar hep yapmacık bir davranış olarak görünürdü bana.
Bundan yıllar sonra p.a.’nın Yükseklik Korkusu’nu günlerce okumaya cesaret edemeyişimin temelinde de bu korku yatıyordu ve tabii ki a.h.'nin Mr. Vertigo’sunu da bu korku yüzünden hiç izlemedim.
Bu kısımda, bu yazıyı yazmak konusunda bana iştah veren Merih Sakarya ’ya da teşekkür edeyim. Eminim onun bu kitap hakkındaki yazısı benim yazımdan çok daha keyifli olacak. Şimdiden “Eline sağlık!” diyeyim.
Yükseklik Korkusu üzerine de p.a.’nın diğer kitapları üzerine de çok büyük laflar etmek bence gereksiz. Ahmet Ümit’in (gaflet ve dalalet içinde)‘ölen bir tür’ diye nitelediği şiire olabildiğine yaslanan kitaplar p.a.’nın kitapları. Şiir geleneğinden ya da bilgisinden yararlanmak için illa da kafiyeli cümleler dizmek gerekmez ard arda. İmgeyi kitaplarının bütününe, çorbaya atılan tuz gibi dağıtır p.a.
Söz konusu Paul Auster olduğunda, biraz da popülerlik tartışmasından söz açmak gerekir. İyi bir yazarın ya da sanatçının popüler olması bir sevinçtir. Ama ülkemizde, entelijansiya mı desek, asi gençlik mi desek, underground mı desek ne desek, biraz irkilir biri popüler olduğunda. Hatta bir adım geri çekilir. Popüler olmaktan mustarip pek çok isim vardır. Bursa'nın Zeki Müren, Bülent Ersoy ve Fatih Ürek'in hemşeriliğinden mustarip olmasına benzetirim bunu. Biraz da bir kaç yazı önce bahsettiğim 'başkalarının cinsel uzvu ile çocuk yapmaya yeltenme' durumudur bir bakıma da...
Güzelden güzel güzel bahsetmek gerekir. Ol sebeple yediklerinizden bahsediniz diye telkin ediyorum size sevgili okurlar, tuvalette çıkardıklarınızdan değil!..
Bu yönüyle Yükseklik Korkusu güzel bir mönü sunuyor size. Okumadıysanız mutlaka okuyun. Günümüz şartlarında bile harcadığınız para ve emekten dolayı pişman olmayacağınız konusunda cesaretlendiririm sizi...
Bundan ötesine de gücüm yetmez sanırım.
13 Ekim 2006 Cuma
Dünyayı merak etmedim. Başka şehirlerde, başka ülkelerde, başka hayatlar yoktu benim için. Burada bekçi değil, bekleyendim. Beklediğim gelince, ona da beklemesini söyleyeceğim ve bekleyenler çoğalacak zamanla. Zaman da çoğalacak.
Birbirlerini süzecekler ve konuşmaları gereken anda konuşmaya başlayacaklar. Ben dinleyeceğim. Söylediğim her söz onları dinleyecek. Sesim, duymadıkları ama çoğalan zamanla beraber içlerinde demlenecek bir anlam olacak.
Düşlerimin sahibi olacaklar. Ve ben arada sırada, bindikleri dolmuşta, yorgunluktan ayakta uyuyan bir gölge olacağım.
11 Ekim 2006 Çarşamba
Mucize
9 Ekim 2006 Pazartesi
Estetik!
Neyi, neden sevdiklerini bile bilmiyorlar çoğunlukla. A.A. iyi bir yazar denmişse, o iyi bir yazar oluyor. B.B. iyi bir yönetmen denmişse iyi bir yönetmen oluyor. Örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.
Üstelik bu buyurulmuş kişilerin yapıtlarını beğenmiyor iseniz sizde bir eksiklik varmış gibi, siz aşağı bir türmüşsünüz gibi davranılıyor.
Bir kez 'iyi' denmiş biri sanki hiç kötü iş yapamazmış gibi, bir kez 'kötü' denmiş biri de bir daha ağzıyla kuş tutsa adam yerine konmayacak sanki.
Beğenmeme hakkınız, küstahlık ya da emeğe saygısızlık olarak addolunuyor ve sizden Cannavaro ile Nesta'nın arasından röveşata gol atmanız isteniyor...
Sanatı anlaşılamaz bir şey gibi düşünen beyinler, sanatı anladığını varsaydığı kişilerin sıçtığı tasa sıçmaktan gurur duyuyorlar.
5 Ekim 2006 Perşembe
Eleştiri Günlüğü
Pek çok şeyi ondan öğrendim. Bana yıllarca hamilik yaptı. Sonra bir gün nedenini hatırlamadığım hatta ileride bir gün hatırlamak için hipnoz seansına bile girmeyi düşündüğüm bir nedenden kavga ettik. Durup dururken. Benden 3-4 yaş daha büyüktü ve o zaman fark etmesem de beni fazla da incitmemeye çalışarak dövmüştü.
Mehmet Ali abim işte o gün öldü. Bir daha ne konuştum onunla ne de tarih konuşmamızı gerektirecek bir tekerrür çıkardı karşımıza. Hiç asabi bir çocuk olmamama karşın, o gün neden saldırmıştım Mehmet Ali abime? Bilmiyorum…
Oysa o; bana Fırt koleksiyonunu vermiş, mahalle maçlarında benden iki yaş küçük kız yeğeni bile benden daha iyi futbol oynuyorken ısrarla beni oynatmış, üç tekerlikli bisikletimin önünü kaldırmayı, daha sonra da BMX’imin patlak lastiklerini tamir etmeyi öğretmişti bana.
Çocukluk idolüme olan saygımı yinede kaybetmemiştim. Ama gerçekten, neden o gün ona yumruklarımla girişmiştim…Hiiç bilmiyorum. Bana bir hipnozcu lazım!..