24 Ağustos 2006 Perşembe

ZAFER EKİN KARABAY

Aylardan neydi bilmiyorum. Ama soğuktu. Eskişehir hep soğuktur zaten. Emrah, Yusuf ve ben Zafer’e gitmiştik. Neden gitmiştik? Hatırlamıyorum şimdi.

O her zaman olduğu gibi çalışıyordu*. Hatta o gün de muhtemelen çalışmaya devam etmişti. Neyse…

Bize şiir okumuştu. Edebiyattan konuşmamıştık ama. Belki biraz Kayra’dan bahsetmiş olabiliriz. Şimdi hatırlamıyorum. Sonra dışarı çıkmıştık gecenin bir yarısı, içki almak için. Yenikent PTT’ye kadar inmiş, Denis Büfe’den(doğru mu hatırlıyorum acaba?) bira alıp tekrar Zafer’in evine doğru yollanmıştık. Yoldayken, Yenikent Koop.’un karşısındaki parkta duraklamış ve tüm biraları o soğukta, o parkta içmiştik.

Biralar bitince Zafer bize şarkı söylemeye başladı. Sonra hep beraber bağıra bağıra “İşçisin sen işçi kal” diye inletmiştik ortalığı. Hatta polis otosu gelmişti. Hava o kadar soğuktu ki arabadan inmeye üşendiler bir süre. Sonra biri arabadan inip bize doğru gelmeye başladı. Ben de o polise doğru yürüdüm ve “Bir sorun mu var?” diye seslendim. Polis afallamıştı. Bizimkiler afallamıştı. Ben de o sözleri söyledikten sonra ‘ne yaptın lan salak!’ dedim kendi kendime. Polis kendini toplayıp:”Bir sorun olmasa bu soğukta burada ne işim var lan!” diye azarladı beni. Sonra ikinci polis de araçtan indi ve yanımıza geldiler. “Alkol aldınız mı?” diye sordu genç olan. Biz “hayır” dedik. Telsizden “Alkol almışlar efendim” dedi polis. Biraz bakındılar ama bizimkiler ben salak salak konuşurken şişeleri ortadan kaldırmışlardı, bir şey göremediler. ‘Dağılın lan’ gibi bir “Haydi evinize gidin” lafından sonra Zafer’e doğru yollandık tekrar. Polisler gözden kaybolunca yeniden hep beraber “İşçisin sen işçi kal!” Güzel geceydi…Sabaha karşı Zafer’den evlerimize doğru yürürken Zafer’in şarkı söyleyişinden konuşmuştuk uzun uzun.

Zafer'in hayatımıza girişi Emrah'ın korsan cd işiyle uğraştığı günlere uzanır. Biz de bu sayede tanışmıştık Emrah'la. Biz kafasını şişirmeden önce Emrah yeterince şişirmişti zaten. Bir nevi hayat koçumuzdu. Başımız her ağrıdığında kapısını çalmaya çekinmezdik, o da yardım etmeye...Disiplin kuruluna çıkarken savunmalarımızı yazmış ve hepimize ezberletmişti. Nazım'ınki ne yazık ki işe yaramadı. O uzaklaştırıldı ama Onur, Yusuf ve ben 'pişmanlıklarımızdan' dolayı sadece kınama almıştık:)

Hatta Emrah, Bizon'u çıkarmak için emniyet müdürlüğüne "avukat" sıfatıyla bile götürmüştü Zafer'i. Gittiklerinde çoktan salındığını duymuşlardı.

Emrah'la yaptığımız radyo programının en düzenli dinleyicisi idi Zafer. Her programdan sonra fikrini alırdık, o da genellikle 'Konuşmanıza gerek yok' derdi...

İntihar konusunda da konuşmuştuk. Zafer’in bir gün mutlaka intihar edeceğini biliyorduk. “Geç bile kaldım” derdi o. Jim, Jimmy, Janis 27’de ayrılmışlardı ve biz bunları konuşurken o 27’sini geride bırakmıştı.

Bir gece Zafer’e gitmiştim. Çok canım yanıyordu ve ben de intihara bulaşmak istiyordum. Salakça “Haydi beraber intihar edelim” bile demiştim. “İntihar edeceksen et, beni niye karıştırıyorsun demişti. İntihar bireysel bir eylemdir!” O sözlerden sonra uzun zaman intihar aklıma bile gelmedi. Bir keresinde de yöntemleri üzerinde konuşmuş, en makul olanın Plath’ın yöntemi olduğuna kanaat getirmiştik ama ya biri kurtarmaya gelir de ev havaya uçarsa? İşte bu sorun, bu ihtimal ortadan kaldırılmalıydı…

Zafer Karabay; derler ya hani bir karıncayı bile incitmez diye, aynen öyle bir insandı. Ona daha da yakın olabilmek için hemen onun evinin yanındaki apartmana taşınmıştık. En son da Yusuf ve Nazım’la beraber oturduğumuz o evde gördüm onu. Aylardan ağustostu. Sonra da o eylül geldi.

Haberi kimden aldığımı bilmiyorum. Çünkü o an belleğimde kaybolup gitti. Ankara’ya, anma törenine gittik hep beraber. Bazı konuşmalara kırıldık, bazılarında duygulandık.

İntiharını hepimiz anlayışla karşıladık. Neden yaptığını, yapması gerektiğini biliyorduk çünkü. Gidişinin önünde saygıyla eğildik.

Biz, ‘çocuklara’ çok şey verdi o; görüştüğümüz, bir insan ömründe çok az yer kaplayan o zamanlar boyunca.

Kendi sözleriyle vedası:

"aslında bütün mesele neydi?hani, ‘hayatın neresinden dönülse kardır’ dizesi var ya nilgün’ün, canım benim, ben yaşamın neresinden döneceğimi çoktan belirlemiştim. nilgün marmara’nın 29 yaşında, s. plath’in şubat ayında intihar etmesi, benim de 29. yaşımın 29 şubatında intihar etmemi gerektirmezdi. ama madem ki yaşamda kalmaya kendimi ikna edemiyordum, o zaman bir tarih belirlemeliydim ve 29. yaşımın 29 şubatını seçtim. bu yüzden ‘şubatta saklambaç’a bir yığın başka sırla birlikte intihar edeceğim tarihi de gizlemiştim. ne var ki, kitabımı bir türlü bastıramadım (o kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz). ama şimdi...

ama şimdi yaşamımın bu ayrım noktasında hiçbir yerde huzur bulamadığıma göre bu tarihi bekleyecek gücüm de kalmadı. hem zebercet** de belirlediği tarihten önce intihar etmemiş miydi? (kimbilir belki kendimle barışabilseydim...)yerleşik yabancı’ydım her yere metin abi... sen yanarak öldün ve ben ne yangınlar geçirdim sana ulaşabilmek için.daha ne kadar dayanabilirdim, herkesin bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama?tüm arkadaşlarımı ve sevgilim meral’i çok seviyorum.beni affedin."

Can Dündar 'dan...

*:Üniversite yıllarını şöyle özetlerdi: okuldan sonra gece yarısına kadar ders çalışmak, 12-3 arası edebiyat uğraşları(kitap okumak, yazı yazmak vs.), 3-7 arası uyku ve birbirinin peşi sıra devam eden aynı süreç...
**: Anayurt Oteli'ni beraber izlemiştik, Kieslowski'nin Ölüm Üzerine Kısa Bir Film'ini ve daha başka filmleri de. Çok derin bir sinema bilgisi vardı. Muhtemelen yüzsüzlükle ödevlerimi yapmasını istemiş de olabilirim ondan:)

ÖMER ÜNAL

Ömer Ünal 1950’de İstanbul’da doğmuş. Babası Muzaffer Ünal, Menderes’in ilk mahalle milyonerlerinden. Orta okul ve liseyi İstanbul’da okuduktan sonra üniversite eğitimi için, daha çok babasının ısrarları ve yönlendirmesi ile Amerika Birleşik Devletlerine gitmiş. Michigan State üniversitesine başlamış. Babası makine mühendisi olmasını istiyormuş ama ilk yılın sonunda kendi deyimiyle sıkıldığı için ama daha sonradan söylediğine göre İngilizce eğitimde epeyce zorlandığı için okulu bırakmış. Bir yıl Chicago’da halde çalıştıktan sonra New York’a gitmiş. Brooklyn’de bir buzhanede çalışmaya başlamış.

-“Aslında çok sıkıcı bir işti. Ancak çalışmaya başladıktan iki ay sonra ilginç bir iş geldi. Bir film setine buz götürmeye başladık. İki yılı aşkın bir zamandır Amerika’da olmama rağmen hiç sinemaya gitmemiştim. Zaten Türkiye’deyken de sinemayla hiç ilgilenmezdim. Ne artistleri tanıyordum ne de bu işle uzaktan yakından bir ilgim vardı.”

-“İşimiz kısaca, büyük buzları parçalayıp oyuncuların ağızlarına atabilecekleri boyutlara getirmekti. Çok fazla elemanımız olmamasına rağmen film ekibinin isteğiyle bu işi de biz yapıyorduk. Ben buzhanede deneyimsiz olduğum için bu işi bana verdiler. Anlayabildiğim kadarıyla soğuk havada oyuncuların ağzından buhar çıkmasın diye böyle bir şey yapıyorlardı. Ben de fırsattan istifade film setini bol bol gözleme fırsatı buldum ve ilk günün sonunda ‘bu işi yapmalıyım’ dedim kendi kendime.”

Ancak o iş deneyimi Ömer Ünal’ın bu sektördeki tek deneyimi olarak kalmış. Birkaç ay daha buzhanede çalıştıktan sonra limanda bir iş bulup yükleme boşaltma işlerinde çalışmış.

Sinema aşkı onun için şıpsevdi bir sevda olarak kalmış. “Cebine iyi bir para girdikten sonra yaptığın işi ister istemez sevmeye başlıyorsun” diyor Ömer amca. O yılın sonunda babasının ölümüyle Türkiye’ye geri dönmüş. Şu ünlü banker döneminde de epeyce para kaybedip mütevazi bir hayat yaşamaya başlamış.

Şimdi 56 yaşında ve günlerini üç yaşındaki torunu Berk’le park seyahatleri yaparak geçiriyor. Onunla da böyle tanıştım zaten. Yeğenim Barış’ı parka oynamaya götürdüğüm bir akşam üstü “Senin oğlun mu?” diye başlayan bir konuşmayla başlayan muhabbetimiz; “Ne iş yapıyorsun?” diye devam etti ve bütün bu hikayeler o parktaki iki, üç saatlik zaman diliminde bana aktarıldı.

Peki ben bunları niye yazdım? Ömer amcanın yerinde olmayı o kadar çok isterdim ki…Çünkü, hayatındaki o tek sinema deneyimi “Dog Day Afternoon” ve ağzına atsın diye buz parçalarını verdiği aktörlerden biri de Al Pacino idi. Hayat işte!..

Bazen bir efsanenin yanı başından geçip hiçbir şeyin farkında olmadan kendi yolunuza yürüyebiliyorsunuz…

19 Ağustos 2006 Cumartesi

DAYIM

Dayılar ne işe yarar ki?

Mesela benim kağıt üzerinde iki dayım olsa da büyük olan dayım epeyce hayırlı, efendi bir insan olduğundan amcama baktığım gözle bakardım büyük dayıma. Küçük dayımsa evin şımarık, serseri evladı olduğu için ve de meyhanelerde bana sürekli pirzola ve fruko ısmarladığı için hep daha çok sevmişimdir onu.

Zeki Müren'i, Bülent Ersoy'u, Tüdanya'yı, Arif Susam'ı onun sayesinde tanıdım. 6-7 yaşlarındayken daha arabesk ruhumu sardığı için küçük İbo'nun, küçük Emrah'ın, küçük Onur'un o yaşlarda o şarkıları söylemelerini hatta yazmalarını hiç garipsemedim.

Küçük bir notla bitireyim; bilmiyorum hiç assolist oldu mu ama ne zaman assolist lafını duysam aklıma Tüdanya gelir:)

Büyük Puntolarla...

***
Sabah oldu dedi kadın
Sabah olur dedi adam
Kuşların göçüne müteakip
Neresinden tutulacaktı ayrılık

Bir kavanozdur dünya
Annem içine reçel kurar
Turfanda meyvelerden
Ben sevmem

***
İçini yakan duman kadar varlığın
Hangi sislere karışsan şu vakit
Vardığın yalnızlık

ADEM SARIKAYA

HA BLOGGER OLMUŞUZ HA OLMAMIŞIZ!

İletişimin eğitimini alırken birçok şey anlamsız ve çok basit gelirdi bana. Çoğu kurama, ‘Evet, zaten böyle ve aşağı yukarı herkes bunu biliyor’ diye yaklaşırdım. “A.Ü. İletişim Bilimleri Fakültesi Ruhu” olarak adlandırılan şeyi asla üzerime geçirmediğimi ve elimden geldiğince, eğer varsa, o ruhu yok etmeye çalıştığımı söylerdim. Çok toymuşum!..

Ben ve benim gibi at hırsızı birkaç arkadaşım daha, çoğu zaman sınavdan sınava ve bazen de can sıkıntısından, mümkün olduğunca az uğramaya çalışırdık o koridorlara. Buna rağmen; bizi bile eğiten, okurken çoğuna soğuk baktığım ama şimdi ne kadar da güzel insanlar olduğunu anladığım bütün hocalarıma teşekkür ediyorum.

Bütün o ağrılar, sızılar, bunalımlar; torna tezgahından geçerken, üzerimizdeki çıkıntılardan kurtulmamızdan ibaretmiş.

Yinede, stv Güray değil de Güray diye anılıyor olmak hoşuma gitmiyor değil…

Geçen gece Murat Öksüz ve Onur Sakarya ile konuşurken de blogger Güray değil, hala Güray olarak anıldığımın farkına varmak beni mutlu etti.

Sonuçta kendimizi ifade ettiğimiz ortamdan daha önemli olan; o ortamın gizli köşelerine saklanmadan, dev aynalarına bakıp küstahlaşmadan, kendimizi olduğumuz gibi ifade etmek.

Arada sırada edebi ukalalıklarımdan ya da basbayağı ukalalıklarımdan dert yanan mailler alıyorum. Bütün o ukalalıklar ve onların daha da fazlası, Güray Onok’un tabiatının bizzat kendisidir. Hatta kimseyle sidik yarıştırmayayım diye çişim gelir gelmez ilk müsait yere hacet ederim. Boyum kısadır, aklım havadadır ama Onur Sakarya’nın dizelerinde olduğu gibi bir gün en azından “hep yanlış yanlarımla tanındım” demeyi, arkamdan ‘o da kimdi?’ demelerine yeğlerim…

Saygılar, sevgiler efendim…Oldu da yanlışlıkla sizin kabınıza sıçtıysam özür dilerim, siz de benim kalıbıma sıçmaktan çekinmeyiniz…

17 Ağustos 2006 Perşembe

KANSEROJEN

hepimiz sarhoştuk, bir kaçımız Titanik.
kalplerinde atom bombası taşımayanlar
sızana dek içebildiler, şanslıydılar.

biz; diptekiler,
barometrelerimize sevgililerimizmiş gibi sarıldık,
yalnızdık, yalnızlıklarımızı kurşuna dizdik.

hepimiz sarhoştuk, bir kaçımız Titanik.
kanserojen sevdalarla bu hale geldik,
aşka inanmayan kadınlara aşık.

belki de onlardan çok,
alkoldü sevgilimiz,
biz, yinede onlar için ağladık.

Güray ONOK


15 Ağustos 2006 Salı

Fanzin Çocuğu

Eski klasörleri, kolileri karıştırırken birer birer parçası olduğum ya da tamamen benim üretimim olan fanzinler ortaya çıktı. Öz geçmişimi yazmaya kalksam, fanzinler kısmında: Ölü Kelebekler Vadisi, Alabalığın Tuğlası, Zigot, Ayaz, Kayra, CTRL+ALT+DELETE, Comic Sans gibi fanzinler yer alacak.

Alttaki yazı Comic Sans'tan.

"Şimdi bana diyeceksin ki ‘Değişmedin mi hiç?’ Yalan söylemeyi beceremem bilirsin. Öyle değiştim ki dostlarım telaşa kapıldılar: ortada bir hata olmalı!..

Neyse…Aşksız, akılsız, anısız kal da ömrüm, yazgısız kalma. Yazgımı arıyorum şimdi. Benimki farklı olmalı ama. Camus özentisi, Villareal’deki Martin Palermo misali olmamalı! Değiştim, evet. Pişman mısın? Dersen bunu şimdilik cevaplayamam. Ancak, ‘şimdi git, on sene sonra gel’ diyebilirim sana.

Evet, haklısın. Fazlasıyla bencil, aşırı oto biyografik ve anti geometrik ilerliyor her şey. Üstelik gündemde selülitli imaj silüetleri dolaşırken; aşırı dozda mutsuz ve vahim derecede isteksizim. Kaldığı yerden devam etmek istiyorum ergenlik buhranlarıma, ama dönemiyorum o serseri zamanlara artık büyüdüm ve ne kadar itiraf etmek istemesem de devlete ve millete hayırlı işlere elim yatkın ve bir o kadar da tehlikeliyim her şey için.

Değiştim ve bundan böyle bilinsin ki hayatın karşısında hakkaten hizaya geldim…"(Blogger'da comic sans fontu olmadığı için courier yaptım, siz copy paste yapıp comic sans'a çevirip hatrım için öyle okuyun:)
kadın vücudunun keşfi
ve ardından gelen kapitülasyonlar devri...

5 Ağustos 2006 Cumartesi

Aklıma takılanlar





İncil'de meleklikleri düşürülmüş meleklerden bahsedilir, İslam'da ise lafı bile edilmez bu meleklerin. Sadece şeytana indirgenmiştir asi melek imajı. Üstelik İncil'de birebir allaha karşı geldiğinden bahsedilir bazı meleklerin, Kuran ise sadece şeytanın, kendini insandan üstün görmek konusundaki kibirinden vazgeçemediğini söyler meleklerin kibirden yoksun yaratıldıklarını söylemesine rağmen...

Yine bu ikilemden yola çıkar isek meleklikleri düşürülen melekler cine dönüşürler İncil'e göre, İslam ise cinleri bağımsız varlıklar olarak anlatır. İncil'de bazı melekleri mesih'in yarattığından da bahsedilir. İslam'da ise bütün melekler allah tarafından yaratılmış ve onun sözünün dışına çıkmayan varlıklardır. Öyle ki; İlliyyûn - Mukarrebûn melekleri denilen melekler sadece allaha zikirle ve bu zikrin sağladığı kendinden geçme haliyle varolurlar. İnsanla herhangi bir temasları ya da ilgileri yoktur.

Diğer melekler ise insanlarla allah arasındaki işleri görmek ve insanların zor durumlarında onlara yardım etmek için vardırlar. Hemen hemen her an ve her yerde olduklarını söyleyebiliriz. Varlıklarından haberdar olduklarımız dışında sayısız oldukları konusunda İncil ve Kuran hem fikirdir.

1 Ağustos 2006 Salı

"Rüzgar olmazsa" dedim, "okyanus küçük bir göl kadar sakin olabilir."

"Bulutlar değil rüzgarlar fırtınayı getirir. Yeniden deli kanımı akıtmak için dünyaya, bütün bıçakların önüne kendimi atabilirim."